10. UYUMCULUK
VE SAPKINLIK
Her toplum, üyelerinin cinsel
davranışı için standartlar, kurallar ve normlar geliştirir.
Bu normlar, bir toplumdan başka bir topluma, bir tarihsel dönemden
öbürüne, çok farklı olabilir, ama bunların her durumda yol
açtığı sonuç, insanları iki gruba bölmek olmuştur:
Normlara uyum gösteren «normal» kişiler ve normlardan sapan, yani «anormal»
kişiler ya da «sapkınlar». Örneğin, yüzyılımızın
başlarına kadar K. Afrika Siwanları, bütün «normal» erkekleri
eşcinsel sayıyorlardı. Buna karşılık, Arap
Yarımadasında yaşayan Rwala bedevileri, eşcinselliği
öyle «anormal» ve iğrenç görüyorlardı ki, eşcinsel eylemlerde
bulunanları idamla cezalandırıyorlardı.
Kendi toplumumuza bakınca, Viktorya
çağında «normal» kadınların orgazma ulaşmamaları
gerektiğinin düşünüldüğünü görüyoruz. Orgazma ulaşanlar ya
da mutlaka ulaşmak isteyenler, çoğu kez hafifmeşrep,
ahlaksız ve hatta hasta diye damgalanıyorlardı. Bugün ise
«normal», «işlevsiz» ya da «yetersiz» sayılıp tedavisi
öngörülenler, orgazma ulaşamayan kadınlardır.
Bu birkaç örnek, yalnızca cinsel
normların göreceliğini değil, bu normlardan sapmaların çok
farklı toplumsal tepkiler doğurabileceğini de göstermektedir.
Bir başka deyişle, bir kültürde cinsel uyumluluk sayılan
şey, bir başka kültürde cinsel sapkınlık olabilir; üstelik
sapkın sayılanlar da çok farklı akıbetlere
uğrayabilirler.
Gördüğümüz gibi, cinsel
sapkınlığa en az dört şekilde yaklaşılabilir:
•
Kişisel bir yabansıdık olarak alaya alınabilir
(Tamamen karşıcinsel Siwan erkekleri gibi)
• Bir
ahlaksızlık belirtisi olarak kötülenebilir (Orgazma ulaşan
Viktorya çağı kadınları gibi)
• Bir suç
olarak cezalandırılabilir (Eşcinsel Rwala bedevileri gibi)
• Bir
hastalık ya da bozukluk olarak tedavi edilebilir (Orgazma ulaşamayan
çağdaş kadınlar gibi)
Yukarıdaki durumların ilkinde cinsel
sapkınlık önemli bir sonuç doğur-mamaktadır.
Sapkınlık gösteren kişi, kolayca hoş görülebilen tuhaf bir
insandır. Ancak, öteki üç durumun çok daha ciddi sonuçları
vardır. Sapkınlık, bir kez ahlaksal, yasal, ya da tıbbi
açıdan belirlenmeyegörsün, hemen kiliseleri, mahkemeleri ya da tıp
mesleğini ilgilendirmeye başlar. Bunun sonucu olarak,
sapkınlık gösteren kişi, artık itilmemesi gereken
zararsız bir uyumsuz olarak görülmekten çıkarak,
kurtarılması gereken bir günahkâr, cezalandırılması
gereken bir suçlu ya da tedavi edilmesi gereken bir hasta haline gelir.
Kuşkusuz, demin saydığımız
durumlara uyan dört örnekteki cinsel davranışın özel bir dikkat
çekmeyeceği ve gerçekte hiç sapkınlık
sayılmayacağı toplumlar da vardır. Böyle «hoşgörülü»
toplumlarda cinsel standartlar birçok kişisel özellikleri kapsayacak biçimde
geniş ve esnek olabilmekte ve böylece hem eşcinsel, hem de
karşıcinsel erkekler, orgazma hem ulaşan hem ulaşmayan
kadınlarla aynı normallik sınırları içinde
sayılmaktadır.
Öte yandan, özellikle katı cinsel
normları olan bir toplum, bütün bu farklı insan gruplarından
herhangi birini ya da tümünü yalnızca bir değil, birkaç
sapkınlık kategorisine yerleştirebilir. Viktorya Çağı
Avrupa ve Amerika' sında orgazma ulaşan ve cinsel istekleri olan
kadınların, çoğu kez hem ahlaksız hem de hasta sayıldığını
daha önce belirtmiştik. Böylece onlar yalnızca dinsel öğütlere
değil, aynı zamanda psikiyatrik tedaviye de katlanmak zorunda
kaldılar. Günümüzde de bazı ülkelerde, erkek eşcinselliğine
yalnızca günah değil, bir suç ve bir hastalık gözüyle de
bakılmaktadır. Bu ülkelerin erkek eşcinselleri sonuçta üçlü bir
toplumsal tepkiyle karşılaşıyorlar. Gerçekten de moral
bozucu bir durum.
Ancak modern toplumlarda cinsel normlar oldukça
hızlı değişebildiği ya da iki ayrı tip
sapkınlık sayılan bir şeyin birdenbire basit bir
sapkınlık ya da tam bir uyum düzeyine indirgenebildiği unutulmamalıdır.
Böyle ani ve çarpıcı bir değişimin örneği son
yıllarda ABD'de yaşanmış ve bu ülkede psi-kiyatristler
artık eşcinselliği hastalık saymaz olmuş, birçok
eyalette yasama organları, eşcinsel davranışlara
karşı olan geleneksel yasaları kaldırmış ve
Hıristiyan kiliselerin bazıları böyle
davranışları günah sayarak lanetlemekten vazgeçmiştir.
Böylece, oldukça kısa bir süre içinde çok sayıda Amerikalı
eşcinsel, toplum dışına itilen kişiler olmaktan
çıkarak saygın yurttaşlar haline gelmişlerdir.
Yalnızca tutucu kiliselere mensup insanlar, tutucu eyaletlerde oturanlar
ya da tutucu psikiyatrlara tedaviye gidenler, kendilerini, «düzeltilmesi»
gereken sapkınlar olarak tanımlanır durumda bulmaktadırlar.
Böylece sorunun bir başka önemli yönüne
ulaşmış bulunuyoruz. Hızla değişen
dünyamızda cinsel davranışa ilişkin ahlaksal, yasal ve
tıbbi standartlar her zaman birbirine uymayabilir ve hatta tümüyle
kendilerine özgü olabilir. Yani bu standartlardan biri ile tümüyle uyum sağlamamız,
öbüründen sapmamız sonucunu doğurabilir. Örneğin, terapist,
orgazma ulaşamayan bir kadından, «tümüyle işlevsel» hale gelmesi
için sık sık mastürbasyon yapmasını isteyebilir. Ancak,
aynı kadına papaz, mastürbasyonun Tanrı tarafından
cezalandırılacak bir günah olduğunu söyleyebilir.
Kısacası o, ya sağlıklı ve ahlaksız, ya da
ahlaklı ve hasta olmak arasında bir seçim yapmak zorunda
kalacaktır. Kararı ne olursa olsun, sonuçta cinsel bir normu
çiğnemiş olacaktır. Aynı nedenle, mastürbasyon
yapmasını salık veren terapist de ceza yasasını
çiğniyor olabilir. (Bugün bile, ABD'nin bir eyaletinde
başkasını mastürbasyona zorlamak suçtur) Buna karşın,
meslek ahlakı açısından terapistin böyle bir teşvikte
bulunması gerekebilir. Yani terapist de ya yasalara uymak ve ahlaksız
olmak, ya da ahlaklı ve suçlu olmak arasında bir seçim yapmak
zorundadır. Böylece o da bir ikilemle karşı
karşıyadır. Terapistin dinsel inançlarını ya da
papazların tıbbi görüşlerini göze alarak, bu normlar
çatışması daha derin olarak incelenebilir, ancak sorun daha
şimdiden açığa çıkmıştır:
Gerek sapkınlık, gerekse uyumculuk görece
deyimlerdir ve bunların somut anlamları, içinde bulundukları
toplumsal koşullara göre değişir.
Geçmişte ne yazık ki bu basit gerçek her
zaman anlaşılamamıştır. Bugün birçoğumuz için çok
açık olan bu sorun, tarihte çoğu kez en aydın ve parlak zihinler
tarafından görülememiştir. Tam tersine, cinsel
sapkınlığı, kişiden kaynaklanan ve toplum
tarafından denetlenmesi gereken nesnel bir nitelik olarak
görmüşlerdir çoğu kez. Bu görüşe uygun olarak, bir «sapkın
kişilik» bulunduğunu varsaymışlar ve çabalarını,
onun özelliklerini bulgulamaya ve gelişmesini açıklamaya
yöneltmişlerdir. Bu alandaki bulgularına dayanarak, sapkın
kişiliği uyumluluğa zorlayacak çeşitli yöntemler
geliştirmişlerdir. Cinsel sapkınlığa yüzyıllar
boyunca kabul gören tek yaklaşım bu idi. Arasıra, bunun üslubu
ya da vurgulanan sapkınlıklar değişmekle birlikte, sonuçlar
her zaman şaşılacak ölçüde benzer idi.
Egemen toplumsal iktidarın dinsel içerikli
olduğu ortaçağlarda sorun, temelde dinsel ve ahlaksal deyimlerle dile
getiriliyordu. Böylece, cinsel uyumculuk ile cinsel sapkınlık
arasındaki fark, doğru yol ile günah arasındaki fark olarak
görülüyordu. Cinsel sapkınların içine şeytan ya da kötü bir ruh
girmişti. Bunlar, yalnızca dua ederek ve tövbekar olarak «normal»
insanlara dönüşebilirlerdi. Cinsel sapkınlığı
denetleyebilmek için, toplumun daha fazla papaz ve kiliseye gereksinmesi
vardı. (Bunun ussal sonucu olarak cinsel uyumculuk en iyi bir «kilise
devleti»nde sağlanabilirdi.)
Modern çağın başlamasıyla birlikte,
kilise iktidarını giderek laik makamlara bıraktı ve böylece
sorun, temelde yasal deyimlerle dile getirilmeye başlandı.
Cinsel uyumculuk ile cinsel sapkınlıklar
arasındaki ayrım, artık yasalara uyma ve suç arasındaki
ayrım olarak görülüyordu. Cinsel sapkınlar «suçlu tipler» idi. Bunlar
ancak ceza ve ıslah ile «normal» insanlara dönüştürülebilirdi. Cinsel
sapkınlığı denetim altına alabilmek için toplumun daha
çok polise ve hapishaneye gereksinmesi vardı. (Bunun ussal sonucu olarak,
cinsel uyumculuk en iyi biçimde bir «polis devleti»nde sağlanabilirdi.)
Sonunda, 19 ve 20. yüzyıllarda siyasal
otoriteye güven azalırken, bilime duyulan saygı arttı. Sonuç
olarak sorun, temel tıbbi terimlerle tartışılmaya
başlandı. Cinsel uyumculuk ile cinsel sapkınlık arasındaki
ayrım, ruh sağlığı ile ruh hastalığı
arasındaki ayrım olarak görüldü. Cinsel sapkınlar «psikopatlar»
idi. Bunlar ancak psikiyatrik tedaviyle «normal» insanlara
dönüşebilirlerdi. Cinsel sapkınlığı denetim
altında tutabilmek için toplumun daha çok psikiyatriste ve akıl
hastanesine gereksinimi vardı. (Bunun ussal sonucu olarak, cinsel
uyumculuk en iyi bir «terapatik devlet»te sağlanabilirdi.)
Bu durumların her birinde aynı temel
ideolojinin geçerli olduğunu görebiliriz: Varolan cinsel normlar üzerine
kafa yorulamaz. Cinsel sapkınlık hoş-görülemez. Sapkın,
sapkın davranışta bulunma hakkına sahip değildir.
Suçluları yola getirmek ve cinsel uyumculuğu evrenselleştirmek
için özel yetkilerle donatılmış özel toplumsal sözcüler ve
kurumlar gerekmektedir. Genelinde insanlar «en iyi» cinsel
davranışlara ancak bir tür totaliter denetim altında
ulaşacaklar ve bunu koruyabileceklerdir.
İkinci bir gözlem yapmak da yerinde olur.
Cinsel davranışın toplumsal denetimi, «Tanrı», «yasal
düzen», ya da «tıp bilimi» adına yapılabilir. Ama hangi
gerekçeye dayanırsa dayansın, bu, nesnel yansızlıkla ve
«doğal» olarak sunulmalıdır. Toplumlar bunun gerçekte, bir insan
grubunun başka bir insan grubu tarafından denetim altına
alınması olduğunu itiraf etmekten hoşlanmazlar.
Düzenlemenin toplumsal ve aslında siyasal olan yönü pek
tartışılmaz ve dinsel, yasal ve tıbbi maske altında
gizlenir.
Ancak sapkınlık sorununu anlamak isteyen
biri, olaya çok daha geniş bir açıdan bakmak zorundadır.
Sapkın birey ve onun kabul edilebilir türden «normal» bir kişiye
dönüştürülmesi üzerine dikkatleri toplamak yeterli değildir. Bu
dönüşümün yapılması için direten ve zaten onu peşinen
sapkın olarak tanımlamış olanların incelenmesi
gerekir. Gerçekten de böyle bir incelemede çoğu kez görülebileceği
gibi, uyumu çoğunluğun haklılığını,
saygınlığını ya da ruh
sağlığını geniş ölçüde besleyen ve
doğrulayan şey; günahkârlar, suçlular ve ruh hastalarının
görünür varlığıdır. Bunlar, gereksinim duyulan
«uyarıcı örnekler»i sağlamakta ve böylece nüfusun geri kalan
kısmında toplumsal yakınlık ve denge kurulmaktadır.
Bunların varlığı, aynı zamanda olumsuz yoldan,
toplumun egemen değerlerini doğrular:
Tanrıtanımazların varlığı dinin önemini vurgular,
yasa tanımazların varlığı, yasaların ve düzenin
önemini vurgular. Aklı yerinde olmayan insanların
varlığı, psikiyatrinin önemini vurgular.
Öyleyse, sapkınlık ve uyumculuk birbirini
desteklemekte ve ortak bir kaynaktan fışkırmaktadır.
Sapkınlığın belli kişilerde kendiliğinden
doğduğu ve toplumun da buna ilişkin bir tür eyleme zorlandığı
görüşü, dar bir görüştür.
Toplumların, belli ölçüde sapkınlık
yaratacak ve bunların yardımıyla seçilmiş belli
normları geçerli kılacak biçimde kendi kendilerini örgütlediklerini
söylemek daha doğru olur. Yani diyebiliriz ki, toplumlar hem kendi
sapkınlıklarını hem de kendi uyumculuklarını
öğretir; ayrıca sapkınlığın bazı
kişilerde nesnel olarak varolduğunu ve bizatihi sapkın bir
kişiyi ya da bizatihi sapkın bir eylem olabileceğini
düşünmek, sorunu fazla basitleştirmek olur. Sapkınlık,
kişilerin bir özelliği ya da onların
davranışlarının niteliği değildir. Tersine,
sapkınlık insanların etkileşiminin bir sonucudur. Toplumsal
ilişkilerle yaratılır, sürdürülür ve yok edilir. Kısacası,
sapkınlığı bir toplumsal rol olarak tanımlamak en
doğrusudur.
Erkekler ve kadınlar, ya başkaları
ya da kendileri tarafından sapkın olarak etiketlendirildiklerinde
sapkın olurlar. Örneğin, bir kişinin dinsel inançları,
resmi dinsel yetkililer tarafından yalnız ve tehlikeli
bulunduğunda kâfir olur. Sonuçta bu yetkililer onu afaroz ederler ve
eğer güçleri varsa zor kullanarak sustururlar. Öte yandan, bir
kişinin eyleminin yasaya aykırı olduğu yetkililer
tarafından anlaşılırsa, o kişi suçlu olur. Nihayet,
bir kişi, davranışlarının ruh
sağlığına aykırılık gösterdiği resmen anlaşıldığı
zaman ruh hastasıdır. Ondan sonra psikiyatrik makamlar onu hasta ilan
ederek tedaviye koyulurlar.
Aynı ölçütlere göre, erkekler ve
kadınlar, başkaları ya da kendileri tarafından sapkın
diye etiketlendirildikleri zaman sapkınlıktan çıkarlar. Örneğin,
küfürlerini geri alarak ve tövbekar olarak, cezalarını çekerek ve suç
işlemekten vazgeçerek ve ruh hastalığından kurtularak
yetkili makamların isteğini yerine getirirler. Sonuçta, «kâfir»,
«suçlu» ve «ruh hastası» etiketleri resmen sökülüp atılır. Artık
eski sapkınlar, uyumcu çoğunluğa katılır. Kilise de
bağrına basar bunları, ya da toplum saygın kişiler
olarak benimser, böylece sağlıklılar dünyasına
katılırlar.
Özüne indirgendiğinde, uyumculuk ve
sapkınlık arasındaki ilişki budur. Ancak uygulamada bazı
ek etmenler durumu karıştırır. Bunlardan birine az önce
kısaca değindik:
İnsanların kendi kendilerini sapkın
olarak etiketlendirmeleri, yani kendi istemleriyle inançlarının küfür
olduğunu itiraf etmeleri, işledikleri suçu itiraf etmeleri ya da bir
ruh hastalığı için tedavi edilmeyi istemeleri sık sık
görülür. Bazı durumlarda da tam tersine, kendilerine yükletilmek istenen
sapkın rolü reddederler. Bunun korkunç bir yanlış olduğunu
söylerler. Böylece afaroz edildikten sonra bile iddia eder, hapishanede bile
masum olduklarını ileri sürer, akıl hastanesinde bile aklı
başında kişiler olduklarını ısrarla söyleyebilir,
ya da yükletilmek istenen sapkın rolünü başka bir nedenle
reddederler: Resmi standartları çiğnediklerini kabul etmekle
birlikte, bunların yasadışı ve geçersiz
olduklarını ilan ederler. Böylece, geleneksel dinsel inançların
batıl, ceza yasasının adaletsiz, teşhis yöntemlerinin
bilimdışı olduğu ileri sürülebilir.
Yetkili makamlara gelince, onlar da bazen, belirli
bir kişinin sapkınlığını onaylamaya çekinebilirler.
Davranışları tümüyle gelenekdışı olmasına
karşın, bunda olağandışı bir şey görmeyi
reddedebilirler. Ya da, kendisi sapkın olmakta diretmesine
karşın, arzusu hilafına onu hatalı ilan edebilirler. Ek
olarak, bir kişinin üzerindeki sapkın etiketi başka iki yolla da
olabilir: Birincisi, işgüzar sorgu görevlilerinin, rüşvet yiyen
yargıçların ya da bilgisiz doktorların bir hata
işlemiş olduğunu kabul edebilirler. Böylece «kâfir» diye
yakılan bir kişi daha sonra aziz olarak ilan edilebilir, bir suçlu
aklanabilir ve bir ruh hastası hatalı bir teşhisin
şanssız bir kurbanı olarak taburcu edilebilir. İkincisi de,
yetkililer, dogmalarında reform yapmaya, yasalarını yürürlükten
kaldırmaya ya da psikiyatrik sınıflama sistemlerini gözden
geçirmeye karar verebilirler. Bu durumların hiçbirinde sapkın,
davranışını değiştirmediği halde tekrar
uyumcu hale gelebilir.
Bütün bunlar, önemli bir başka noktayı
ortaya çıkarıyor: Resmi standartları çiğneyen herkes
sapkın diye etiketlendirilmiyor ve sapkın diye etiketlenen herkes
resmi standartları çiğnemiyor. İmansızların tümü
kilisenin dikkatini çekmiyor. Yasa çiğneyicilerin tümü yakalanıp
hüküm giymiyor ve şaşırtıcı davranışlarda
bulunanların tümü, soluğu psikiyatristin karşısında
almıyor. Tersine, uyumcu olmayan bu kişilerin tümü, çevreleri
tarafından az çok «normal» sayılıyor. Öte yandan, tümüyle
«normal» olan kişilerin yanlış kanıtlara dayanarak kâfir,
suçlu ya da deli rollerine itilmesi de pekâlâ olasıdır. Bu
kişiler, biçilen rolü kabul ya da reddedebilirler ama her iki durumda da
sapkınlıkları yadsınamaz bir olgu haline gelir ve
sonuçlarına katlanmaya başlarlar. Belki hâlâ gerçek
inançlarını yitirmemiş olabilirler. Ama yine de
sapkındırlar. Belki gerçekten de yasaları
çiğnememişlerdir ama yine de sapkındırlar; belki gerçekten
«delilik» etmemişlerdir, ama yine de sapkındırlar.
Bu gözlemlerin ışığında,
çağımızda sapkınlığı inceleyenler
bakış açılarını çoktan genişletmişler ve
sapkınlığın toplumsal içeriğini bütünüyle göz önüne
almaya başlamışlardır. Yalnızca bireydeki sapkın
davranışın kökenlerini merak etmekle kalmayıp, şu
soruları soruyorlar şimdi: Belli kişiler, niçin ve nasıl
toplumdan dışlanarak sapkın rolüne itiliyorlar? Bu kişiler
kendilerine biçilen role nasıl tepki gösteriyorlar? Toplum buna nasıl
tepki gösteriyor?
İnsanlar, sapkın rolünü hangi
koşullarda red ya da kabul edebilirler? Toplum etmeninin, sapkın
kişi için yararları ve zararları nelerdir? Öteki insanlar için
yarar ve zararları nelerdir?
Kitabımızda bütün bu soruları olanca
derinliği ile incelemek olanaksızdır kuşkusuz.
Bunların karmaşıklığını anlamamız
yeter. Amacımız sınırlı olduğu için kısa ve
yüzeysel bir betimleme ile yetineceğiz. Bu yüzden de son bir noktayı
vurgulayarak tartışmamızı kısa kesiyoruz.
İnsanların, bir kez kendileri ya da başkaları tarafından
sapkın olarak etiketlenmesi benimsen-meyegörsün, bu kişilerin, kendi
toplumlarının özellikleri içinde bu rolün
algılandığı biçimde sapkın rolünü oynamaktan
başka seçenekleri kalmaz. Gerçekte bu kişiler çoğu kez
sapkınlığı tam bir kariyer haline getirerek öteki
sapkın arkadaşları ile birlikte özel sapkın alt kültürünü
oluşturuyorlar. Böylece, örneğin bir münkir, yeni bir dinsel mezhebin
tanınmış önderi olabilir: bir suçlu, profesyonelleşerek
yeraltı dünyasına katılabilir ya da bir akıl hastası,
«çılgınlığını» gözler önüne sererek bireysel
izdeşlik kazanabilir. Bu sapkın alt kültürler, eninde sonunda kendi
sapkınlarını yaratıyor ve bunlar da kendi alt kültürlerini
oluşturabiliyor ve bu süreç devam ediyor.
Bütün bunların özellikle cinsel
sapkınlıkla ilgisi nedir? İlk örneklerimize dönersek, bu soruyu
en özlü biçimde şöyle yanıtlayabiliriz. Viktorya çağında
orgazma ulaşan ve cinsel istek gösteren kadınların, çoğu
kez hasta ve günahkâr sayıldığını ve gerek papazlar,
gerekse psikiyatristler tarafından kurtarılmaya
çalışıldığını görmüştük. Bu
kadınlar, yalnızca şehvetli diye ahlaki açıdan yerilmekle
kalmıyor, eğer mastürbasyon yaptıkları
anlaşılır ise «mastürbasyon deliliğinden kurtarmak için
tıbbi tedaviye alınıyorlardı. Eğer
kocalarının cinsel başarısından hoşnut
değillerse, «nimtomani» ya da «erotomani» tedavisine
alınıyorlardı. Bu tedavilerde şaşırtıcı
aşırılıklara gidildiği, klitoridektomi
yapıldığı (klitorisin alınması), hatta daha
radikal cerrahi müdahalelere gidildiği oluyordu. Eğer hastalar tedavi
sonucu iyileştirilemez-se, ya «hafifmeşrep kadın» ya da
«tımarhanelik deli» olarak sapkın bir statüye
zorlanıyorlardı.
Ne var ki, orgazma ulaşan kadınların
hepsi bu akıbete uğramıyorlardı. Eğer durumları
fark edimlmezse ya da kocaları buna dayanabil irse, sapkın olarak
etiketlenmiyor ve oldukça normal bir yaşam sürüyorlardı. Dinsel ve
psikolojik görüşler nihayet değiştiğinde ve orgazma
ulaşmaya çok eğilimli kadınlar bile normal
sayıldığında, kadınlarda aşırı cinsel
istek sorunu bütünüyle ortadan kalkmaktadır. Gerçekte durum bu arada
neredeyse tersine dönmüş ve artık orgazma ulaşamayan
kadınlar suçluluk duymaya itilmiştir. Böylece yine bazıları
tedavi için psikiyatristin yolunu tutmakta ve hatta
daha «etkin» mastürbasyon için dersler
almaktadırlar. Öte yandan, eğer gerçekten iffetli bir yaşam
yeğliyor ya da kocaları, onların orgazma
ulaşmamalarını yeğliyorsa, sapkın olarak
nitelendirilmeleri tehlikesi pek yoktur.
Eşcinsel erkek örneği daha da
öğreticidir. Kitabımızda daha önce de gördüğümüz gibi,
eşcinselliği sorun etmeyen toplumlar vardır. Bu toplumlarda
eşcinsel davranışlar hoş görülmekte, hatta özendirilmekte
ama hiçbir «eşcinsel»e de rastlanmamaktadır. Bizim toplumumuzda da
eşcinsel için özel bir rol ayrıldığını ve
bazı insanların bu rolü az çok keyfi olarak benimsediklerini
görmüştük. Kinsey'in sınıflandırma ölçeği,
karşıcinsellerle eşcinsellerin kesin çizgilerle
ayrılmadığını, birbirini
dışlamadıklarını ve bu olgunun kalıcı
olmadığını göstermiştir. Bu yüzden de herhangi bir
kişinin eşcinsel olup olmadığı sorusuna nesnel bir
yanıt verilemez ve yanıt ancak toplumsal etkileşim yoluyla
belirlenir. Örneğin bir tek eşcinsel eylemde yakalanan bir asker ömür
boyu sapkın bir kariyer sürmeye itilirken, genç bir erkek fahişe
kendini karşıcinsel sayabilir ve toplum da onu öyle benimseyebilir.
Bu kişi eşcinsel eylemlerini salt para için
yaptığından, bunlar «gerçek sayılmamaktadır».
Eğer polis tarafından yakalanmazsa, eninde sonunda evlenerek «normal»
bir aile babası sayılabilir. (Ayrıntılar için
«Eşcinsel Birleşme» bölümünün girişine bakınız.)
Ne var ki, bir erkek eşcinsel diye
etiketlenmişse, yani kendini «eşcinsel», «ibn...» ya da «homo»
saymaya ve herkes tarafından da böyle sayılmaya
başlanmışsa, rolünü herkesin beklediği gibi oynar. Bu
beklentilerin farklı toplumlarda ve farklı durumlarda
değişik olacağını söylememiz bile gerekmez. Bazen
eşcinsel rolü tümüyle olumludur: Bir şaman ya mübarek bir adam (belli
«ilkel» kültürlerde olduğu gibi), ya da örnek bir yurttaş sayılabilir
(Melji öncesi Japonya'da olduğu gibi). İnce ruhlu bir dahi de
sayılabilir (bazen batı folklorunda olduğu gibi). Başka
zamanlarda ise bu rol tümüyle olumsuzdur. Ortaçağ Avrupa'sında
olduğu gibi bir münkir, bugün ABD'nin kimi eyaletlerinde olduğu gibi
bir suçlu, ya da yine bugün ABD'nin kimi eyaletlerinde olduğu gibi
«psikopat» sayılabilir. Ayrıca, aynı toplum içinde bile
eşcinsel rolünün olumlu ya da olumsuz niteliğinin
değiştiği unutulmamalıdır. Yani insanlar bu rolü
terketmeden anlamını tersine çevirebilmektedirler. Böylece, bir
toplumda eşcinseller farklı görülmeye devam edilirken, yine de
kendileri hakkındaki ahlaksal değerlendirme değişebilir.
Bizzat eşcinseller için de geçerlidir bu. Örneğin, kamuoyunun
istediği gibi kendilerini «kötü» kişiler sayarak bu yüzden sorumsuz
davranabilirler. Ancak vicdani yargı olarak «eşcinsellik iyidir»
sonucuna vardıktan sonra, sorumlu yurttaş davranışına
girebilirler. (Eşcinsel alt kültürü hakkında da aynı gözlemler
yapılabilir.) Eşcinselliği sorun etmeyen toplumlarda ne
«eşcinseller» ne de bir «homo alt kültürü» bulunmaz. ABD'de ise her ikisi
de bulunmaktadır. Gerçekten de Amerikan homo alt kültürünün bizzat kendisi
de, örneğin «teyzeler ve çıtkırıldımlar»,
«uzatmalı kraliçeler», «fahişeler», «bisikletliler ve deliler
takımı» gibisinden birkaç ikinci derecede alt kültüre bölünüyor.
Bütün bu gruplar kendilerine özgü toplumsal ve cinsel biçimlerini
geliştiriyorlar. Buna karşın son yıllarda tümü de bazı
ortak değişikliklere uğramıştır. Geçmişte
genellikle ketum, kuşkulu, hoşgörüsüz ve
dışlayıcı olmalarına karşın, bugün daha
rahat ve açık hale gelmiştir. Üstelik artık onlara yeni, övünçlü
ve liberal homo alt kültürleri katılmıştır. Bunlar
arasında homo kurtuluş grupları, homo öğrenci birlikleri,
homo spor kulüpleri, homo kiliseleri, homo siyasal gruplar ve homo meslek
kuruluşları bulunmaktadır.
Bu ve öteki gelişmelerin sonunda,
eşcinsellerin hem kendileri hem de kamuoyu katında, görüntüsü çok
düzelmiştir. Giderek daha çok sayıda kişi eşcinsel rolünün
içsel ya da kalıcı olmadığını anlamaya
başlıyor. Çeşitli toplumsal baskılar altında edinilen
özellikler dışında, eşcinsellerin cinsel yönelimlerinden
başka bir ortak yanları yoktur. ABD'de eşcinsel
sapkınlık yaratan sapkınlıklar böylece
kırılmaktadır. En azından, geleneksel stratejilerden
bazıları artık başarılı olamamaktadır. Örneğin,
eşcinselliğin nedenlerinin psikiyatrik yöntemle
araştırılmasının nesnel bir bilimsel çalışma
olmadığı artık kabul edilmeye
başlanmıştır. Bu anlayış, gerçekte
eşcinsellerin denetim altına alınması için yeni mazeretler
bulma ve yeni yöntemler geliştirme çabasından başka bir şey
değildi. İşin aslına bakılırsa,
eşcinselliğin nedenlerini araştıran bir psikiyatrisi,
Protestanlığın nedenlerini araştıran bir Katolik engizisyon
yargıcına oldukça benziyordu. Kuramsal bilgi sağlamak isteyen
nesnel bir gözlemci değil, bir sapıncı ezip yoketmeye
çalışan, kurulu düzenden yana bir ajandı. Üstelik,
tıpkı Protestanlık gibi eşcinselliğin de belli bir
nedenler grubu olmadığı anlaşılmıştır
artık. Bu iki olayın bizzat kendilerine parmak basmak hemen hemen
olanaksızdır, çünkü gerek Protestanlar gerekse eşcinseller,
çeşit çeşit ve boy boydur. Son yargıda, dinsel ve cinsel
sapmaların tek başlarına incelenmesinde yarar
olmadığı anlaşılmaktadır. Bunlar dinsel ve cinsel
Ortodoksluğun doğal ürünleridir.
Bundan bütün cinsel standartların eşit
olduğu ya da tümünün birden terkedilmesi gerektiği anlamı
çıkarılabilir mi? Sapkınlık yalnızca onu görenin
gözünde midir? Her şey belirsiz midir? Kesin cinsel ölçütler hiç mi
yoktur? İnsanları cinsel ahlaksızlık nedeniyle
kınamaktan, cinsel suçlar nedeniyle cezalandırmaktan ya da cinsel
sorunlar nedeniyle tedavi etmekten vaz geçmeli miyiz? Elbette hayır. Bütün
bunları yapmak hem hakkımız hem de görevimizdir. Her şey
bir yana, çatışma ve mutsuzluğa yol açan ciddi cinsel uyumsuzluk
örneklerini hemen her gün görüyor ya da işitiyoruz. Bu örneklerin
kimilerinde cinsel saldırganlığın çeşitli biçimlerine
karşı korunma isteyen kurbanlar, kimilerinde ise insanı
kötürümleştirici cinsel çekingenliklerden, zorlamalardan ya da
yıkıcı eğilimlerden muzdarip ve profesyonel yardım
isteyen kişiler vardır. Bunlardan ne ilki ne de ikincisi uzun bir
süre yok sayılamaz. Hiçbir toplum belli cinsel idealleri olmadan
yaşayamaz. Bu standartların uygulanması ve bu ideallere
yönelinmesi, bu ideallerin amaçlanması, bir toplumun ahlaksal
değerinin doğrudan yansımasıdır:
Ama aynı nedenle her toplumun
yaşadığı deneyimlerin ışığında,
cinsel deneyimlerin tekrar tekrar incelenmesi gerekir. Bir toplum, cinsel
değerlerinin sorumluluğunu açıkça yüklenmeli, bir «doğal
düzen» kuruntusu ardına saklanmamalıdır. Tarihsel ve
karşılaştırmalı kültürel incelemeler cinsel
şiddet ve mutsuzluğun çoğu kez doğrudan doğruya
gerçekdışı, usdışı ve gereksiz toplumsal
düzenlemelerden kaynaklandığını açıkça gösteriyor.
Bizim uygarlığımızın bu konuda çok sefil bir
geçmişi olduğu kesindir. Avrupa ve Amerika'da, cinsel
sapkınlık tarihi resmi iki yüzlülüğün, zulmün ve
bağnazlığın dehşet verici örnekleriyle doludur ve
hepimizin önünde çok hüzün verici bir ders olarak durmaktadır.
Bundan sonraki sayfalarda, cinsel
davranış üzerine Batının geleneksel, dinsel, yasal ve
tıbbi standartları ayrıntılı olarak incelenecektir.
Ortaya çıkan cinsel sapkınlık biçimleri ve bunlarla başa
çıkmak için geliştirilen çeşitli yöntemler de uzun uzadıya
tartışılacaktır. Başka kültürlerle birkaç
aydınlatıcı karşılaştırmaya, gözleme de
gidilecektir. Metin, kolayca anlaşılması bakımından üç
bölümde düzenlenmiştir.
«DOĞAL» -
«DOĞALDIŞI»
Dinsel ve ahlaksal sorunlar gibi, cinsel
normların çiğnendiği yerlerde, cinsel uyumculuk ve
sapkınlık, doğruluk ve günah olarak görülür. Cinsel
davranışa «uyum halinde», «uygun» «ahlaken yerinde» ve «doğal»
gibi tanımlar verilirken, sapkın davranış da «uygun
olmayan», «ahlaksız» ve «do-ğaldışı» diye
adlandırılır.
Özellikle «doğal» ve
«doğaldışı» sözcükleri, doğanın
bahşettiklerinin her zaman salt edeplilik ya da ahlaklılıktan
çok daha etkin olması nedeniyle, oldukça yaygın bir biçimde
kullanılır ahlakçılar arasında. Doğa, insanın
saçma istek ve kaprisleriyle karşılaşmaz görünür. Bu nedenle,
doğa, gerçekten nesnel bir otorite, doğru ve yanlış
sorularda başvurulabilecek yanıl-maz bir yargıç olarak
görülebilir. Doğal bir ahlaklılığın
değiştirilemez, sonsuz, evrensel geçerlilikte olduğu ileri
sürülebilir. Aynı nedenle, ahlak yargılarını doğa
üzerine temellendirenler, kişisel eğilimlerinden uzak
olduklarını düşleyebilirler. Onlara göre, yaşamamız
gereken kuralları doğanın ta kendisi biçimlendirir.
Doğanın yönelimleri doğru aklın yardımıyla
bulunabilir ve biz insanlar bir kez onları bulduk mu, izlemeye
zorlanırız. Ahlaksal olan şeyler yalnızca doğal olan
davranışlardır. Bununla birlikte, bu kanıt doğa ve
ahlaklılığın her ikisinin de yanlış bir temele
dayanmasından kaynaklanır. Doğa yönelimlere sahip değildir
ve bizim kişi olarak değerlerimizden sorumlu olduğumuzu yadsımakta
ahlaklılık yoktur. Doğanın efendisi insandır ve onu
kendi değişken çıkarlarına göre biçimlendirir. Buna göre
insan uygun gördüğü doğal olayları özendirir ya da önler ve
başka birine karşı koymak için de doğanın tek bir
yasasını uygular sürekli. Gerçekte onun yaşamı büyük ölçüde
doğanın işleyişini sürdürmesi için karşı
çıkmak zorunda olduğu şeylere bağlıdır. Eğer
insanlar yalnızca «doğal olanı» benimserse, sonunda sabun ve
suyu istemeyerek tüm bedeni iltihaplı yaralarla kaplanan,
ayrıksı aziz Simon Stylites gibi yok olacaktır.
Yarasının üstünde kaynaşan kurtçuklardan yere düşenleri
alıp eski yerine koyarken şunları söylüyordu Aziz Simon:
«Tanrının size verdiğini yiyiniz!»
Şükür ki, çoğu insan bu
aşırı dindarlık örneğini izlemeyecek denli
akıllı. Böyleleri insanın ilerlemesinin her zaman
doğayı 'olduğu gibi' izlenmemesi gerektiğine
bağlı olduğunu biliyorlar. İnsanın tarihi,
doğanın dönüşümünün tarihidir. Özcesi, uygarlaşmış
yaratık olana değin kendi yaptığı bir dünyada
yaşar insanoğlu.
Normal Anormal?
Bu eski Yunan Vazo resmi
İsa'dan önce 6. Yüzyıla, Yunanistan'da «Mm Çağın»
başlama dönemine aittir. Burada cinsel ilişki biçimlerini deneyen
beş kişi daha sonra, geç dönemlerde Hıristiyan Teologlar ve
Psikiyatrlar tarafından «anormal» ya da «sapık» olarak
yorumlanmıştır. Soldaki iki erkek anal ilişkiye
başlamak üzereler, ortadaki adam çift bir «olisbos»u (suni bir penis ya da
«Dildo») kadının Vaginasına sokmaktadır, sağdaki
kadın ve erkek oral ilişki yapmaktadırlar.
Bu insan yapısı dünyanın önemli bir
parçası, insan davranışını belirleyen ahlaksal
değerler sistemidir. Birçok eski ve yeni cinsel
ahlaklılıkları sınadığımız zaman bu
özellikler daha açık bir biçimde görülür. Hepimizin bildiği gibi,
Yahudi - Hıristiyan kültürü seksin doğasının üretimsel
olduğuna ve bu amacı güçlendirmeyen herhangi bir cinsel
davranışın bundan ötürü «doğal olmadığına»
inanmıştır, bunca zaman. Dinsel dogmalar, yaygın mitler,
gelenekler, tutumlar, sivil-cezai yasalar ve dilimiz pek güzel bir biçimde yansıtır
bu inancı. Örneğin, insanın cinsel organlarını genital
organlar (Latince döllenme organları) ya da «üreme sistemi» olarak
belirlediğimizde, onların döllenmeden ileri gelen doğal
işlevlerini belirtmiş oluruz. Bununla birlikte, cinsel
organların daha başka birçok özellikleri bulunduğundan, bu
bakış oldukça seçmeci bir anlayışı
yansıtmış olur. (Bkz. «Erkek Cinsel Organları» ve
«Kadın Cinsel Organları».) Kuşkusuz bilimadamları bu
olgunun bilincindedirler ve bu terimleri öyle uluorta, olur olmaz yerde kullanmaktan
kaçınırlar. Bununla birlikte, bazen bilimadamları
dışındakiler, uygun organlara «uygun» işlevler üretmeye
çalışmakta ısrar ediyorlar. Bu anlayışa göre,
Tanrı, doğa, ve akıl, üreme organlarının başka
herhangi bir amaç için kullanılmasını yasaklıyor. Ancak
ağız, diş, dil ve boğazın hep birlikte «gıda ya
da beslenme sistemi» olarak tanımlanması pek anlamlı
olacağa benziyor. Çünkü bu anlayış sürdürüldüğünde,
sonraları insanların konuşması, şarkı söylemesi,
ıslık çalması ya da öpmesini yasaklamaya değin
uzanacaktır.
Aydın dürüstlüğü, böyle önceden
tasarlanmış bir sonuca varan, katı, basitleştirilmiş
düşüncelerden kendimizi uzak tutmamızı gerektirir. Bunun yerine,
doğanın insan vücudunun nasıl kullanılacağını
belirlemediği ve bunun her zaman insan iradesince belirlendiği
gerçeğini koymalıyız. İnsan ağzını
yalnız yemek yemek için değil, aynı zamanda konuşmak,
şarkı söylemek, öpmek, sigara içmek, çalgı çalmak için,
bacaklarını yürümek, koşmak, atlamak, zıplamak,
tırmanmak, seksek oynamak ve tango yapmak için, cinsel
organlarını da üreme ve aynı zamanda zevk almak ve eşine
zevk vermek için kullanabilir.
Bu kullanışların herhangi biri
kişiye göre «doğal» ya da «doğal değildir». Doğada
değişiklik yapmak ya da yetkinleştirmek insanın bir
parçasıdır. Üstelik kültürün de temelidir bu. İnsanlar günümüzde
saçlarının ya da tırnaklarının «doğal olarak»
büyümesine izin vermiyor, onları modaya göre kesip boyuyor. Ayrıca
yiyeceklerini de doğal olarak, yani çiğ yemeyip pişirerek,
ızgara yaparak ya da fırında pişirerek yiyorlar.
«Doğal» acılara katlanmak zorunda olmadıklarından,
bunları önleyici, yok edici ilaçlar yapıyorlar. Çeşitli bitki ve
hayvanları olduğu gibi, yani doğal görünümleri ve biçimleri
içinde bırakmayıp, onlardan yeni cinsler ve türler yaratıp yeni
meyveler, yeni sığırlar yetiştirmeye girişiyorlar.
Doğa, insanın uçmasını amaçlamadığı için ona
kanat vermemiş, oysa insanoğlu çok doğal olarak, doğal
sorunlarının üstesinden gelmiş; balonu, zeplini,
uçağı, roketi ve uzay gemisini keşfederek doğayla
ilişkisini bir kez daha göstermiş oluyor.
Özcesi insan kendisi için neyin «doğal»
olduğuna yine kendisi karar verir ve ahlak değerlerini de bir
başına oluşturur: Sonra da, kendi ahlak anlayışı
içine girmeyen ve çevresindeki doğal dünya içinde görülen ahlak
değerlerini bir kenara atar. Doğa da değer bakımdan
özgürdür gerçekte. Doğanın tercihleri, yönelimi soncul amacı
yoktur. Çürüme kadar gelişme, hastalık kadar sağlık, ölüm
kadar yaşam da doğaldır. Doğa güneşi yağmuru da,
sıcağı da soğuğu da yenebilir ve yenmez bitkileri de
kısırlıktan kurtarıcı, gebelik önleyicileri
ilaçları da, özcesi buna benzer her durumu sağlıya-
bilir. İnsan aklı bunlar arasında
bir seçim yapıp kendi yaşamı için çeşitli ahlak ve
ahlaklılık sistemleri yaratır. Şimdiye değin bu
sistemler doğada sunulmakta olduğundan, insanların sahip
olmadığı bir nesnellikle donatılmış görünürler.
Bununla birlikte, bugün bu strateji kabul edilemez. Zaman, kendini bilen bir
gerçekle yüzyüze gelmiş bulunuyor: Hepimiz inançlarımızdan ve
inançlarımız adına dostlarımıza, insanlara
yaptıklarımızdan sorumluyuz.
SEKS VE DİN
Ahlaksal sorunlara binlerce yıl tam
anlamıyla dinsel içerikli kararlar getirildi. İnsanlar kimi üstün
insan yetkesinden ayrıcalığın ne olduğunu
öğrendikleri için doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden
ayırt edebiliyorlardı. Ama ruhlar; Tanrılar ya da Tanrı,
belli bir yolda davranılmasını buyurdu, herhangi bir biçimde bu
yoldan sapıp başkaldıranlar cezalandırıldı.
Özcesi, ahlaklılık ve din bir anlamda özdeşti.
Tanrıtanımaz ahlak sistemi ise ancak insanlık tarihinin son
çağlarında görüldü, yani uygarlığın bir ürünü olarak
ortaya çıktı.
Bununla birlikte, dinsel olsun ya da olmasın,
geçmişin çoğu ahlak sistemleri, kendilerini evrensel geçerlilikte
sunmaya çabaladılar ve bu yüzden kendilerinin insan etkisinden
bağımsız olduğunu ileri sürdüler. Yalnızca kiliseler
değil, aynı zamanda otoriter yönetimler de her zaman herhangi bir
dolaysız ahlaksal sorumluluğu yükümlenmekte garip bir isteksizlik
göstermektedir. Bu güçler, çok özgün olan ahlak ölçütlerini uygulamakta
diretirken, bu ölçütleri kendilerine uygulamaya çoğun
yanaşmadılar. Dindar ahlakçılar «Tanrının iradesi» ya
da «Doğanın yönelimi»ne, Tanrıtanımaz ahlakçılar da
tarihin mantığı «diyalektik materyalizmin yasaları» ya da
bunlar gibi inanılmaz, karşıkoyulamaz güçlere dikkat çektiler.
Bir nedenle sapkınlık ya «günah», «putperestlik», «yoldan çıkma»
«günaha girme» gibi dinsel terimlerle, ya da «hainlik», «tepkisel
davranış», «öznelcilik» ve «burjuva yozlaşması» gibi bu
dünyaya özgü terimlerle tanımlandı. Sapkın kişilerin
itirafta bulunması ya da herkesin gözü önünde özeleştiri yapması
gerekirdi. Her iki durum sonucunda da bu kişiler yeniden eğitiliyor
ve kimi resmi dogmalar uğruna kişisel ilgilerini kesmeye
zorlanıyordu.
Genei ahiak üzerine söylediğimiz cinsel ahlak
için de geçerlidir kuşkusuz. Burada da yine, dindar olsun.
Tanrıtanımaz olsun, her iki uçta insan, eylemlerini onların
zevk, doyum ya da mutluluk gibi «öznel» etkilerine göre değil de, ilgili
eylemlerin iddia edilen «nesnel» karekterine göre yargıladı. Cinsel davranışın
kimi yüce deneyüstü (transendental, aşkıncı) yasaya uyması
gerekirdi. Bu yasa kimileyin yardımsever, hoşgörülü, esnek ve sekse
yaklaşımı açısından olumlu, kimileyin ise baskıcı,
dar, katı ve sekse yaklaşımı açısından olumsuzdu.
İlk yaklaşımda insanların büyük çoğunluğu cinsel
doyuma erdi. İkinci örnekte ise yalnız küçük bir azınlık bu
doyuma kavuşabiliyordu. Geri kalanların tümü cinsel bakımlardan
çeşitli düzeylerde engellenmiş olarak kaldı. Sonuçta,
yaşamları oldukça tiksinç, sıkıcı ve
acı-masızcaydı. Aynı zamanda kendi içlerinde mutsuz,
başkalarına karşı da hoşgörüsüzdüler. Kimi
toplumların kendi üyelerini cinsel çileciliğe zorlarken,
başkalarına neden böyle davranmadıklarını çözemiyoruz.
Friedrich Engels, Sigmund Freud ve Wilhelm Reich gibi yazarlar «Ailenin, Özel
Mülkiyetin ve Devletin Kökeni», «Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları»
ve «Cinsel Ahlakın Boygöstermesi» adlı yapıtlarında, uzak
geçmişte insan tarihi her nasılsa «yanlış bir yola sapıldığında»
cinsel bastırmanın nedenlerini bulmaya çabalarken farklı
kuramlar ileri sürdüler. Bununla birlikte, bunlar oldukça parlak kuramlar
olmasına karşın, sorunların çoğunu çözümlemeden
bırakıyor. Günümüzde yalnız tek bir şeyden emin olabiliriz:
Cinsel ahlakı yaratan insanın ta kendisidir ve bu yüzden kendi iyiliğini
tehdit etmeye başladığı zaman doğal olarak onu
değiştirme hakkı da yine kendi elindedir. Gerçekte,
koşullara göre bu hak onun ahlaksal görevi haline gelebilir.
Aşağıdaki sayfalarda, geçmişte
ve günümüzde görülen çeşitli dinlerin bu alandaki öğretileri
özetleniyor. Bununla birlikte çağcıl, dinci olmayan ahlak
sistemlerinin de cinsel tutumlarda çeşitlilik gösterdiği
anımsanmalıdır.
Tarihsel Zemin
Batı uygarlığının kökleri
antik çağlara değin uzanır. Gerçekte ayrımında
olalım ya da olmayalım, günümüzün ahlak değerleri
yüzyıllardır akıp giden zaman içinde olayları,
koşulları ve ortak deneyimleri yansıtır. Örneğin, eski
pagan döneminden Yahudiliğe ve Hıristiyanlığa
varıncaya dek, cinsel ahlak çok çeşitli dinsel inançlarca
etkilenegelmektedir. Bu etki yalnızca doğrudan ve açık bir
biçimde değil, aynı zamanda dolaylı, sıkça, ince ve gizlice
görülüyordu. Birçok örnekte görüldüğü gibi, inançlar zayıflayıp
değiştikten sonra bile etki göstermekte diretiyordu. Bu nedenle, kimi
önemli Batı dinlerine ve özellikle insanın cinsel
davranışı üzerine ortaya koydukları öğretilere, en
azından şöyle bir göz atmak yerinde olacak.
Eski Yunan ve Roma
Genel olarak konuşursak, eski Avrupa
uygarlıklarının sekse karşı çok olumlu bir biçimde
yaklaştıklarını söyleyebiliriz. Oysa şimdi
irdeleyeceğimiz anlamda, Kuzey Avrupa uygarlıklarını
atlayıp, Batı ahlak anlayışını uzun zamandır
etkisi altında tuttuğu için Akdeniz Bölgesinde görülen
uygarlıklar üzerinde yoğunlaşabiliriz.
EROSVN KUCAKLAYIŞI
Yunanlılar, tüm cinsel
isteklerin, gençlik, oyun ve güçlülük Tanrısı Eros'tan
esinlendiğine inandılar. Onun kucaklayışına direnmek
salt boşa gitmekle kalmayacak, aynı zamanda kutsal bir şeye
saygısızlık olarak kabul edilecekti.
Eski Yunan'da yaşamın temel güçlerinden
biri olarak görülürdü seks; olgudan çıkışla, tüm cinsel
tepkilerin iyi bir şey olduğu kabul edilirdi. Gerçekten de
çeşitli Tanrılar, ayrıca bereket, güzellik ve cinsel zevk
Tanrıçalarına görkemli törenlerle, özel biçimde, özel
tapınaklarda tapınılırdı. Yunanlılar aynı
zamanda tüm Tanrılarının seks yaşamlarına gerçek bir
güç ve çeşitlilik verdiklerine inanırlardı. Bu nedenle
Yunanlılar, bu gücü o Tanrısal örneği izleyen ölümlüler için uygun
bulurlardı.
Öte yandan, Yunanlılar cinsel perhize öylesine
az ilgi gösteriyorlardı ki, bu nedenle dillerinde iffet, fazilet gibi
kavramları karşılayacak bir sözcük bile yoktu. Bu kavramlar
yerine «hazcılık», yani tanımlarının tümünde cinsel
zevk anlamına gelen «hedone» sözcüğünü kullandılar. Bununla
birlikte, eski Yunan'da hazcılık, «hedonizm» kesinlikle cinsel izin
için bir buyruk, bir reçete anlamına geliyordu. Hazcılık,
yaşamın oldukça hoş bir eğlencesi, insan bedeninin ve
özellikle cinsel işlevselliğin vazgeçilmez bir öğesiydi. Zevk
akıldan ayrı değildir ve onunla uyum içindedir her zaman. Beden,
taşıdığı ruh uğruna asla
cezalandırılmaz ya da ölme noktasına değin aç
bırakılmazdı. Yunanlılar ölümden sonra bir
yaşamın varolacağına inanmadıklarından, bu
dünyada her anın dolu dolu yaşanmasıyla yükümlü saydılar
kendilerini.
Gençlik ve fiziksel güzellik büyük hayranlık
uyandırdığı için, gencecik bedenler her zaman giysilere
bürünmüyor ve sık sık gururla sergileniyordu. Birçok dinsel tören ve
güzellik yarışmalarında çıplak bedenle görünmek olağan
bir durumdu. Genç erkekler cimnazyumda çıplak bulunuyor, spor
karşılaşmalarında (özellikle olimpiyat oyunlarında)
kadın seyirciler olmaksızın çıplak bedenle
yarışıyorlardı. Öte yandan, Sparta'da oğlanlar ve
kızlar arasındaki güreş karşılaşmalarında
bile yarışmacılar çıplaktı. Erkek ve dişi
dansçılar, partiler ya da başka türde toplantılarda
konukları çıplak vücutla eğlendiriyorlardı. Ayrıca
tapınaklar, tiyatrolar, meydanlar ve evler, çıplak erkek ya da
kadın yontuları ve resimleriyle süsleniyordu. Cinsel çıplak
görünümler olağan karşılanıyor, nitekim çıplak cinsel
etkinlikleri konu alan birçok sanat çalışması bunu
doğrulayan resimler sunuyordu. Yunanlılar sürekli bir güzellik
arıyor ve hiçbir şey gözlerine sağlıklı, genç,
çıplak bir insan vücudundan daha güzel görünmüyordu. Yunanlılar
erkeğin üstün tutulduğu bir toplumdu ve onun 'altın
çağında' güzellik ideali erkekti, kuşkusuz. Erkekler
çoğunlukla evlenmeye, bir aileye bakmaya yükümlü olmalarına
karşın, eşlerinde romantik bir bağlılık
aradılar. Çoğu soylu, duyarlıkları ve tutkulu duygularını
evlilik öncesi ve eşcinsel ilişkiler için saklıyordu. Bu konuda
desteği yine dinlerinde buluyorlardı. Zeus ve Apollo gibi
Tanrılar ve Herkül gibi yarı tanrıların güzel, genç
erkeklere âşık olduklarına inanılırdı. Bu yüce
örneklerin birçok Yunanlıya sürekli bir esin kaynağı
olduğundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın.
Klasik Yunanistan'da aşk ve cinsel istek;
gençlik, güçlülük ve önceden bilinemezlik Tanrısı Eros'ta
cisimleniyordu. Eros, insanları istediği gibi kullandı; ona
karşı herhangi bir direnç yalnız kutsal bir şeye
saygısızlık olmayacak, aynı zamanda umutsuz bir
çıkıştan öteye gitmeyecekti. Aşkın tüm biçimleri
Tanrısal kökenliydi ve bu yüzden ona saygı gösterilmesi gerekirdi. İşte
bu temel inanç, Yunanlıların cinsel konularda niçin o denli
hoşgörülü olduğunu ve cinsel «sapkınlar»ın da niçin
herhangi bir dava konusu olmadıklarını güzelce
açıklamış oldu. Herhalde, şu bizim insan cinselliğinin
modern, garip görünümlerinin çoğu, gerçekten bilinmiyordu. Örneğin,
acı ve haz hiçbir zaman birleşmedi ve böylece cinsel «zalimlik»,
«kölelik ve disiplin» ve başka bu türden pratikler gelişme
şansına sahip olmadı. Özellikle bu son durumuyla Yunanistan,
imparatorluk Romasının cinsel gaddarlık ve
acımasızlığının yaygın olduğu günlerde
keskin bir karşıtlık oluşturuyordu. Sonunda, Romalılar
arasında seks, Yunanlılar arasında görülenden çok daha kaba,
duygusuz ve bayağı oldu. Bununla birlikte, zenginlerin
alışılagelmiş belli yanları bir yana, sekse karşı
Roma'da genel tutum oldukça akla uygun ve gerçekçiydi.
Yunanistan'da olduğu gibi, Roma'da da dinsel
inançlar temelde bir tarım toplumunun değerlerini
yansıtıyordu. Çiftçiler, sığırlarının
artması ve iyi ürün almak için dua ederlerdi; zaten en eski dinsel
törenleri de bu örneklere koşutluk içerisindeydi. Doğal olarak, zaman
içerisinde bu törenlerin birçoğu değişip arındı; ne
var ki, imparatorluğun kentleşmiş Roması hâlâ dinsel
sefahat törenlerine ve cinsel bakımdan oldukça açık saçık
şölenlere zaman ayırmasını biliyordu. Öte yandan, tarlalar
ve bahçelerin bereket Tanrısı Priapus'un sertleşmiş
durumdaki görkemli penisini gösteren yontularıy-la korunması da
savsaklanmıyordu. Erkek cinsel organlarını simgeleyen sanat
eserleri de şölenlerde taşınıyor, iyi şanslar getirsin
diye bir güzel süsleniyorlardı.
Oysa, Yunanlılar gibi, Romalılar da
hiçbir zaman seks ve üremenin birbirinden ayrılmaz olduğu
inancına dikkat etmediler, ama cinsel etkinliğin tüm
çeşitlerinin Tanrısal bir esin kaynağı olduğu ve
bundan dolayı da iyi bir şey olacağına inandılar.
Gerçekte, Yunan kültürünün egemen olduğu alan-
•ar içinde, imparatorluğun
yayılmasıyla birlikte, Romalılar birçok Yunan gelenek ve
inancını doğrudan benimsediler. Böylece, Yunanın Afrodit ve
Eros'u, Roma'da Amor ve Venüs adıyla yeni iki Tanrı haline geliyordu.
Yunan eşcinsel aşkının ülkücülüğü ve soyluluğu,
henüz çoğu Romalının ulaşabileceğinden uzaktaydı.
Eşcinsel ilişkiler normal ve doğal sayılırken,
onları olağanüstü değerlendirenlere de seyrek olarak rastlanıyordu.
Romalıların sekse yaklaşımı oldukça dolaysız,
yavan ve kılgısaldı.
Özetlersek, Yunanistan ve Roma'da; dinlerin,
insanın her türden cinsel kapasitesinin tam anlamıyla dışa
vurulmasına izin verdiğini söyleyebiliriz. Modern dinsel inançlarla
oldukça şaşırtıcı bir karşıtlık içinde
olduğu görülüyor. Oysa, eski ve yeni tutumlar arasındaki en büyük
fark, belki de budur: Eski Dünyada cinsel isteğin nesnesi üzerinde
değil, bizzat kendisi üzerinde durulurdu. Böylece, erkekler ve
kadınlar sık sık âşık olmuyorlardı. Aşk,
âşık olandan kaynaklanan itici bir güçtü. Başkalarına
yöneliyordu ama, gücü ve değeri hiçbir zaman onların tepkilerine
bağlı değildi. Bu bakış, Yunanlılarda daha iyi
dile getiriliyordu: «Aşk Tanrısı, âşığın
kendisinde bulunur, sevilende değil.» Özcesi, her cinsel
davranışta tapılan, cinsel eşten çok, aşk
Tanrısının kendisiydi.
Eski Yunanlılar ve Romalılar, bedensel
aşkı dinsel bir tablo içerisinde yücelttiklerinden, cinsel perhiz
yapanlara karşı pek hayranlık duymazlardı. Ancak Helenistik
dönemde, yani Hıristiyanlığın görülmeye
başlamasıyla birlikte, bu perhizci tutum belli çileci filozoflar
arasında bir ilgi uyandırdı. Filozoflar, ölümlü bir bedenle
ölümsüz bir ruh arasında çatışma olduğunu ileri sürerek,
«doğruluk» ve «saflık» uğruna tüm maddi şeyler ve duyusal
zevklerden vazgeçtiler. Bu yeni çileciliğin birdenbire yaygınlaşmasının
nedenleri pek açık değil. Bununla birlikte, ilk Hıristiyan
düşünürlerinin büyük bir çekim gücüne sahip oldukları da oldukça
açıktır.
Eski İsrail
Eski İsrail'in töreleri, yasaları ve
dinsel inançları, Kutsal Kitap'ta titizlikle ve oldukça geniş bir
biçimde anlatılır. Bu nedenle, Kutsal Kitap hâlâ çeşitli
Batı ülkelerinde yaygın olarak okunur. Bu kitapları okuyan
insanlar diğer insanlara göre İsraillileri daha iyi tanır.
Koşullar nedeniyle, kitabımızda bu konuya ancak çok kısa
bir giriş yapabileceğiz.
Çoktanrılı komşularının
tersine, İsrailliler, yalnızca dünyanın yöneticisi ve
yaratıcısı olan Yahova'ya, yani tek bir Tanrıya
inandılar. Tanrı da İsrailleri
kendi kavmi olarak seçmiş, uymak zorunda
olduğu yasaları elçisi Musa aracılığıyla
iletmişti. Bu yüzden, İsrailliler de bu buyruklara göre yaşamak
ve öteki Tanrısal yasa ve yabancı etkilerden uzak durmakla yükümlü
tuttular kendilerini.
İsrailliler için seksin temel
amacının üremeyi gerçekleştirmek olduğu bilinmektedir.
Erkekler ve kadınlar «meyveli» olup, çoğalma sağlamakla
yükümlüydüler (Yaradılış I: 28). En kutsanacak şey,
geniş bir aile kurmaktı. Bu nedenle, Tanrı, İbrahim'i
ödüllendirmeye karar verdiği zaman ona şunları söyledi: «Seni
kutsayacağım ve soyunu deniz kıyılarındaki kumlar,
gökyüzündeki yıldızlar kadar çoğaltacağım»
(Yaradılış 22: 17). Bu nedenle, cinsel perhiz, Tanrı önünde
yalnız çirkin bir şey değil, topluma karşı bir tutum
alarak yoldan sapma anlamına da geliyordu. İşin doğrusu,
çocuk yapmak istemeyen bir kişi, kan döken birinden değersiz
sayılıyordu.
İsraillilerin çoğalmaya karşı
bu Tanrısal ilgileri, erkek üreme organını saf ve hemen hemen
kutsanmış bir varlık düzeyinde değerlendirmelerine yol
açtı. Örneğin İbrahim, oğlu İshak'a uygun bir eş
aramak için hizmetkârını görevlendirdiği zaman, ondan dinsel bir
yemin istediğinde, hizmetkârın, elini İbrahim'in uyluğuna
koyarak, oğlu İshak'ın hiçbir zaman Musevi olmayan biriyle
evlenmesine yol açmayacağı üzerine yemin etmesi oldukça dikkat çekicidir
(Yaradılış 24: 24). (Buna benzer bir uygulama Eski Roma'da da
görüldü. Burada yemin edilirken, yemin eden, elini öbürünün yumurtalarına
değdiriyordu.)
«Testide» sözcüğü, Latince «tanık»
anlamına gelen «testis»in küçültücü bir biçimiydi. Bu sözcük,
İngilizcede «testify», yani şahadet etmek, tanıklık etmek
eyleminin kökünü oluşturuyordu. Öte yandan, seks organları belli bir
koruma altına da alınıyordu. Bir kadın kocasıyla kavga
eden bir adamın yumurtalarını ya da penisini sıkıp
kocasına yardım ederse, kadının eli kesilirdi (Deuteronomy
25: 11-22). Ayrıca, cinsel olarak özürlü bulunan erkekler de cemaat
dışına çıkarılırdı.
Kutsal Kitap'tan alınan çeşitli parçalar,
İsraillilerin de cinsel zevklerine ne denli düşkün
olduklarını gösteriyor. Buna dayanarak seksin, İsrailliler için
sağlıklı yaşamın bir parçası ve seksten
hoşlanmanın bir fazilet olduğu söylenebilir. Bu bakışa
göre, yeni evli çiftler büyük bir balayı yapma hakkı
kazanmış oluyordu: «Yeni evlenen bir adam askere alınmaz ya da
herhangi bir iş verilmez, karısıyla mutlu olmak için evinde
gönlünce bir yıl geçirir (Deuteronomy 24:5).
Öte yandan da, ne erkeklerin ne de
kadınların vücutlarını çıplak göstermeleri teşvik
edilirdi. Çıplaklık, genellikle ayıp ve utanç verici olarak
değerlendirilirdi. Örneğin, zina eden bir kadın, kocası
tarafından herkesin gözü önünde çırılçıplak
bırakılarak cezalandırılmış olurdu.
Sayısız töre ve düzenlemelerle, cinsel organların
istemdışı görülmesi bile önlenmeye
çalışıldı. (Sonraları, bir Yahudinin bir Yunan
cimnazyumunda çalışma yapması, inançlarından
saptığını gösteren bir durum olarak değerlendirildi.)
Her şeye karşın, Eski
İsraillilerin bir erdemlilik taslama ve püriten hava içinde
olduklarını söylemek yanlış olacaktır. Gerçekte, pek
çok açıdan onların sekse yaklaşımları olumluydu. Ancak,
üreme üzerinde durarak cinselliğin tek kabul edilir biçiminin
birleşme olduğuna inanmaları da başka bir gerçek.
Dolayısıyla, tüm üremedışı seks (kendi kendini
uyarım da dahil olmak üzere), Tanrı'nın iradesine karşı
gelmek olacağından, doğal bulunmuyordu. Dahası,
eşcinsel ilişki ve hayvanlarla cinsel ilişki, ölümle
cezalandırılıyordu (Levitikus 20: 13 ve 15).
Bu cinsel hoşgörüsüzlüğün, cinsel
temellere dayandığını bir kez daha yerleştirmeliyiz
belleğimize. İsrailliler, ulusal ve dinsel kalımları
(bekaaları) için dövüştükleri zaman, çevreleri sayısız
Tanrı ve putlara tapan ve cinsel etkinliğin tüm biçimlerini uygulayan
kavimlerle doluydu. Eski Ahit'teki Krallar Kitabından ve peygamberlerin
açıklamalarından, İsraillilerin Kudüs'te tapınaklara bağlı
olarak çalışan erkek ve dişi fahişelere sahip
olduklarını, üstelik bunların öteki yerel tapınaklarda da
çalıştıklarını öğreniyoruz. Bununla birlikte,
tektanrıcı saflık uğruna, bu «kutsal fahişelik» ve
öteki çoktanrıcı töreler, sonunda halkın yaşamından
silindi. Böylece halk, üremedışı seksle putperestliği
birleştirip ona büyük bir dinsel kusur gibi davranmaya başladı.
Yine de, evlilik içinde birleşmenin dar
çatısı altında bile olsa, cinsel zevk nispeten iyi bir şey
olarak kaldı ve az da olsa özendirildi. İ.Ö. ve hemen sonraki
yıllarda ortaya çıkan Yahudi tarikatı Essenelerde görüldüğü
gibi, Eski İsrail tarihinin sonlarında, son derece çileci ülküler
gelişti. Ancak bu cinsel çilecilik, hiçbir zaman bir bütün olarak Yahudi
kültürünü temsil niteliği taşımadı.
Katolik Kilisesi
İsa Mesih zamanında, Roma
İmparatorluğu sınırları içinde çeşitli çileci
dinsel hareketler gelişmeye başlamıştı. O dönemde, tüm
cinsel isteklerden vazgeçip çileciliği seçen Esseneliler yalnız
değildi, insan vücudunun «murdar» olduğunu ileri sürerek ona eziyet
edilmesini ve ölene değin aç bırakılmasını savunan
birçok papaz ve mezhep de bulunuyordu. Bununla birlikte, İsa,
cinselliğe karşı olan herhangi bir tutumu destekler görünmedi,
üstelik cinsel bakımdan daha geleneksel ve olumlu olan Yahudi
öğretilerini izledi. Gerçekte, özgün sorunlara karşı
yaklaşımı üzerine çok az şey biliniyor. Kendisi bekâreti
bozulmamış kaldı ama cinsel itileri de hiçbir zaman övmedi,
mahkûm da etmedi. Uygulamada, cinsel bakımdan toplumdışı bırakılanlara
karşı tutumu sevecen ve bağışlayıcıydı
(Luka İncili 7: 36, 50/John İncili 8: 1-11.
İnsan cinselliği, daha
ayrıntılı olarak, Hıristiyanlığın en büyük
yaylalarından Aziz Paul tarafından tartışıldı.
İsa'nın kişisel disiplini altında yetişmeyen Paul,
zamanının olumsuz cinsel tutumlarından açık bir biçimde
etkilenmişti. Paul'ün eşcinsel ilişkiyi şiddetli bir
biçimde lanetlemesi, geleneksel Yahudi inancı çerçevesinde
açıklanabilir. Paul, cinsel isteği son derece acınacak bir
zayıflık olarak gördüğünden, bu geleneğin oldukça ötesine
düşer. Nitekim Paul, bekârlığın evlenmekten daha üstün
olduğunu açıkladığında, Yahudi öğretisine
açıkça karşıt bir tutum içindedir. Sekse karşı bu
çileci tutum Tertullian, Jerome ve Augustine gibi katı ve koyu
Hıristiyan bilginlerince daha da derinleştirildi. Kilise
Babaları diye adlandırılan bu düşünürler, çok düşük
bir duyusal haz görüşüne sahiptiler. Parlak bir düşünür ve yazar olan
Augustine, bu alanda oldukça etkinlik gösterdi. Kuzey Afrika'da doğup
orada ölmesine karşın, orta yaşlarını, belli çileci
düşüncelerin yayılıp moda olduğu İtalya'da geçirdi.
Gençliğinde ve olgunluk yıllarının başında
oldukça etkin bir seks yaşamı vardı, ancak
Hıristiyanlığa dönmesiyle birlikte bunlara son verdikten
başka, seksin utanç verici ve yozlaştırıcı bir
şey olduğunu savundu. Ona göre, cinsel ilişki sırasında
oluşan istemdışı bedensel tepkiler, köleliğin
belirtisi gibi sıkıntı veriyordu insana. Bu bedensel tepkiler,
Tanrı katında, kendi bedenlerinin ustası
olmadıklarını gösterdi insanlara. Bu tepkilerin yerini,
soylarının özdenetimleri ile Adem ve Hawa'nın günahları
aldı; böylece Yahudiler, ille de cinsel doyum arayan şehvetli
arzulardan vazgeçirildi. Bu nedenle, «yeni» bir Hıristiyan
yaşamı bu türden şehvetin tümüyle
bastırılmasını öngörüyordu. Evlilik kötü bir şey
değildi, çünkü o soylu üreme görevi için karı-kocaya bir izin
sağlamış oluyordu. Bununla birlikte, karı-koca
arasındakiler de içinde olmak üzere, her cinsel etkinliğe kötü gözle
bakıldı. Böyle bir eğitim sonucunda doğan her çocuğun günah-
Sodomi (hayvanlarla cinsel
ilişki) suçu
Bugün bile ABD'nin birçok
eyaletinde «Sodomi»ye ya da «doğaya aykırı suça» karşı
yasalar vardır. Bu yasalar oral ya da anal cinsel ilişkiye,
eşler arasında da, ağır cezalar verirler. Ama eskiden
«Sodomi» denince yalnızca erkeklerin işleyebilecekleri dini bir suç
anlaşılırdı.
Sodom'un Yıkılması
ilk Hıristiyanların
inanışına göre incil kenti Sodom, erkekleri homoseksüel cinsel
ilişkide bulundukları için Allah tarafından
yıkılmıştır. Gerçi modern incil
araştırmaları bu konuda şüphededir, ama bu yorum 1500
yıl boyunca Hıristiyan zihniyetini etkilemiştir. (Monreale
Katedralinden Mozaik)
Hıristiyan İmparatoru
Jüstinyen ve Danışmanları
Kentlerinin Tanrı
tarafından yıkılmasını engellemek için
Hıristiyan-Roma imparatorları Avrupa'da «Sodomiye», yani erkeklerdeki
homoseksüel davranışlara !<arşı, ilk yasaları
çıkarırlar. 6. yüzyılda Doğu Roma imparatoru Jüstinyen,
(Burada arkasında hale olan) erkek homoseksüeller için ölüm
cezasını ünlü yasa yapıtında resmi olarak yazmıştır.
Bu yapıt tüm Batı hukukunu oldukça etkilemiştir. (Ravenna'daki
San Vitale Kilisesinden Mozaik).
larından arındırılması
için Babtizmin gücüne ihtiyaç duyuldu. Adem ve Hawa'dan beri süregelen
şehvete karşı bu talihsiz karşıt tutum, sonraları
bile öylece kaldı.
Augustine'nin kişisel günah ve suçu seksle
birleştirmesi uzun bir süre etkinliğini gösterdi ve ne yazık ki
daha sonraları bile Hıristiyan düşünürlerini etkilemeye devam
etti. Kısacası ilk Hıristiyan kilisesinin herhangi bir duygunun
gelişimine karşı entelektüel ve ahlaksal havasının
düşmanca olduğunun anımsanması gerekir.
Onlar, dünyanın sonunun geldiğine, yani
kıyamet gününün yaklaştığına inanırlar, hatta
yaşam üzerine genel bir bakış kazanmadıkları zaman
umutsuz ve çileci olurlardı. Bekâret, tam anlamıyla perhiz ve bedenin
sistematik olarak ihmali, faziletin simgesi sayılırdı.
Keşişler ve münzeviler övülür, şehvani olana karşı
tutumları alkışla karşılanırdı. Dahası,
kendi kendini hadım etme, ahlaksal bir davranışın yerine
getirilmesi olarak değerlendirilirdi. Ayrıca, dinsel
bağnazlık ve hoşgörüsüzlük; bir yücelik, ululuk ölçüşüydü.
Sonuç olarak, Hıristiyanlık, Roma İmparatorluğunun resmi
dini olduğu zaman, paganizmin kalıtları olarak görülen belli
cinsel davranışları yasaklayan katı yasalar getirildi.
Özellikle eşcinseller ile Hıristiyan cinsel ahlakından
«sapanlar», büyük suç işleyenler olarak ilan edilip herkesin önünde diri
diri yakıldılar. Özcesi, Hıristiyanlar kendi kendilerine
baskı yapmayı bıraktıktan sonra, başkalarına
zulmetmeye başlamışlardı. (Bkz. «Seks ve Hukuk -Tarihsel
Zemin».)
Hıristiyan kilisesi, zamanla Avrupa'da
yayılıp gelişirken, bu ilk Hıristiyan çileciliğinden
daha ılımlı bir tutum içine girmiş bulunuyordu. Gerçekte,
papazlar cemaatinden olanlar bile evlenip yeni aileler kurdular. Kilise
önder-lerince kaldırılan bu yasaktan sonra, ortaçağda kilisede
evlenmeler oldukça yaygın bir biçimde görüldü. Zamanla, cinsel
suçları yargılama, dünyevi olan tüm sorunları yargılama
hakkını ruhların kurtuluşuna bağlı sayan kilise
mahkemelerine bırakıldı. (Bununla birlikte, belli durumlarda,
dava konusu olanlar cezalandırılmak üzere yöneticilere teslim
ediliyordu.)
Cinsel davranışa karşı
ortaçağ kilisesinin tutumu; itiraf eden, pişmanlık
duyduğunu açıklayanlar için -bunlar «penitentialler» diye adlandırılırdı-,
yazılmış uzun bir günahlar listesiyle, onlara uygun
cezaları anlatan kitaplarda iyi bir biçimde ortaya konmuştur.
Genelde, pişmanlık kitapları
(penitentialler) «sapkın cinsel davranışa» ya da etkin «normal»
evlilik çerçevesinde olan cinsel yaşama karşı az da olsa
hoşgörülüydü. Ancak, sonraları Thomas Aquinas ve izdeşlerinin
kilise üzerinde etkinlik kurmalarıyla birlikte,
Hıristiyanlığın cinsel politikaları bir dereceye kadar
daha dengeli ve gerçekçi oldu.
Ortaçağın en büyük tanrıbilimcisi olan
Aquinas, seks konusuna dizgesel ve mantıksal yaklaşımıyla
ciddi bir etki yarattı. Aquinas'ın bu konudaki temel
varsayımı şuydu: İnsanın doğal cinsel
ilişkileri, onu ister istemez üremeye götürür. Bu nedenle, bu sonuca
hizmet etmeyen herhangi bir cinsel etkinlik «doğal değildir», yani
Tanrının iradesine ters düşer ve günahtır. Thomas'in cinsel
konudaki tutumu, işte bu tanıtıcı önermeyi temel alır.
«Doğal» cinsel etkinlik yalnızca «doğru» amaç için, «doğru»
eşle ve «doğru» yolla (yani üreme amacıyla, evli eşle ve
birleşme yoluyla) olur. Cinsel etkinlikler bu üçlü ahlaksal ölçütten sapma
oranına göre «doğal değildir» ve günahtır. Doğaya
karşı en büyük suç (ağız ya da anal yolla),
yanlış yolla, yanlış eşle (örneğin aynı
cinsiyetten olanla cinsel ilişki) yanlış amaçla (salt cinsel haz
için) cinsel etkinlik arandığı zaman işlenmiş olur.
Benzer biçimde, hayvanlarla cinsel ilişki ve kendi kendini uyarım da
çok büyük günahlardandır. Karşı cinsten yanlış bir
eşle zina, ırza geçme ve ensest yoluyla seks, daha az günah
sayılır. Aynı nedenle, «doğal» evli olmayanlar
arasındaki cinsel ilişki, gebeliğe götürmediği sürece
önemsiz bir itaatsizlikten öteye gitmez. Bununla birlikte, bu son duruma
doğacak çocuk, gayrimeşru olacağı ve bir babanın
bakımı ve şefkatinden yoksun kalacağı için, ciddi bir
«doğal olmayan» edim gerçekleşir.
Augustine'den farklı olarak, Thomas,
«doğru cinsel etkinliği» yani evlilikle olan birleşmeyi
şehvetle kirlenmiş olarak görmez. O, yalnızca akılcı
bir denetim yitimine uğradığı için pişmanlık
duydu. Genel olarak konuşursak, Thomas'ın seks üzerine
tanrıbilimci düşüncede ılımlı bir etki
bıraktığı söylenebilir. Her şeye karşın,
cinsel perhiz, onun için bile ahlaksal bakımdan evlilikten daha üstün bir
meziyet olarak kaldı.
«Doğal» olana cinsel uyumculukta,
Thomas'ın direnişi, başka türlü söylersek, bir «doğal
hukuk» diye adlandırılan inancı, günümüze değin Katolik
öğreti üzerinde belirleyici etkisini sürdürdü.
Hiç kuşkusuz, özgün örneklerde Kilise, seks
üzerine ortaçağdan kalma bakışında ılımlı
değişiklikler yaptı. Özellikle ABD'de, belli bir liberal
anlayışın yerleşmeye başladığı
görülüyor. Ancak bugün, Katolik olanların çoğu, insanın cinsel
davranışını hâlâ sapkın olarak belirlerken, aynı
temel varsayımlara başvuruyor. Kendi kendini uyarım, evlilikdışı
ilişkiler, eşcinsel ilişkiler ve hayvanlarla cinsel ilişki,
hâlâ çeşitli ölçülerde, «doğal olmadıkları» biçiminde bir
yargıyla günah sayılıyor. Yapay döllenme, kısırlaştırma,
düşük ve gebelikten korunmanın çoğu biçimleri
yadsınıyor bir yandan da. (Gerçekte, gebelikten korunmanın
yalnızca belli koşullar altında bir tek yöntemine davetiye
çıkarılıyor; o da ritm yöntemi.) Son olarak da, kilisenin
boşanmaları kabul etmediğini vurgulamak gerekiyor. Özetle, sekse
yaklaşımıyla Katolik Kilisesi, dünya dinlerinin çok
sınırlayıcı olanları arasındaki yerini koruyor.
Protestan Kiliseleri,
16. yüzyılda ortaya çıkan Protestan
Kilisesiyle birlikte, birleşik Batı Avrupa Kilisesi bölünürken,
başka birçok mezhep ve hareketlerin ortaya çıkışı da
bu süreci devam ettiriyordu, nitekim bu gelişme günümüze değin
uzandı.
İlk önemli Protestan önderleri olan Luther ve
Calvin, öğretilerinde, Papa'nın seksi söz konusu
yaptığında, onların da geleneksel tutumun çoğunu
korudukları gözlemlendi. Bununla birlikte, Luther ve Calvin, dinsel
bekaret töresinin ve cinsel perhizin övülmesine karşı
çıktılar. Eski bir keşiş olan Luther, eski bir rahibeyle
evlenerek eski geleneklerin ortadan kalkması için bir adım daha
atmış oldu. Calvin de, daha düzenli ve üretici bir yaşama
öncülük etme yolunda kendisine yardımcı olacak birini bulsa iyi
olacaktı, bu anlayışla evlenme zorunluğu duydu. Her ikisi
de, kadınların erkeklere yaşamda arkadaş olması için
köle gibi boyun eğmelerini zorunlu saydılar. Özel olarak bu,
Calvin'de kadını yaşam boyu kocasının en yakın
yardımcısı olarak gören anlayışla biçimlendi.
Kadın, çocuklarının bakımının yanı
sıra, başka şeylerle de uğraşmalıydı. Bu
nedenle, evlilik basit olarak bir üretme ve çocukların
bakımını sağlama anlamına gelmiyor, eşlerin
karşılıklı yararı için toplumsal bir kurum olma
görevini de üstleniyordu. Evlilikte ulaşılacak cinsel zevk,
aşırı tutku ve şehvetli isteklerle yozlaşmayı
önlediğinden, ahlaksal bakımdan uygundu.
VIII. Henry yönetimi altında, Calvin'in
teolojisi fazla aşırıya kaçmayan reformcu özelliğiyle
ingiliz Püritenleri ve Amerika'nın doğu kıyılarındaki
yeni İngiliz kolonilerine göç edenler arasında büyük etki
yarattı. Varlıklarını sürdürebilmek amacıyla katlanmak
zorunda kaldıkları sert, acımasız yaşam
koşulları düşünülürse, Püritenlerin aile yaşamının
bütünlüğüne çok değer vermesi daha iyi anlaşılır.
MADONNA ve ÇOCUK
(15. yüzyılda Fouquet
tarafından yapıldı.)
İffetlilik ve üreme
ideallerini birleştiren bakire Meryem'in bu paradoksal düşlemi,
ortaçağ Katolikliğinin sekse karşı
yaklaşımına en uygun örnektir.
Püritenler sekse karşı hiçbir tepki
göstermeseler bile, evlilikdışı cinsel etkinliğin herhangi
bir biçimine karşı son derece hoşgörüsüzdüler. Evlilik öncesi ve
evlilikdışı seks, eşcinsel ilişki ya da hayvanlarla
cinsel ilişki gibi şiddetle cezalandırılıyordu.
Günahı özendirici şeylere karşı mücadele etmek için,
Püritenlerin, genel giyim ve davranışları belirleyen katı
yasalar getirdiklerini görüyoruz. Öte yandan, duyguları körükleyici,
genelde istenmeyen davranışlara yöneltici yaklaşımlardan da
kaçınıldı. Bu koşullar altında, bir süre sonra
kendilerini sıkıcı, kasvetli ve neşesiz bir yaşam
içinde görmeleri, hiç de şaşırtıcı gelmemelidir:
Nitekim, bu sıkıntılı ve baskıcı ortama
karşı tepkiler, Salem'de düzene karşı gelenlerin
yargılandığı bir duruşmada başgösteren kitle
hareketiyle, Püriten cinsel ahlakının ne denli
gerçekdışı, bağnaz ve yıkıcı olduğunu
göstermiştir. Şükür ki, bu katı kültür, sonraki yüzyıllarda
oraya göç edenlerin daha liberal eğilimleri taşımasıyla
büyük ölçüde yumuşadı. Ancak, her şeye karşın, Püriten
tutum, Amerikan ceza hukukunda, özellikle eyalet ceza yasalarında kendini
göstermekten geri kalmıyor.
Bu arada, pek çok Avrupa Protestan Kilisesi, yeni
çileci felsefelerin etkisi altına girdi, özellikle 19. yüzyılın
ikinci yarısında, İngiltere'de, Kraliçe Victoria döneminde
iffetlik taslama, benzeri görülmemiş boyutlara ulaştı. Bu durum,
çoğu Batı ülkesini de etkilerken, seks hakkındaki Hıristiyan
düşüncesine de derin bir biçimde yansıdı. Bu iffet taslama,
kilise dışında, büyük ölçüde hekimler, psikiyatristler ve
eğitmenlerin bulunduğu yerlerde gelişti. Papazlar, bu tutuma
karşı önce belli bir isteksizlik göstermelerine karşın,
gelişen eğilim karşısında bu dalgaya kapılmaktan
alıkoyamadılar kendilerini. Öte yandan, bilim, dar cinsellik
yaklaşımlarından vazgeçtiği bir sırada, pek çok kilise
önderi güç durumda kaldı. Victoria'cı yalancı bilimsel kuramlar,
bu önderlerin dinsel inançlarının bir parçası olmuştu.
(Bkz. «Seks ve Psikiyatri Tarihsel Zemin».)
Bugün birçok Protestan Kilisesi, seks
öğretilerine göre oldukça değişik bir tablo çizmektedir. Öte
yandan, en sınırlı olası ölçüleri koruyarak,
evlilikdışı tüm cinsel etkinliği günah sayıp mahkûm
eden aşırı tutucu kiliseler de var. Bu kiliselerin kimileri,
moda giysilere, makyaja, dansa, öpüşmeye, kucaklaşmaya ya da
evlenmemiş eşler arasında herhangi bir yakın duyusal
ilişkiye hiddetle bakmayı sürdürüyor. Gelgelelim, evli olup
olmadıklarına ya da cinsel yönelimlerine bakmaksızın,
herkesin cinsel işlerini yerine getirmesini açık açık savunan
kiliseler de var. Kimi kiliseler ise, kadınların önemli devlet
adamları, vaiz vb. olmasını özendirmekle kalmıyor,
özdeş cinsiyetten aşler arasındaki evlilik törenlerini de
yürütüyorlar. Son zamanlarda, Birleşik Hıristiyan Kilisesi ve
Esipcopal Kilisesi gibi kimi büyük Protestan mezhepleri, eşcinsel bir
rahibe ilk kez açıkça görev vermiştir.
Ortaçağ
İspanyasında ahlaksızların (kâfir) idamı
Ortaçağ Avrupasında
«Sodomi» sık sık kâfirlik ve dinsizlikle bir tutulmuştur.
Örneğin ispanyol Engizisyonu Yahudileri, kâfirleri ve Sodomitleri
aynı derecede cezalandınyordu. 1479 Yılında Kral Ferdinand
ve Kraliçe İsabella, Sodomitlerin halk önünde yakılmalarına ve
mallarına el konmasına resmen karar verdiler. Ressam Pedro
Berruguete'nin resmi idamı göstermektedir. Bugünkü gözlemcilerin dikkatini
ilginç bir detay çekmektedir: odun yığınının
ortasındaki kazığın penis biçimli bir kazığı
vardır. Bunlar suçluların bacakları arasında durarak vücudu
yanma sırasında dik tutarlar. (Prado, Madrid).
Protestan Kiliselerinin daha geniş bir bölümü,
bu uç noktalar arasında, ortada bir yer alıyor. Birçoğu,
insanın cinsel itilerinin yalnızca üreme amacı
taşımadığını, evli çiftler arasında güçlü
bir fiziksel ve ruhsal bağ yaratıp kişinin zenginliğine
hizmet eden bir Tanrı vergisi niteliği
taşıdığını da belirtiyorlar. Cinsel
ilişkinin birleşme dışı biçimleri, gebelikten korunma
ve kısırlaştırma, bu nedenle, koşullara göre ahlaksal
olabilir, hatta böyle olması da istenebilir. Mutsuz evlilikler
boşanmayla çözümlenebilir. Evlilik öncesi seksin koşullara göre
yargılanması gerekir; bu ilişki günah değildir. Geleneksel
cinsel normlardan sapan insanları sevecenlikle, anlayışla karşılamak
gerekir. Başkalarına zarar vermediği sürece onları herhangi
bir yolla şikâyet ya da dava etmek, ahlaksızca bir tutumdur. Nitekim,
Amerikan Ulusal Kiliseler Konseyi, bu tür davalara bir son vermek istemektedir.
Kiliseler Yönetim Kurulu, tüm yurttaşların, cinsel ya da duygusal
tercihlerine dikkat etmeksizin, onların sivil haklarının tümünü
destekliyor.
Reformasyonun Etkisi
16. Yüzyıl Protestan
Reformasyonu o güne kadar bir bütün olan Batı Kilisesinin bölünmesine
neden oldu yeni ve çoğunlukla karşıt olan dini ve ahlaki görüşlere
yol açtı. Bunun sonucunda Hıristiyanlar için Tanrının
«gerçek» iradesini ve «doğanın gerçek niyetlerini» anlamak gittikçe
zorlaştı.
(Solda) 16. Yüzyıldan
birprotestan karikatürü Papa Alexander VI'yı şeytan olarak
göstermektedir. (Sağda) 16. Yüzyıldan bir katolik karikatür, Martin
Luther"ı Şeytan tarafından çalınan bir tulum (gayda)
olarak göstermektedir.
KARŞI - KÜLTÜREL PERSPEKTİFLER
Tıpkı Yahudi - Hıristiyan Batı
uygarlığında olduğu gibi, başka kültürlerin cinsel
tutumları da, onların dinsel inançlarından etkilenmektedir. Bu
tutumlar hemen hemen tam anlamıyla, cinsel özgürlükten katı
çileciliğe bir dizi oluşturur. Gerçekte, kimi Doğu dinleri sekse
karşı yaklaşımlarında bilinen olumsuz etkisini
gösterir. Bununla birlikte, genel olarak konuşursak, Batılı
olmayanların, geçmişin her döneminde bizden daha çeşitli cinsel
biçimlere yer verdiğini söyleyebiliriz. Nitekim, Afrika ve Asya'da cinsel
«sapkınlar»a yapı-
lan zulüm, seyrek olarak Amerika ve Avrupa'daki
kadar bağnaz olmuştur. Elinizdeki kitaba özgü gözlemler, yetkin ve
ayrıntılı bir tartışmaya ne yazık ki izin
vermiyor, gene de, Batılı olmayan dinlerden seçilmiş örneklerle
pekâlâ onları tanıtmaya çalışabiliriz.
İslamiyet
İ.S. 7. yüzyılın başlarına
uzanan tarihiyle İslâmiyet, büyük dünya dinlerinin en gencidir. Kurucusu
Muhammed, Yahudi - Hıristiyan inançlarından belirli ölçüde
etkilenmiştir, nitekim İslâmiyetin kutsal kitabı Kuran'da,
Yahudi -Hıristiyan geleneklerini yansıtan birçok ahlak
anlayışı yer almıştır. Ayrıca Müslümanlar,
Kuran'a ek olarak, Muhammed'in ölümünden sonra resmi bir hukuk olarak
gelişen Şeriat'in ahlak otoritesini de benimsemişlerdir.
(Şeriatın rolü, Yahudilikte Talmud'un rolüyle
karşılaştırabilir.)
İslâmiyet, geçici evliliklerin yanı
sıra (mutah evliliği), kimi poligami biçimleri ve derhal
boşanmalara yer verirken, Hıristiyanlıkta görüldüğü gibi
çileci bir inancı yansıtmaz. Belli özel hareketler günah kabul
edilmesine karşın, orijinal günah ya da bir «şehvet»
öğretisine sahip değildir. Nitekim, Müslüman ülkelerde gebelik önleyicilerin
ve düşüğün, nüfus artışı istenildiği için
yasaklandığı dikkate alınmalıdır. Ayrıca,
belli tarihsel ve kültürel geleneklere bağlı olarak (özellikle
Arabistan ve Kuzey Afrika'da), Müslüman kadınlarda zina ve evlilik öncesi
cinsel ilişkiler sık sık şiddetle
cezalandırılmaktadır. Bunlara karşın, cinsel
«sapkın»lığa karşı İslâmiyetin tutumu, ondan
öncekilerle karşılaştırıldığında
yumuşak kalır. Ancak Kuran'm da Kutsal Kitap'ta yeralan Sodom ve
Gomore öyküsünü yinelediği, eşcinsel davranışı mahkûm
ettiği de bir gerçektir (Kuran: 26, 27, 28 ve 29. sûre). Gerçekten de,
Müslümanların belli zamanlarda, belli koşullarda eşcinsel
suçluların ölüm cezasına çarptırılmasını
istedikleri olmuştur. Bununla birlikte, bu tür baskılara seyrek
rastlanmaktadır. Uygulamada, çoğu İslâm toplumları
eşcinsel ve ambiseksüel davranışlara karşı her zaman
hoşgörülü olmuşlardır. Eşcinsellik karşıtı
yasaların yürürlükte olduğu durumda, onların yargılanması
biraz önemli olduğundan, Muhammed'e göre, bir mahkûmiyetin
gerçekleşmesi için en azından iki tanığın olması
gerekiyordu. Bu nedenle, tarafların rızasıyla olan cinsel
davranışlar, gizli kaldığı sürece, pek fazla şeye
katlanmak zorunda değildir. Başka bir deyişle İslâmiyetin
sekse yaklaşımı, hatırı sayılır ölçüde
cinsel ifadelere izin verici, gerçekçi ve oldukça liberal bir özellik
taşıyor...
CENNETİN DUYUSAL
ZEVKLERİ (14. yüzyıl Türk minyatüründen)
islâmiyet, izleyicilerinden,
cinsel ilgilerin bastırılmasını hiçbir zaman istemedi.
Böylece, islâm edebiyatı ve sanatı oldukça erotik ürünler verdi.
Burada sunulan tablo, Hurilerin hizmet ettiği Cennetin gölgeli bahçesinde,
ölümden sonra doğruluğu bekleyenlerin mutlu ahiretini resmediyor.
Hinduizm
Dünyanın yaşayan en eski dinlerinden biri
olan Hinduizmin kimin tarafından kurulduğu belli değildir. Dört
kutsal metinden oluşan yalaşık İ.Ö. 1000
yıllarına uzanan ilk öğretileri, Vedalar, Ganj ve İndüs
nehri kıyılarında yaşayan insanların
akıllarını başlarına almaları gerektiği
üzerinde durur. (Hindu sözcüğü İndus'un Farsça adından
türemiştir). Yüzyıllar geçtikçe, ilk kutsal metinler olan Vedalara,
Upanişadlar, Manu Yasaları, Begavad, Gita ve Muhabharata ile Romayana
gibi destanların da aralarında bulunduğu daha başka
destanlar eklenmiştir.
Bu kitaplar, şu ya da bu biçimiyle, Hinduizmin
genel varsayımını yansıtmakla birlikte, içerik, biçim ve
amaçta büyük ölçüde değişirler. Hinduizm'e göre, bir yüce Tanrı,
bir yüce Ruh ya da tüm ruhlarla nihai olarak birleşen bir Dünya Ruhu
vardır. Bu amaç, yani birleşme, bir yaşam süresi içinde
başarılamadığından, ruhun yeniden bir bedene girmesi
ya da göç etmesi zorunludur. İnsanın yaşamdaki görevleri,
gelecekteki durumunu da belirleyecek özelliktedir. Bununla birlikte, en aşağı
düzeydeki yaratıklar bile bir ruha sahiptir ve bu nedenle bu
yaratıklar da saygıya layıktır.
Daha özcesi, Hinduizm, Yüce Tanrıyla nihai
birleşme yolunda tüm fiziksel haz ve rahatı bir engel olarak görüp
yadsıyarak, kutsal insanlar ve başka dindar kişilerin çileci bir
yaşam içinde olmasını istemektedir. Öte yandan, cinsel
hazzın tüm biçimlerini Tanrısal varlığa uzanan yolun birer
parçası olarak görüp kutsayan dinsel hareketler de vardır. Nitekim,
cinsel bakımdan açık saçık ve ünlü birçok sanat ve mimarlık
çalışması, bu inancın varolduğunu göstermektedir.
Gerçekte, bilinen en iyi seks el kitaplarından biri olan Kamasutra (İ.Ö.
II. yüzyılda yazıldı), cinsel ilişkiyi ruhsal
zenginleşmenin bir aracı olarak ele alır. Bu tutumuyla Kamasutra,
Hindu kültürünün meşru bir ifadesini yansıtmış olur.
Zamanla bu kültür, poligami ve tapınaklarda «kutsal fahişeliği»
de içermiştir. Lingam'a saygı anlamında erkek uzvuna
tapınma, penisin sanatsal temsili, bugüne değin uzanan
geleneklerdendir. Öte yandan, Hindistan'da cinsel «sapkınlığın»
mahkûmiyetinin ve Hindu-lara yöneltilen baskıların hiçbir zaman uzun
süreli olmadığı ya da şiddetle
cezalandırılmadığını da biliyoruz. Ancak, zina ve
ırza geçme bunların dışındadır. Birçok yerde
Hijras diye adlandırılan eşcinsel fahişe
gruplarının ilişkilerini açıkça sürdürmelerine izin verilirken,
eşcinsel davranışların çoğunlukla hor görüldüğü
de bir gerçektir.
Koşullara göre, Hinduizmin seks üzerine genel
etkisini belirlemek zordur. Hinduizmin uzun tarihi içinde birçok felsefe, Hint
kültürünün farklı parçalarına egemen oldu. Bununla birlikte,
Hinduların sekse yaklaşımı, başka dinlerin
çoğundan daha olumlu özelliktedir.
Budizm
Budizmin ilkeleri, İ.Ö. VI. yüzyılda
Nepal'de yaşayan, daha sonra Buddha (aydınlanmış) diye
adlandırılacak olan Siddharta Gautama'nın öğretisine
dayanır. Gautama, insanın çektiği acıların
kaynağını o insanın isteklerinde buluyor ve insanın bu
durumdan, yani cinsel istekleri de içeren isteklerden; doğruluk, sevgi ve
ruhsal yaşamla kendisini sıyırabileceğine, özgür
olabileceğine inanıyor. Doğru inanç, doğru istek,
doğru söz, doğru eylem, doğru iş, doğru çaba,
doğru düşünce ve doğru düşünceye dalma (ansıma), yani
«sekiz katlı soylu bir yol»a, «Nirvana»ya, aklın yüce katına,
kusursuz görüşüne, huzura kavuşturur.
Gautama'nın ahlak öğretisi, tüm Doğu
Asya üzerinde yayılırken, izdeş-lerinden Hinayana adıyla
bilineni, sadeliği ve disiplin kuralları isteyen iki büyük gruba
ayrıldı. (Hinayana: Küçük araç.) Öteki grup; cennet, cehennem ve
kurtuluş anlayışları üzerine gelişen ayrıntılar
ve büyük ölçüde çeşitli yerel dinsel inançları özümleyen
öğretilerle temellenmiş olan Mahaya'dır (büyük araç).
Öte yandan, iki grup içinde de sayısız
alt gruplar ve parçalar vardır. Gautama'nın temel öğretileri:
bir yüce Tanrı, Tanrı ya da birçok küçük Tanrılar hakkında
bir fikir getirmediği gibi, sözcüğün bilinen anlamıyla dinsel de
değildi. O, basit olarak uygun yaşama giden yolu aydınlatmaya
çabalıyordu. Kendi kendine bilgi, disiplin ve şefkat, isteklerden
yavaş yavaş kurtuluşa ve sonunda Nirvana'nın yetkin
sükûnetine ulaşacaktı. Çeşitli teoloji ve mitolojilerin,
Gautama'nın getirdiği mesaja bağlanması, ancak onun
ölümünden sonra gerçekleşti. Bu süreç içinde, sırayla Batıda
kiliselerle karşılaştırılabilecek anlamda farklı
dinsel grup ve hareketlerin ortaya çıkışı izlendi. Bununla
birlikte, hiçbir zaman tek, özgün bir cinsel dogma olmadı. Budistlerin
cinsel davranışa karşı tutumları yerel kültür ve
törelere göre değişiklikler gösterdi. Bunlar da, genelde olumlu,
pratik ve insancıldılar. Tarafların rızasıyla
gerçekleştirilen cinsel etkinlik, çoğunlukla çiftlerin özel
sorunları olarak değerlendirildi. «Cinse sapkınlar»a yöneltilen
baskı, Asya ülkelerinde hiçbir zaman egemen eğilim haline gelmedi.
Mastürbasyon,
Hindistan'da Erotik Sanat
Hintli sanatçılar
çoğunlukla çok sanatsal cinsel ilişki pozisyonları
resmederlerdi. Bu 18. Yüzyıldan kalma tablo özellikle karmaşık,
omurgadaki enerji akışını etkileyen bir pozisyon
göstermektedir.
karşıcinsel
ilişkinin
birleşmedışı biçimleri ve eşcinsel davranış,
zaman zaman alay konusu oldu ya da hor görüldü ama, bu
da resmi bir baskı
biçimine dönüşmedi. Fahişelik, çoğu kez
açıkça gelişme
olanağı buldu. Dahası, kimi durumlarda yararlı bir kurum
olarak görülerek saygıdeğer bir meslek sayıldı.
Batının cinsel tutumları, onları etkilemeden önce,
Doğu Asya'nın Budist toplulukları, cinsel bakımdan oldukça
hoşgörülüydü. Gerçekte, bu
hoşgörünün büyük bir bölümü
günümüze
değin gelmiştir.
Amerikan Yerli (Kızılderili) Dinleri
Amerika'nın farklı alanlarda, bölgelerde
yaşayan yerlileri, dinsel inançlarında da vaygın bir
farklılık içinde bulunmuş ve cinsel tutumlarında da
farklılıklar göstermişlerdir. Örneğin, Avrupalı
kâşiflerin, yerlilerin tümünü yanlış olarak «Hintli» ya da «Kızılderili»
olarak adlandırmasına karşın, eski yüksek Güney ve Orta
Amerika uygarlıklarının, Kuzey Amerika'nın çok daha basit
kültürleriyle oldukça önemsiz ortak yanlarının bulunduğu
açıktır. (Başlangıçta Amerika ayrı bir kıta
olarak bilinmiyor, Hindistan'ın bir parçası sayılıyordu.)
Her şeye karşın, Amerikan yerli dinleri üzerine en azından
kimi gözlemlerde bulunmak ve yerlilerin insan cinselliğine
yaklaşımlarını tanımak olasıdır.
Çoğu Amerikan yerlileri, çeşitli büyük,
küçük Tanrılar ya da Tanrıçalara inanırlardı; üstelik
bunlar kimi durumlarda biseksüel ya da hermafrodit Tanrılar olarak
görülürdü. Kimi yerli halklar, bir Erkek Yüce Tanrıya, başkaları
bir Büyük Toprak Ana'ya ya da başka dişi biçimlere dua ederlerdi.
Çiftçilikle geçinenler arasında bereket ruhları yaygındı,
ama bu ruhlar çok az cinsel karaktere sahip olurdu. Bununla birlikte, seks,
kimi törenlerin bir parçası olarak ortaya çıkardı. Peru
Yerlileri, ölülerini cinsel bakımdan apaçık kil figürlerle ve hemen
hemen her akla uygun cinsel davranışın resmedildiği
çömleklerle gömerlerdi. Öte yandan, kimi «kutsal» eşcinselliğin
kurumlaşmış türlerinin varolduğu da görülüyordu. (Kimi Orta
Amerika Kültürlerinde eşcinsel davranış en azından
aşağı sınıftan olanların şiddetle
cezalandırıldığı bir cinsel etkinlik oluyordu.) Âdet
gören bir kadınla ensest ilişkiye giren Çoğu Amerikan Yerlilerinde
belli sert cinsel tabular gözlemlenirken, iffet taslama üzerine dinsel bir etki
de söz konusu değildi. Özel olaylarda geçici cinsel perhiz istenir,
çocukların seks oyunlarına hoşgörüyle
yaklaşılırdı. Evlilikler çok genç yaşlarda
yapıldığından, gençler pek çok cinsel engellemelerle
karşılaşırdı. Bekâr erkekler sık sık
kardeşlerinin karıları ya da öteki akrabaların
kanlarıyla cinsel ayrıcalıklardan hoşlanırlardı.
Ailenin evli bir erkek konuğuna ev sahibi tarafından benzer
ayrıcalıklar verilirdi kimileyin. Cinsel «sapkınlık»
çoğunlukla kişinin özel «doğası» ya da
«ağrısı» olarak saygı görürdü. Örneğin,
kadınsı bir davranış gösteren bir çocuk «düzeltilmezdi»,
ancak onun bir kadın gibi yaşamasına, hatta başka bir
adamın «karısı» olmasına izin verilirdi. Bu nedenle,
transseksüeller ve hermafroditler, pek az toplumsal sorunla
karşılaştılar. Özetle, Tüm Amerikan yerlilerinin cinsel
konulara son kerte geniş bir açıdan yaklaştıkları
söylenebilir. Cinsel haz, yaşamın zorunlu bir parçası olarak
görülürdü, bu yüzden de o herkesin hakkıydı.
ÇİFT
CİNSİYETLİ BİR ATA FİGÜRÜ (Malanezya'da yapılan
bir heykel.)
Cinsel bakımdan
yasaklanmamış Pasifiklilerin birçoğu erkek ve dişi
özellikleri gösteren soya
ait figürler yaratarak,
birleşik yaşam-gücüne tapınmalarını ifade ettiler.
Eski Polinezya Dinleri
Batı uygarlığıyla
ilişkilerinden önce Polinezya, dünya üzerinde cinsel bakımdan en az
yasağın görüldüğü bir yerdi. Farklı Polinezya kültürleri,
farklı dinsel inançlar ve toplumsal âdetler geliştirirken,
onların hiçbiri sekse kötü, utanç verici ya da kirli (murdar) gözüyle
yaklaşmadı. Tersine, onların Tanrıları,
Tanrıçaları ve rahipleri, cinsel enerjinin örnekleri oluyordu. Tensel
haz ve bedensel güzellik yarışmaları ve cinsel sergiler, Polinezya
toplumsal yaşamının alışılagelmiş birer
parçalarıydı. Gerçekte, Tahiti'de adadan adaya geçerek herkese cinsel
başarım veren profesyonel kutlamacı ve eğlence-ciler
olarak, Arici toplumunun bu yaklaşımları varolan dinsel bir
kuraldan kaynaklanıyordu.
Polinezyalı çocuklar daha ilk
yaşlarından itibaren cinsel bakımdan etkin olmaya özendiriliyor
ve çoğunlukla genel şenliklerde ya da evlerde icra edilen
yetişkinlerin cinsel etkinliklerini gözlemeleri için serbest bırakılıyordu.
(Bununla birlikte, küçük çocuklarla ve yetişkinlerle cinsel ilişki
mahkûm ediliyor ve bunun da gerçekte varolmadığı görülüyordu.)
Özel ergenlik törenleri yoktu, ancak
topluluklarında müzik, spor ve cinsel eğlencelerle
uğraşmaları sağlanan gençlik gruplarında gençlerin,
cinsel bakımdan etkin ve kendilerini serbestçe geliştirebilecekleri
birkaç yıl geçirmelerine izin veriliyordu. Evlilik öncesi gebelikler
bereketin bir simgesi olarak memnunlukla karşılanıyor, bu da bir
kızın koca bulma şansını artırıyordu. Bundan
başka, geniş Polinezya aile sistemi, başka çocukları da
bünyesine kolayca kabul ederdi. Bu nedenle hiçbir zaman «gayrimeşruluk»
sorunu olmadı. Evlilikler çoğunlukla tekeşliydi. (Ancak kimi
büyük şeflerin birkaç karısı olurdu.) Bununla birlikte, bir
evlilik, karşılıklı anlaşma temelinde kolayca sona
erdirilebilirdi ve yeniden evlilik de bu denli basitti. Karılardan
sık sık erkek akrabalara ve kocanın konuklarına cinsel
ayrıcalıklar sunmaları beklendiğinden, Polinezya
monogamisinin tümüyle bir kişiye ait olduğunu söyleyemeyiz.
Polinezyalıların cinsel tutuma
karşı bu genel hoşgörülerinden ötürü, eşcinsel ve
ambiseksüel etkinliğin, onların kültüründe açıkça gelişmesi
ve doğal olarak kabul edilmesi pek şaşırtıcı
gelmiyor. Transseksüellerin de kendi tercihlerine göre yaşamalarına
izin verilir ve böylece belli erkekler basit olarak kadın rolünü
benimserlerdi.
Özcesi, koşullara göre «cinsel
sapkınlık» teriminin eski Polinezya'ya yöneltildiğinde herhangi
bir anlaşmaya sahip olup olmadığından kuşku duyulur
kimi güçlü tabular vardı elbette. (Tabu sözcüğü Polinezya
kökenlidir.) Ancak onların cinsel davranışlardan çok
sınır kısıtlamalarında görülmesi gerekirdi. Evli bir
eşin seçmesine göre katı kurallar vardı. Ancak onlar herhangi
bir kimsenin cinsel uygulamalarını pek seyrek önlerdi. Enseste
karşı çeşitli tabular da bu çerçevede belirtilebilir. Gerçekte
burada Hawai ve Rarotonga'da kraliyet ailelerinin kızları ve
kardeşlerinin birbirleriyle evlenmeleri bir ayrıcalık olarak
gösterilebilir. (Bu uygulamanın açık olarak görülen olumsuz etkileri
yoktu.) Sonuçta, eski Polinezya kültürünün sekse gerçekçi, olumlu ve
insancı! açıdan yaklaştığı ve toplumsal anlamda
en iyi üre-timsel kanıtı gösterdiği söylenebilir.
(Önceki bölümlerdeki bilgiler Albert Ellis ve
Maurice Abarbanel tarafından yayınlanan Cinsel Davranışlar
Ansiklopedisi'nden derlenmiştir. Bu nedenle, konuyu daha derinden
incelemek isteyenler şu yapıtlara başvurabilirler: Protestantism
and Sex / William Graham Cole, Sex Life in Poly-nesla / Bengt
Danielsson, Judaism and Sex / Rabbi Samuel Glasner, Sex Life in
İslam / Samuel Z. Klausner, Sex Life in Orient / Wu Lien Teh, Sex
Life in India and Pakistan / Jelal M. Shan, Sex Life in American Indians
/ Fred W. Voget, Sex Life in Ancient Civilizations / Robert Wood.)
DOĞAL YASA VE DOĞANIN YASASI
Düşünce tarihinde doğa ve yasa sözcükleri
kadar çok az sözcük bir karışıklık
yaratmıştır. Bu sözcüklerin çok farklı anlamları
olduğu söylenebilir ve bu anlamlar her zaman yeterli ölçüde açık değildir.
Gerçekte, insanlar bu sözcükleri bir tartışmada kullandıkları
zaman, ayrımında olmaksızın, birinin anlamını
öbürünün yerine kullanabilirler. Böylece kendilerini mantıksal
yanlışlara düşürürler.
Bu nedenle, «doğa» ve «yasa»
kavramlarının temelde ne anlama geldikleri, çağlar boyunca
nasıl geliştikleri ve bugün onları nasıl anlamamız
gerektiğini açıklamak yararlı olur.
DOĞAL YASA ÖĞRETİSİ
Batı uygarlığında, insanlarca
yaratılan yazılı yasaların kusursuz
olmadığı, oysa Tanrının yarattığı
yasaların daha yüce ve kusursuz olduğu biçiminde eski bir inanış
vardır. Ayrıca, insanlarca koyulan yasalar, ancak doğal
yasalarla uyum içinde yürüyebilir ve herkes aklını kullanarak bu
doğal yasaların kendisi için ne anlama geldiğini
çıkarabilir.
Bu inanış, yaklaşık 2000
yıl önce, Romalı politikacı ve yazar Çiçero' nun Yasalar adlı
yapıtında güzel bir biçimde dile getirilmiştir. (1. 10):
«Gerçekte bir tek yasa vardır - yani doğru sebeb - doğayla
uyumlu tüm insanlar için geçerli, değiştirilemez ve sonsuz... Roma'da
bir kural, Atina'da başka bir kural yatmaz yasaların temelinde, her
ikisi de bugün aynı, yarın başka kural olamaz. Ancak, bütün
zaman boyunca insanları bağlayan, değiştirilmez sonsuz bir
yasa olur ve görüldüğü gibi, insanların yöneticisi ve temel
dayanağı olarak yalnızca biri yaygınlık kazanır,
yani yazarı, yorumcusu ve vekili Tanrı olan yasadır bu. Buna
uymayan insan büyük ölçüde kendini sarsılmış hisseder,
insanın gerçek doğasını yadsıyarak da insanların
ceza olarak bildiği tüm öteki suçlardan kaçmış olmasına
karşın, cezaların en şiddetlisini çeker.»
Bu kısa, tek paragrafta Çiçero, «doğal
yasa»nın zorunlu tüm biçimlerini özetliyor! Her şeyden önce bu,
Tanrısal buyruğun doğrudan dile getirilişidir. Bu nedenle
evrensel, sonsuz ve değiştirilemezdir. İkincisi, bunun, kuralları
doğru aklın yardımıyla bulunabilir ve bulunmuş
olmalıdır. Üçüncüsü, insanın bu kurallara uymak için kutsal bir
zorunluluğu vardır. İnsan ne zaman bu kuralları
çiğnerse, buna kendi gerçek doğasıyla şiddetle
karşı koyar ve bu yüzden kendi kendisini cezalandırır.
Böylece bir Doğal Yasa kavramı,
doğada her zaman, her yerde varolan ahlak ilkelerini ve nasıl
davranmamız gerektiğini onlara tam olarak
anlattığını vurgular. Onlara uyduğumuz sürece, gerçek
alınyazımızı görmüş, onları yerine getirmiş
oluruz. Tüm davranışlarımız, yalnızca doğal
değil, ahlaksal olarak da kusursuz olacaktır. Başka bir
deyişle, eğer herkes kendi doğasına, yani kendi
kişiliğine göre davransaydı, dünya uyum, adalet ve
barış içinde kalırdı.
Kuşkusuz, bu hoşgörülü düşünceyi ilk
ortaya a'an Çiçero değildi. Ondan uzun zaman önce Stoacılar diye bilinen
bir Grek felsefe okulu ve onlardan önce de Aristo ve Platon, aynı temel
düşünceyi ortaya koymuşlardı. Oysa onlar da yalnızca daha
eski bir felsefeyi güncelleştirmişlerdi. Gerçekte, gördüğümüz
gibi, Doğal Yasa Öğretisinin, insanlığın ilk dinsel
inançlarına dek uzanan bir kökeni vardır.
Dinin en eski ve en ilkel biçimi «animizm»
adıyla bilinir. Yani uygarlığın en alt
aşamalarında insan, zekâya ve duygulara sahip olarak
ağaçları, ırmakları, dağları, gökyüzündeki
yıldızları kabul eder. İnsan, onların arkasında
ve içinde ruhlar ve canlıların yaşadığına ve
ruhların, arkadaşları insanlara olduğu gibi aynı
saygıyla davranması gerektiğine inanır. Gerçekte, in-
THOMAS AOUINAS.
Thomas Aquinas,
ortaçağın en büyük Tanrıbilimcisi ve Doğal Yasa
Öğretisinin en parlak savunucusuydu.
sanlar bu ruhları, kendilerini ödüllendiren ya
da cezalandıran süper insan güçlerine sahip olduklarından, daha büyük
saygıyla onurlandırdılar. Böylece tüm doğal görüngüler
kolayca açıklanır; mısır ruhu, doğru
ilişkilerinde insanı ödüllendirmek istediği için yetişir.
Eğer mısır ruhu insanın günahlarını cezasız
bırakmamak isterse, mısırı yetiştirmez. Irmak ruhu,
insanlarla dostluk ve barış içinde olduğu için taşır
kayığı. Irmak ruhu gücendirildiği içindir kayığın
çekilip dibe batması.
Doğanın bu animistik yorumu, toplumsal
bir yorum olarak da tanımlanabilirdi kuşkusuz. Daha kesin olması
için, insanın ilk doğal deneyimi, onun ilk toplumsal deneyiminin bir
uzantısıdır. İnsanı çevreleyen ruhlar, güçlü
Tanrılar, şefler ya da yaşlılar gibi, her yerde pek çok
tepki gösterir ve bu yüzden onların benzer biçimde davranmış
olması gerekir. Bu ruhlar, sırayla korunma ve yardımda
bulunmayı önerirler. Nitekim, insan ve doğa arasındaki
ilişki, karşılıklı yükümlülük ilkesiyle yönetilen bir
toplumsal ilişkidir özünde. İnsan, yükümlülüğüyle
karşılaştığı sürece kendini hoşgörülü ve
doğa tarafından desteklenir bulur. Oysa,
başaramadığı sürece doğa ona kızar ve
cezalandırır.
İnsan, uygarlık yolunda ilerlerken, onun
dinsel inançları daha belirginleşir ve ilkel animizm, kimi
çoktanrılı (politeist) biçimlere dönüşür. (Polythe-ism,
Grekçe'de çoktanrıya inanma anlamına gelir.) Güçlü çok sayıda
Tanrı, giderek doğanın geniş bir bölümünü yöneten daha az
sayıda güçlü Tanrıya doğru azalır.
Böylece bir bereket Tanrısı ya da
Tanrıçası, yalnızca bir üründen değil, tüm hasattan sorumlu
olur. Kayıkçılık ya da denizcilik artık her ırmak ya
da Okyanusun kendi ruhuna değil, tüm su yollarının bir büyük
Tanrısına bağlıdır. Daha ileri dinlerin
yaşamı kabul edilir ölçüde basitleştirdiğini söylemek bile
gereksizdir. Bununla birlikte, insanın doğayla ilişkisi temelde
bir değişiklik göstermez. İşin doğrusu, bu
ilişki, ilerlemenin, bilgilenmenin düzeyine karşın, yani
çoktanrılı dinlerden tektanrılı dinlere yol alındığı
zaman bile değişmeden kalır.
Günümüzde sürdürülen tartışmaların
amacı için, bir mısırın, bir mısır ruhunun, bir
soy ruhunun, bir bereket Tanrısının ya da her şeye gücü
yeten bir Tanrının emrinde yetişip yetişmediğinin çok
büyük bir önemi yoktur. İşin önemli noktası, bu gelişmeye,
insan davranışına yanıt olarak bir süper insan
zekâsının neden olmasıdır. Güneş
ışığı ve yağmur, iyi ve kötü ürün, insanı
tavrına göre ödüllendirme ya da cezalandırmadır. Gerçekte,
doğada olan her şeyin insan için kişisel bir anlamı
vardır ve bu anlam insanın yazgı-sıyla ilgilidir. Tüm
doğal görüngüler, aynı nedene sahip olup, aynı sona hizmet
ederler. Doğanın yasası Tanrısal istektir, nedensel ve
kuralcı yasalar arasında bir ayrım yoktur. Açıklama ve
doğrulanması, tek ve özdeştir.
Dahası, dinsel evrimin bu ilk
aşamalarında, Tanrısal istek, kendisini yalnızca doğa
yasalarında değil, toplum yasalarında da gösterir. Gerçekte,
önce de belirttiğimiz gibi, toplum ve doğa, insanın
kafasında apaçık ayırt edilmez. Her ikisi de aynı kuralları
izler, aynı deneyimlerden geçerler. Bu dünyadaki herşey, tam bir
kişisel boyun eğmeyi isteyen güçlü, üstün insanlarca yönetilir. Bu
üstün insanlar - ruhlar, Tanrılar ya da Tanrı - bu yüzden bilinen ve
bilinmeyen, genel ve özgün, açıklanan ve üstü kapalı belirtilen
yazılmış ya da yazılmamış bütün yasaların
kaynağıdır. Özcesi, kusursuz olmayan «yapay» insan yasaları
ve bir kusursuz «doğal» yasa arasındaki karşıtlık
henüz ortaya çıkmış değildir. Dahası, toplumsal
gelenekler, kurallar ve düzenlemeler üçlüsünün kökeni Tanrısaldır.
Birçok ilkel insan topluIlıklarının, politik ve resmi
kurumlarının varlığının kimi ulusal Tanrılar
ya da Tanrısal esin kaynağı olan bir öncüye bağlı
olduğuna inanmalarının nedeni budur.
Kimi toplumlarda, yöneticiler, kendilerinin
Tanrısal olduklarını ya da en azından Tanrısal bir
soydan geldiklerini ilan ederler. Eski geleneklerin ve yasaların
değiştirilmesi gerektiği, insanların bir tarih
anlayışı geliştirdiği ve yabancı düşünlere
biraz hoşgörüyle bakmayı öğrenmeleri, toplumsal düzenlerinin,
yanılabilir insanların yansız bir
yaratıcılığı olduğunu anlamaları,
yalnızca uygarlığın daha yüksek aşamasına denk
düşmektedir. Yazılı kusursuz olmayan bir pozitif yasa ile
yazılmamış, kusursuz bir doğal yasa arasındaki
ayrım budur işte.
Emin olmak için, büyük tektanrılı
dinlerde, doğrudan Tanrıdan esinlenerek yazılmış kimi
yasalar kalır. Bu yasalar, kendi açıklamalarını da içeren
kutsal kitaplarda bütün zaman saklanırlar. - Tevrat, İncil ve Kuran -
Oysa karakterde oldukça genel olan bu yasalar, yaşamın yalnızca
seçilmiş bir alanını kapsar ve bunun için dünyevi insan
yasalarıyla birlikte genişletilmesi gerekir. Belirli koşullar
altında, bu insan yasaları pekâlâ haksız ve akılsızca
bir duruma dönüşebilir. Bu yüzden her zaman bizzat doğada kendini
gösteren doğal yasa ve Kutsal Kitap'ta açıklanan Tanrısal yasaya
göre onları değerlendirmek zorunludur.
Batı kültüründe, kuşkusuz her felsefe,
eninde sonunda Hıristiyan inancının öğretisine
bağlanmıştır. (Yahudi ve İslâm resmi gelenekleri kendi
farklı çizgileri çevresinde gelişti.) Böylece, Antikçağın
ve Ortaçağın Katolik Kilisesi, tüm «yüce» yasaların biricik
kılavuzu ve yorumcusu olarak görüldü. Thomas Aquinas, Summa Theologica adlı
yapıtında yasaları dört temel tipe ayırdı:
1. Sonsuz
Yasa (Hemen hemen onun aklıyla özdeşleşen Tanrının
adaleti)
2.
Doğal Yasa (Doğada ve insan aklında Tanrı
tarafından verilen, yerleştirilen Sonsuz Yasa)
3.
Tanrısal Yasa (Tanrının isteğini açığa
kavuşturan vahiy)
4.
İnsan Yasası (Doğal Yasadan üretilen)
Yasanın ilk üç tipi, Tanrısal bir vasa
koyucunun isteğini dile getirir ve bu yüzden açıkça Tanrıbilimin
konusuna girer. Yalnızca İnsan Yasası'nın, yani dördüncü
tipin kimi dünyevi temellere sahip olduğu söylenebilir. İnsan
Yasası, Doğal Yasadan (ve Tanrısal
Yasa yerine geçen özgün örneklerden) türediğinden, nihai geçerliğine
dinsel temellerde karar verilmiş olması gerekir.
Avrupa düşüncesine birkaç yüzyıl egemen
olan yasaya Thomas'cı yaklaşım, Katolik Tanrıbilimcilerce
bugün de tutulmaktadır. Açıktır ki, bu Tanrı-bilimciler,
aynı zamanda Thomas da, doğada Kutsal Kitaplar ve doğanın
tek doğru yorumunun Katolik yorum olduğuna inanmaktadırlar. Bu
son inanç, gerçekte tüm Hıristiyanlarca paylaşılmıyor
artık. Bu arada, 16. yüzyılın başlarında, Protestan
reform hareketi, kutsal kitapların yorumu üzerine tartışmalara
yol açan ve farkın çeşitli biçimde olacağını ileri
süren bağımsız, yeni Hıristiyan kiliselerinin büyük ölçüde
artmasını sağladı. Bundan başka, bu kiliselerin
birçoğu, üyelerini Kutsal Kitap üzerine çalışmada kendi
yollarına göre davranmalarına özendirip, herhangi bir
ayrıntılı resmi dogmanın formüle edilmesini reddettiler.
Sonuç olarak özgün vahiy ilahilerin tam anlamıyla bir fikir sorunu oldu.
öte yandan, modern Hıristiyanların
Doğal Yasa yorumlarını ayrı görmeleri de pek
şaşırtıcı değil. Tek bir ağızdan
konuşan birleşmiş kilise tutumu yerine, biz şimdi,
Tanrının yaratışının anlamı hakkında
birçok kilise ve sayısız kişinin kendi farklı
inançlarını dile getirdiğini işitiyoruz. Gerçekte, son
birkaç yüzyılda bu çeşitlilik hemen hemen bir kaos noktasına
gelmiş bulunuyor. Böylece insanın «gerçek doğası»
geçmişte öyle açık görünmüş olan, anlaşılması güç
bir aldanışa dönmüştür.
Bu gelişmelerden dolayı, Doğal Yasa
Öğretisi, eski etkisini yitirdi ve yavaş yavaş bir gerileme
içine girdi. Bugün, yasakoyucular ona pek dikkat etmiyorlar ama,
yasalarını herhangi bir «Yüksek» otoriteye
başvurmaksızın, yaygın bir isteğin ifadesi olarak
gösteriyorlar.
Yasanın kaynağı olarak
«Doğa»nın artan biçimde ihmali özellikle öteki Batı ülkelerinden
oldukça farklı bir resmi miras paylaşan İngiltere ve Amerika'da
dikkate değer bir süreç gösteriyor. İngiliz kralları, Doğal
hakların kimilerini 1215'lerin başlarında
imzaladıkları Magna Corta bildirgesiyle yürürlükten
kaldırıyorlar ve sonraki yüzyıllarda onların gücü
Parlamentoca daha da sınırlandırılıyor. Dahası,
her ikisi de kralın hüküm ve yardımlarıyla
sınırlı öncekiler tarafından rehberlik edilen ve pratik
olarak uygulanan deneyimler üzerine yaygın bir yasa kuruldu. Böylece,
kıta Avrupasının hukuku dışında, kısa bir
süre içinde İngiliz hukuku oldukça pragmatik bir karakter kazandı.
İnsanlar arasında görülen ihtilaflar gibi resmi ihtilaflar da kolayca
belirlendi ve adaletin anahtarı, Hukuk Kitabında olduğu gibi
Kutsal Kitapta da öyle çok aranmadı.
Kuşkusuz, bu, İngiltere ve Amerikada
Doğal Yasa felsefesinin tümüyle safdışı
bırakıldığı anlamına gelmiyor. 18.
yüzyılın sonlarında, Amerikan kolonileri İngiliz Kraliyet
tacına başkaldırdığı zaman, isyanlarını
haklı çıkarmak için bu felsefeyi oldukça iyi kullandılar. Bu
nedenle, 1776 Bağımsızlık Bildirgesi, doğa
yasalarına ve doğanın Tanrısından olan yasalar ve
özgün olarak «apaçık gerçeklere» yönelir.
Bununla
birlikte, daha yakın
çalışmada, bu doküman, nedense yazarlarının
tutumlarında kararsız olduklarını ve doğal
yasanın temelleri üzerine ikincil düşüncelere sahip
olduklarını göstermektedir. Örneğin, eski geleneklerin
tersine,
yöneticilerin güçlerinin yalnızca cennetteki Tanrıdan
değil,
aynı zamanda bu dünya üzerinde yönetilenlerin onayından
da
türediğini gösterirler. Bu, insanın «mutluluk ve
güvenliğini»
büyük ölçüde etkiliyor görünen ve
bu biçimde güçlerini örgütleyen, yeni bir
yönetim kurmak için bir hakka sahip olduğu fikri gelir
arkasından.
Başka bir deyişle, yönetim ve yasa,
temelde, insanın çalışması gibi dünyevi terimlerde görülür.
Bu nedenle, insan, yalnız nihai politik ve resmi sorumluluğu
kaldırır.
Çağdaş Amerika'da, Doğal Yasa
Öğretisi, herhangi bir önemli pratik rol oynamaz olmuştur. Ondan arta
kalanların hepsi, artık gözden geçirilmez olmuş eski eyalet
yasaları içinde, pek dikkat çekici garipsi bir eser olarak gününü
doldurmaktadır. Örneğin, bugün belirli sayıda eyalette hâlâ
doğaya karşı suç diye adlandırılan yasaklamalar
vardır. Yani gerçek mağdurların değil de, bunları
Tanrı isteği olarak sayan Hıristiyan ve Yahudilerin
karşı karşıya kaldığı yasalar... (Bkz.
ABD'de yürürlükte olan resmi ve illegal seks yasaları.) Bununla birlikte,
bu yasaların geçerliliğine yalnızca kimi Tan-rıbilimciler
değil, kimi bilimadamları da karşı
çıkmaktadırlar. İşin doğrusu, normatif doğal bir
kural, bütün doğal bilimlerin gelişmesiyle safdışı
olmaktadır.
DOĞAL BİLİMLER VE DOĞA YASALARI
Daha önce de vurguladığımız
gibi, ilkel insan, doğayı toplumun bir parçası gibi görür ve
böylece toplumsal şeyler arasındaki terimlerdeki tüm doğal
olayları yorumlar... Yani ödül ya da ceza olarak karşılıkta
bulunmanın ilkelerine göre ilk ve en önde geleni... Gün
ışığı ve yağmura, iyi ve kötü ürüne,
sağlıklılık ve hastalığa, yaşam ve ölüme,
insanın davranışına yanıt olarak Tanrı, Tanrılar
ya da güçlü ruhlar neden olur. Doğru davranış hemen
ödüllendirilir, günahkâr davranış otomatik olarak
cezalandırılır. Nedensel ve kuralcı yasalar arasında
bir ayrım yoktur. Doğada olup biten her şey, üstün bir
insanın kişisel isteğinin doğrudan dışavurumudur.
Özcesi, açıklama ve doğrulama, tek ve özdeştir.
Doğanın bu önceden bilinen
bakış açısı, tüm dünya üzerindeki dinsel inanç ve eski
mitlerle kolayca gösterilebilirdi kuşkusuz. Oysa, günümüz
koşullarında biz, belki kendimizi Yahudi-Hıristiyan kültüründen
dolayı sınırlayabilir ve yalnızca Kutsal Kitap'in ilk
parçalarından birkaç örnek gösterebiliriz. (Eski Ahit'de, yani Tevrat'ta
Musa'nın beş babı.)
Örneğin, Levitikus babında
(kitabında), Yahova, İsraillilere belirli cinsel ilişkilerin
onun canını sıkacağını ve bu nedenle bu tür bir
ilişkiyi cezasız bırakmayacağını anlatır.
Öteki şeyler arasında: «Eğer bir adam kardeşinin dul
karısıyla evlenirse o murdardır» Bundan dolayı onların
çocuksuz olacağını açıklar. Levitikus (20-21) Başka
bir deyişle, dinsel kusur ve fiziksel bozukluk basit anlamda sebeb ve
etkisine dayanarak tanımlanır. «Murdar» evlilik
kısırlık üretir. Hatta erkek olsun kadın olsun, önceleri
her ikisi de kısır olmasa bile, onların günahları hemen ve
kaçınılmaz bir biçimde normal vücut işlevlerini etki altına
alır ve böylece döllenimi olanaksız kılar.
Daha önce ifade edilen Yaratılış
babından (38; 8/10), Yahova'nın tutumunun tümüyle farklı
olduğuna dikkat edilmelidir. O, ondan kardeşinin
karısını gebe bırakmasını istediği zaman, bu
buyruğu yerine getirmediği için cezalanır. («Cinsel Etkinlik
Tipleri» ve «Kendi Kendini Uyarım»a bakınız.) Bu apaçık
karşıtlık, burada çözümlenmeden
bırakılmalıdır. Bu sorunla ve bin Kutsal Kitap bilgiçleri
ilgilensin.
Yahova, «doğru» eşler bile olsalar,
«yanlış» zamanda olup biten cinsel ilişkileri de
cezalandırırım Eğer bir erkek, kadının âdet
döneminde ilişki kurarsa... ahali arasından çıkarılır
(Levitikus 20:18). Bugün bu son aşama sürgün ya da yasaklama anlamına
geldiği biçiminde yorumlanır, oysa kimi uzmanlar bu yorumun
yanlış olduğunu ve ahali arasından
çıkarılması «aşamasının» her şeyden bilgin
olan Yahova'nın ilkönce ölüme gönderdiği ve hastalık yerine
geçtiğini ileri sürerler. Böylece suç, kendi cezasını da üretir.
Deuteronomy babında, Yahova daha da
açıktır, onun halkı doğada layık olduğu
şeyler dışında hiçbir şey kabul edemez. Eğer
onlar buyruklara uyar ve dürüst davranırsa refah, bereket, iyi yağmur
ve iyi ürünle ödüllendirilir (Deuteronomy 28, 8). Eğer itaatsizlik
gösteriıierse, salgın hastalıklar, ateşli hastalıklar,
şiddetli sıcaklıklar, verem, iltihaplar, ülserler,
çıbanlar, kaşıntılar, skorbüt, delilik, körlük, akıl
bozukluğu, kuraklık, çekirgeler, kurtlar yakalarını
bırakmaz ve gıdasız kalmakla lanetlenirler. (Deuteronomy 28:20).
Emin olmak için, Yahova birçok durumda
cezasını yerine getirmek amacıyla insanın
yardımına bel bağlar. Böylece İsrail halkına buyurur:
«Eğer bir erkek bir hayvanla cinsel ilişki kurarsa, onun katli
vaciptir ve hayvan da öldürülecektir.» Bununla birlikte, öteki durumlarda
olduğu gibi, bunda da cezayı infaz eden insanlar yalnızca
Tanrının ilahi buyruğunu yerine getiren cellatlardır. Onlar
görevlerini başarmazsa, kendi kendilerini cezalandırmış
olurlar. Öte yandan, eğer söylenildiği gibi yaparlarsa derhal
ödüllendirilirler. (Örnek için günahkâr bir çifti cezalandıran
Phinehalıların ödüllendirilmelerine bakınız - Tevrat).
Herhalde, ilahi adalet nedeniyle insanlar hiçbir zaman küçük bir
yardımcı rolden başka bir şey oynamazlar. Yahova onları
kullanabilir ama hiçbir zaman onlara bağlı olmaz, onların
yardımlarıyla ya da yardımları olmaksızın
doğada olduğu gibi toplumda da Tanrının isteği yerine
getirilir.
Gördüğümüz gibi, eski İsraillilerde ahlak
ve doğa yasaları aynı tip modeli izledi. Başka bir
deyişle, İsraillilerde tek bir hukuk vardı ve hem yorumsal hem
tanımsal bir hukuktu bu. Yalnızca olması gerektiği gibi
değil, verilen herhangi bir durumda olacağı gibi ifade edildi.
Karşılıkta bulunmak geciktirilebilirdi, ama önlenemezdi. Sonunda
tüm suçsuzlar ve suçlular açıklanmış olacak ve herkese
hakkı verilecekti.
Kuşkusuz bu resmi felsefenin,
İsraillileri sınırladığı anlamına
gelmeyeceğini anımsamamız gerekir. Benzer görüşler birçok
başka eski halklarda da görülüyordu.
Örneğin, ilk Grek filozofları, fiziksel
olsun toplumsal olsun, her iki dünyanın da, zorunluluk ve
yazgısının ikiz güçlerce yönetildiğini gördüler.
Yunanlılar, şeylerin Tanrısal düzenine karşı
gerçekleşenlerin tümünün nihai yargısına, ödül ya da ceza olarak
karşılıkta bulunma Tanrıçası Dike'nin korku veren
çehresinde, yanılmaz adalet kavramına kişilik
kazandırdılar. Bunu filozof Heraclitus'un ünlü bir parçasında
okuyabiliriz: «Güneş yolundan bir adım bile atmaz; eğer o
Dike'nin hizmetçisi Erinyes olursa, o bunu öğrenir.» Başka bir
deyişle, Tanrısal bedenler de adaletin buyruklarını izler.
Eğer gösterilen yoldan saparlarsa, kusurları bulunur ve
cezalandırılırlar. Doğa
yasaları temelde itaatkâr bir evrence yerine
getirilmesi gereken ahlak normlarıdır.
Ahlak yasalarıyla doğal
eşitleştirmeler, tüm bilimöncesi düşüncelerin özelliğidir
ve bu düşünce yalnızca uygarlığın yavaş
yavaş ilerlemesiyle değişmiştir. İnsanın
salgın hastalıklar, doğum kusurları, depremler ve
fırtınalar, yağmur ve gün ışığı,
yıldızların işlevi ve yolu ile çekirge ve kurtların
davranışlarıyla insanın dürüstlüğü ya da
günahkârlığı arasında hiçbir ilişkinin
olmadığını keşfetmesi uzun zaman aldı. Eski
Yunanlılarda, Atomcular olarak bilinen kimi filozoflar çok önceleri bir
nesnel nedensellik fikri geliştirdiler, ancak Hıristiyan kilisesinin
doğusuyla, onların çalışmaları önemli ölçüde
savsaklandı ve sonunda unutuldu gitti.
Modern çağın
başlangıcından önce Copemicus, Bacon, Tyoho Brahe, Kepler ve
Galile gibi bilginler, yeniden doğa üzerine nesnel
çalışmalarıyla, yani herhangi bir Tanrısal ya da insani
soruna başvurmaksızın, bilimsel devrim çağını
başlattılar.
Bilimadamları doğal bir görüngüyü gözden
geçirdikleri zaman, ileri sürülen dinsel ve ahlaksal anlamını bilerek
gözardı ettiler. Bunun yerine, terimleriyle görüngünün kendisini etkin bir
biçimde anlamaya çalıştılar. İyilik ve kötülük, adalet ve
adaletsizlik onları ilgilendirmiyordu. Onlar, değerlerin
yargılanmasını değil, olguların
yargılanmasını gerçekleştiriyorlardı. Özce-si,
olması gerekene hazır reçete vermiyor, yalnızca olanı
tanımlıyorlardı.
Bir bilimadamı, doğal ve toplumsal
düzenin farklı ilkelerce yönetildiğini ve bu yüzden onları
yargılamaksızın, doğal olayları pekâlâ
açıklayabileceği varsayımında bulunabilir. O, doğaya
herhangi bir «yüce amaç» yükleniyor, ancak birbirleriyle neden-sonuç
ilintisinde olan bir elementler sistemi olarak dikkate alıyor. Bu ilinti
herhangi bir insan ya da üstüninsan isteğinden
bağımsızdır.
Kuşkusuz, bilim tarihini
kıyısından köşesinden okuyanlar, tam «nesnelliğin» bir
gece ansızın oluşmadığını bilirler.
Gerçekte, birçok yüzyıllar yeni ahlakın yansız nedensellik
ilkesi ve eski karşılıkta bulunma ilkesi birkaç dolaylı
yolla bağlı kaldı. Örneğin, ilk modern bilim adamları,
tıpkı insanın günahı ve Tanrısal cezası gibi,
neden ve sonucun otomatik bir ardışıklıkla izlenmesi ve her
zaman birbirleriyle doğrudan bir oranlama içinde olmaları
gerektiğini varsaydılar. Daha güçlü nedenlerin daha güçlü sonuçlar
doğuracağı düşünüldü. Daha da ileriye gidilerek, bir
nedenin yalnızca bir sonuca
sahip olacağına ve bir sonucun da
yalnız bir nedene sahip olabildiğine inanıldı.
Bu arada, bu ve öteki ödül ya da ceza verici
düşüncenin izleri bilimsel nedensellik kavramından tümüyle
çıkarıldı. Bugün bilimadamları, neden ve sonucun
yalnızca değişmez ve kesintisiz süregiden elementler olduğunu
ve onların da düzenli olaylar dizisinden başka bir anlamı
olmadığını anladılar. Her neden, başka bir
nedenin sonucudur ve her sonuç, başka bir sonucun nedenidir. Bu nedenle,
herhangi bir özel sonuç için herhangi bir özel neden seçmek oldukça keyfi
görünüyor. Dahası, neden ve sonuç arasındaki ilinti mutlak
zorunluluktan biri olarak değil, salt olasılıktan biri olarak
kabul ediliyor. Bu koşullar altında, gerçekte, kimi
bilimadamları «neden» ve «sonuç» terimlerini altüst ettiler ve şimdi
bunun yerine daha genel olarak «kuşkuları» ya da «bileşimde
bulunan parçaları» ve bir olayın «sonuçlarından söz ediyorlar.
Şimdiki kitaplarda modern bilimsel
kuramların tüm çapraşıklığıyla ilgilenmemiz
gerekmiyor. Amaçlarımız için, onların temel yanlarını
vurgulamak yeterli. Doğal ve toplumsal düzen özdeş değildir.
Doğa, yani bizi çevreleyen fiziksel gerçeklik, herhangi bir toplumsal
norma başvurmaksızın açıklanabilir ve
açıklanmış olması gerekir. Doğanın yasaları
dinsel, ahlaksal, krimi-nal ve toplumun sivil yasalarından temelde
farklıdır.
Sorun, başka bir açıdan da özetlenebilir:
Doğal bilimlerin ilerlemesiyle, «hukuk» sözcüğü iki farklı anlam
kazanmıştır. Tanrı isteğinin, yani yalnızca bir
yasanın varolduğu yerde, toplumda ve doğada her şeyi
yöneten biz, şimdi kuralcı (normatif) ve nedensel hukuk arasında
keskin bir ayrım olmasında diretiyoruz ve son olarak yapılan
formülasyonda bir olası Tanrısal niyete herhangi bir başvurudan
kaçınıyoruz.
Aşağıdaki iki yasa bu noktayı
açıklayabilir:
1.
Eğer bir kadın zina ederse cezalandırılır.
2. Su belirli bir ısının
altında soğursa, buza dönüşür.
Bilimöncesi akıl için bu yasaların her
ikisi de bir Tanrısal isteğin işleri olarak
tanımlanır. Tanrı, zinayı cezalandırır,
ırmakları ve gölleri dondurur ve o öbürlerini yaptığı
gibi her zaman birini de yapar. (Bununla birlikte, isterse, her iki durum
dışında bir şey de yapabilir.) Böylece,
acımasını göstererek zina yapan kadını
cezalandırmadan da bırakabilir. Ya da tek bir ırmak
dışında tüm ırmakları dondurarak mucizevi
özelliğini bu biçimde de gösterebilir.
Öte yandan modern bilimsel akıl, yalnızca
çok yüzeysel bir benzeyişle, bu iki yasayı paylaşır.
Kuşkusuz, ikisinin de aynı gramatik yapıya sahip olduğu bir
gerçektir. Üstelik çok genel ve soyut anlamda, aynı temel düşünceyi
dile getirir. Yani onlar, bir sonuç olarak başka bazı şeylerle,
bir şart altında olan bazı şeylerle ilinti kurarlar. Oysa,
şimdi bu ilintinin karakterinin her durumda tümüyle farklı
olduğu büyük ölçüde biliniyor. İlk yasa, sonucuyla (ceza),
şartı (zina) arasında, şartın sonucu izlemesi gerektiği
bir biçimde ilinti kurar, ikinci yasa, sonucuyla (suyun buza dönüşmesi)
şartı (belli bir düşük ısı) arasında,
şartın sonuç tarafından izlendiği, tanımsal bir
biçimde ilinti kurar. İlk yasa bazı yasa koyucu otoritenin
kafasında yatan zorunlu bir kural olarak kendini gösterir. İkinci
yasa, gözlenmiş bir modelden başka bir şey değildir.
İlk yasa, bazı üstüninsan ya da insan ruhları,
Tanrıları, Tanrısı ya da polis gibi temsilcilerince
güçlendirilmiş olmalıdır. İkinci yasa, sanki kendisini
güçlendirir. O, herhangi bir insanın hareketine ya da görüşüne kulak
asmaksızın kendi yoluna devam eder. Zina yapan bir kadın her
zaman cezalandırılmayabilir. Belirli bir ısının
altına düşen su her zaman buza dönüşür.
Kuralcı ve nedensel yasalar arasındaki
fark, onların işleyişi sırasında
değiştirebileceği yolları hesaba
kattığımız zaman belki daha açık bir biçimde
görülebilir. Kuralcı yasalar, yasa koyucu kararlarla ıslah
edilebilir, hatta tümüyle ortadan kaldırılabilir. Eski normun
ıslahı ya da tümüyle kaldırılmasından sonra yerine
yeni bir norm getirilir. Öte yandan, nedensel yasalar, çok farklı bir
biçimde değişir ve bu değişimin farklı bir anlamı
vardır. Gerçekte, belirli bir anlamda, insan nedensel yasaların
değiştirilemeyeceğini ve onların yalnızca bizim
algılarımızda değiştiğini söyleyebilir.
Örneğin, bilimadamları belli bir nedensel yasayı formüle
edebilirler ve onu yeni gözlemlerin ışığı altında
gözden geçirmeye zorlanabilirler. Oysa, böyle herhangi bir gözden geçirme ya da
düzeltme, gözlemlenen görüngünün tanımında daha kesin bir ölçü ortaya
çıkarabilir ve bu yüzden o yasanın kendi amacını hükümsüz
kılmaz.
Sonunda, dünyada tek bir nedensel sisteme
karşın, birçok kuralcı sistemin bulunduğunun
anlaşılmış olması gerekir. Tarihsel gelişim
sürecinde, insan ırkı büyük ölçüde farklı ve birbiriyle
çatışan toplumsal düzenler oluşturmuştur. Böylece, bir
zaman istenilen hareketler, başka zamanda yasaklanmış ve bir
toplumda övülen nitelikler başka bir toplumda mahkûm edilmistir. Tersine,
hiçbir zaman doğal düzenden başka bir düzen olmamış ve o
bugün de her yerde aynıdır. Bunun nedeni açıktır:
Doğal düzen hiçbir zaman insanın etkisiyle ne oluşmuş ne de
yadsınmıştır. İnsanlar onun üzerinde çalışabilir
ve avantajlarını kullanabilirler, ancak onu
değiştiremezler.
İDEOLOJİ OLARAK «DOĞA»
Bugün, uygarlık tarihinde geriye
baktığımız zaman, insanın en büyük
başarılarından birinin kuralcı ve nedensel yasalar
arasındaki kesin ayrımı olduğunu görürüz. Bu ayrım
olmaksızın, tüm kazançlarıyla birlikte doğal bilimlerin
gelişmesi söz konusu olmayacaktı.
Bilim, yalnızca sonuç olarak insanın
üzerinde çalıştığı her şeyin Tanrısal ve
insani çehresini çürütmeye karar verdiği zaman, yani
doğruluğundan doğal olayların açıklanmasını
ayırdığı zaman başladı. Sonuç olarak o,
doğaya tarafsız ve her şeyden ayrı bir biçimde bakabildi.
O artık, sadece doğayı kendi
terimleriyle anlamaya çalışmak yerine artık doğanın,
onun için herhangi bir açık ya da gizli kişisel anlamı
kalmadığını varsayıyordu. İnsanın doğa
üzerine daha çok bilgilenmesini sağlayan ve böylece onu kendi
amaçları için kullanan bu büyük ayrım, bu yansız 'nesnel'
tutumdu.
Bilimin nesnelliği, doğal olayların
«yüce amaca» sahip olmadığı ve herhangi bir ahlak
yargısı oluşturmadığı ilkesi üzerine kuruludur.
Bilimadamları «olan»dan olması «gereken»e, olgusal gerçeklikten
ahlaksal norma, mantıksal karmaşanın
olmadığını bilirler. Olması ya da olmaması
gereken bir olay olgudan izlenmez. Doğada suyun, eğer su belli bir
ısının altındaysa, buza dönüşmesi olgusu,
soğuğun iyi ya da kötü olduğunu ya da suyun buzdan daha iyi ya
da kötü olduğunu belirtmez. Aynı nedenle, doğada büyük
balığın küçük balığı yuttuğu olgusu,
onların davranışının doğru ya da her ikisinin de
yanlış olduğunu göstermez.
Kimi bitkilerin aşırı büyüyüp
başka bitkileri tahrip ettiği olgusuna dayanarak, bitki
yaşamının ahlaksal değeri üzerine hiçbir şey
söylenemez.
Oysa, doğa bu sıfatla değer
serbestliğinde bulunur iken, insanlar değerler olmaksızın
yaşayamazlar ve bu yüzden her zaman belli başka şeyler üzerinde
belli doğal görüngüleri yeğlemezler. Böylece, kızaklar üzerinde
bulunan insanlar, onların buzla kaplı olmasını isterken,
bir gemide seyahat eden insanlar; ırmaklar, göller ve okyanusların
donmamasını yeğlerler. Kimi balıkçılar, büyük
balık yakalamayı sever, kimileri de küçük balık yakalamayı
yeğler. Çiftçiler ve bahçıvanlar kimi bitkileri ekip kimilerini de
sökerek geçinirler. Özcesi, insanlar kendilerine yararlı olan belli
doğal olayları ya da şeyleri yeğlerler ve yararsız
olanlara da yol verirler. Her seçme durumunda ona kılavuzluk eden
doğanın kendi normu ya da değerleri değil, insanın
değişebilen kendi çıkarıdır.
Oysa bugün hâlâ tüm görüngülerin nihai amaca hizmet
ettiğini ya da doğanın ahlak ilkeleri üzerine oturtulduğunu
ileri süren insanlar var. Bundan başka, bu nihai amaç için «doğru aklın»
yardımıyla, sözde doğadan bir sonuç çıkarılabilir.
Böylece, doğayı dikkatlice gözlemleyen herkes, bizzat
yaşaması gereken hukuku keşfedebilir. Bu «doğal hukuk» ona
doğanın yönelimlerini izleyen ve bu yüzden kusursuz bir ahlak ve
doğruluk getiren bir yaşam biçimini güvenceye alır.
Doğanın yönelimlere sahip
olabileceği inancı, o kişiye irade ve zekâya sahip üstün bir
insan olduğunu ya da en azından böyle bir varlıkla
yönetildiği izlenimini verir. Doğa yasalarının salt gözlenmiş
örnekleri tanımlamakla kalmadığı, gerçekte kimi
yasakoyucuların altında yatan zorunlu kurallar olduğunu
gösterir. Bu üstün yasakoyucu, ya doğanın kendisi ya da iradesinin
bir dışavurumu olarak, doğayı yaratan Tanrıdır.
Doğru olarak anlaşılırsa, insanın kendi
çıkarına en iyi hizmetin Tanrının ya da doğanın
buyruklarına uymakla sağlanacağı görülür. 18.
yüzyılın en büyük bilginlerinden Sir William Blackstone'nun, İngiltere
Yasaları Üzerine Yorumlar'ında özetlediği gibi: «İnsan
her şeyiyle yalnızca yaratıcısına
bağlıdır, her noktada yaratıcısının
isteğine uymak zorundadır. Yaratıcısının bu
isteği Doğal Yasa olarak adlandırılır.»
Daha önce de gösterdiğimiz gibi, Doğal
Yasa öğretisi, bilimsel bir görüş temelinde kurulmuş
değildir ve zaten öyle de olamaz, ancak dinsel bir karakter
taşır. Bu durumuyla da bilimöncesi dünyamızın söylencesi
bakış açısını yansıtır. Gerçekte bu olgu
Hıristiyan Doğal Yasa savunucularının çoğunca da kabul
edilir, hatta Hıristiyanlık dışı inançların
savunucuları arasında da yaygın bir biçimde benimsenir. Her
şeye karşın, modern çağlarda dinsel bir kılavuzdan
yararlanmaksızın, doğadan «nesnel» normlar türetmek
girişimleri yinelenmektedir. İşin doğrusu, kimi
Tanrıtanımaz düşünürler de ahlak değerlerinin temelini
doğada bulmaya çabalıyorlar.
Bu modem dindar olmayan inanıcılar,
«doğal bir yasada», «sınırlı varlığın her
zaman tamamlanmamış olduğunu» ya da tüm yaşayan nesnelerin
tamamlama ve yerine getirmeye doğru bir eğilimlerinin olduğunu
ileri sürmüşlerdir. Nitekim, insanlar aynı zamanda varlıksal
tamamlanmalarını ya da doğasında bulunan potansiyelin
gerçekleştirilmesini sağlayan özel «doğal» bir yaşam
biçimine belli eğilimler gösterirler. Bu amacı güçlendirecek herhangi
bir eylem iyi, bu amacı engelleyecek ya da önleyecek herhangi bir eylem
ise kötüdür. Toplumsal düzen, bu nedenle herkesi doğal davranmaya yöneltme
zorunluğu duyar.
Doğadaki her şeyin yerine getirme ya da
tamamlamaya doğru çabaladığı düşüncesi kuşkusuz
oldukça eskidir. Örneğin, Aristo'nun Metafizik kitabında
aşağıdaki tanımlamayı buluruz: «İlk ve kesin
anlamıyla doğa, bir hareket kaynağı gibi kendinde varolan
şeylerin özüdür.» «Şeylerin özü», Aristo'ya göre, onları
doğru olarak gören ve gerçekten oldukları gibi yapan tek niteliktir.
Bir meşe palamudunun özü meşe olmak, bir iribaşın özü
kurbağa olmak, bir dölütün özü insan olmaktır. Kendilerinde varolan
«şeylerin hareketini» potansiyellerini anlamak, yetiştirmek ve
geliştirmek eğilimidir.
Meşe palamudundan meşe, iribaştan
kurbağa ve bir dölütten insan üreten işte bu harekettir. Başka
bir deyişle, meşe palamutları, iribaşlar ve dölütler kimi
dış güçler önlemediği sürece, her zaman olmak istedikleri gibi
olurlar. Eğer böyle bir durum olursa, onların doğal
eğilimleri engellenmiş olacak ve gelişmeleri «doğal
olmayan» bir durdurmayla karşılaşacaktır. Onların
«doğası» tamamlanmadan ya da yerine getirilmeden yoksun
bırakılmış olacaktır.
Oysa, bu doğal bakış eskiden beri
kullanılageldiği ve hoş göründüğü halde bilimsel
nesnelliğin gerektirdiği şeylerle taban tabana
karşıttır. Bir bili-madamı için meşe ağacının,
kurbağanın ve insanın gelişimi, yalnızca
değişimlerin olası ve belirli bir çağa kadar önceden haber
verilebilir düzenli bir gelişme modelini gösterir.
Öte yandan, eğer, doğal gelişmenin
herhangi bir aşamasına eksik bir aşama olarak dikkat edilirse,
tüm şeyler her zaman eksik olur. Örneğin bir dölüt, henüz
doğmadığından, bir oğlan bebek henüz yetişkin
olmadığından, bir yetişkin de henüz
yaşlanmadığından ve bir yaşlı da henüz ölmediğinden
eksik sayılır. Eğer bu olası değişimlerin
herhangi biri «bir eğilimin» gerçekleşmesi olarak
tanımlanırsa, onların tümü de bu yolla tanımlanabilir.
Ardından, yalnızca yaşama doğru bir çıkış
değil, aynı zamanda ölüme doğru bir eğilim de vardır.
İkisi de eşit olarak «doğal» ve iyi olmalıdır.
Açıktır ki, böyle bir sonuç hiç kimseye bir şey getirmez.
Gerçek, muayyen yaşayan bir şeyin «tamam»
ya da «eksik» olduğu zamanı ya da tamam ya da eksik olup
olmadığını, önyargısız olmayan gözlemin bize
anlatabildiğidir. Onun varlığı süresinde her şey
birçok değişimlere uğrar ve bu değişimlerin kimilerinin
onun tamamlanmasına hizmet ettiği için daha iyi, kimilerinin de
tamamlanmasını yoksun bıraktığı için daha kötü
olduğunu söylemek, bilimsel değil, öznel bir görüşü savunmak
olur. Gerçekte, aynı «tam olma» kavramı da, tıpkı «eksik»
olanın olumsuz bir değer yargısını dile getirmesi
gibi, olumlu bir değer yargısını da belirtir. Kimi
şeylerin eksik olduğu savı, yalnızca onda bulunması
gereken kimi şeylerin kayıp olduğu, kusursuz olmadığı
anlamına gelebilir. Doğal şeylerin tamamlanmasının
iyi, tamamlamanın eksikliğinin kötü olduğunu tartışan
insanlar, yalnızca kendilerini totolojiyle, yani laf
kalabalığıyla uyutmaktan öteye gitmezler.
Koşullara göre, nesnel bir gözlemcinin
doğanın kendinde eğilimler, anlamlar, yönelimler ya da nihai
amaçlara sahip olmadığını kabul etmek
dışında bir seçme şansı yoktur. Bu nedenle o, ahlaksal
bir kılavuz olarak alınamaz. Basit olarak onun üzerine «doğru»
bir ahlak ya da yasal sistemi dayandırmak dürüst bir yol
olmadığı gibi, birçok insan bu üzüntüye layık görülebilir.
Şimdiye dek, doğadaki evrensel değerleri bulma
girişimlerinin tümü başarısızlığa
uğradı. En kötüsü de, bunların dar, kaprisli ve
bağlayıcı dogmalara götürmesi, en iyisi de her olası
hareketi haklı çıkarmakla ya da her olası amaca hizmet edebilen
anlamsız ve boş kurallar üretmekle sonuçlanmasıdır.
Örneğin, «doğa», herkesin kendi
hakkını aldığını söylemektedir. Nitekim, eski
Roma ahlakçıları «juum cuique - her biri kendine»yi talep ettikleri
zaman gerçek bir doğal ahlak yasası keşfettiklerini
düşündüler. Oysa bu yasa; «Herkesin kendininki nedir?» gibi
canalıcı bir soruyu yanıtlandırmayı
başaramadığından, tam bir adalet yaratamaz hiçbir zaman.
Gerçekte, bu soruya pozitif hukuk ya da politik sistem karar vermiş olmalıydı.
Bu yüzden «her biri kendine» deyimi kölelik, feodalizm, kapitalizm ya da
sosyalizm gibi herhangi bir sistemi haklı çıkarmak için pekâlâ
kullanılabilir.
Bir başka düzeyde güvenilemez ahlaksal kural
da Altın Kural diye bilineni ya da başka bir deyişle, «Kendine
yapmak istediğini başkalarına da yap» öğütüdür. İnsan
bunu ilk işittiğinde, evrensel olarak geçerli bir yasanın
belirtilmesinden başka bir şeyi düşünmeyebilir.
Oysa, onlar böyle bir davranışla
ilgilenmezse, başkalarına acı vermekten hoşlanan herhangi
bir kimsenin bu acıyı tattırmasına izin verilecektir.
Benzer biçimde, herhangi bir alkolik, ayık durumda da komşusunu
aşırı içki içmeye zorlayabilir. Sonunda herhangi bir kimse,
Altın Kuralı çiğnerse, Altın Kural ona karşı da
çiğnenmiş olmaz mı? Gerçekte, o kişi yanlış yapsa
bile, hiç kimse cezalandırılmasını istemez. Zaten
Altın Kurala göre hiç kimse yanlış yapan biri olarak
cezalandırılmamalıdır. Özcesi harfi harfine ele
alınırsa, Altın Kural hukuk ve ahlakın ortadan
kalkmasıyla sonuçlanır.
Başka bir örnek de Alman düşünürü Kant
tarafından formüle edilen Koşulsuz Buyruktur: «Yalnızca evrensel
bir yasa olmasını istediğin genel kurala göre davran.»
Başka bir deyişle, bir adamın, yalnızca tüm insanları
bağlıyor olmasını istediği kendi ilkelerine göre
davranması gerekir. Ancak bu ilkeler nelerdir? Faşizmin, komünizmin
ya da inanılabilir herhangi bir düzenin olduğu kadar, liberal
demokrasinin ilkeleri de olabilir.
Tarihsel gelişimi içinde sorunun gerçeği,
Doğal Yasanın herhangi hayal edilebilir ahlaksal ya da siyasal konumu
haklı çıkarmakta olduğudur. Böylece, Aristo, kimi
insanların «doğal olarak» köle olmalarının, onların
yazgısı olduğunu açıkladı. (Kutsal Kitap'in hiçbir
yerinde köleliğin haksız olduğunu gösterecek herhangi bir şey
bulunmadı.)
Modern çağlarda kölelik kurumu yoğun
baskı altına alınınca, köleliği kaldırmak
isteyenlerin Doğal Yasayı bir kasıt olarak kullanmaları
yeteri kadar ilginçtir.
Dönemlerinin pozitif, yazılı
yasaları, reddederek, onlara vazgeçmeyecekleri «doğal» insan
haklarını güvenceye alan ve tüm insanların eşit olarak
yaratıldığını bildiren «daha yüksek» bir
yazılmamış yasaya başvurdular. Köle sahipleri
etkilenmeksizin kaldılar, oysa, basit olarak söz konusu
tartışmanın çevresinde döndüler. Onlara göre, Tanrı
doğayı yarattı, doğa da insanlığın
yazgısını biçimlendirdi. Tarih, insanın ilerlemesinin
yalnızca üstü-ninsanın aşağıdakileri yöneterek,
güçlerini geliştirme özgürlüğü kazanmalarıyla olası
olduğunu gösterdi. Bu nedenle, doğa, köleliği
uygarlığın bir bedeli olarak talep etti.
Yüzyıllar içinde, benzer bir sonuca varmayan
tartışmalar, gerçek «doğal» yönetim biçimi üzerine
yapılmıştır. Örneğin, monarşistler, Ay'ın,
yıldızların çevrelediği ve Güneş'in çevresinde
döndüğü biçimindeki gökyüzünün hiyerarşik gizemine dikkat
çekmişlerdir. Böylece, o halktan kişilerin soylu
insanların hizmetinde
yaşamasını, sırasıyla, bir kural ya da bir imparatora
hizmet etmenin doğal olduğunu göstermekten başka bir anlama
gelmiyordu. Öte yandan, demokratlar tüm Tanrısal vücutların eşit
ölçüde aynı yerçekimi yasasına bağlı
kaldığını ve bu nedenle doğamı, yasa altında
tüm insanlara eşit adalet verdiğini ileri sürdüler. Oysa bu
bakış, evreni temel güçler arasında bir sürekli
zaptedilmemiş mücadele yeri olarak gören anarşistler-ce uygun
bulunmadı. Bu nedenle, sözde bir eşitlik adı altında bir
resmi tahdit, yalnızca doğanın uygun
çalışmalarını karıştırdı.
Oysa, sorun, doğanın nihai ya da «gerçek»
amacının şu ya da bu yanıyla yanlış
anlaşılmış olması değildi. Hiçbiri «doğru
aklın» ek bir dozajının sonunda onu tüm yanlarıyla
açığa vuracağını var saymış olamaz. Gerçek,
böyle bir amacın var olmadığı ve tartışılan
parçaların doğa içindeki kendi değer sistemini, döngüsel
(dairesel) mantığıyla yeniden kazandığını
basitçe gösterdiği biçimindedir. Bu doğa kesin ahlaksal içeriğe
sahip olmadığından, tümüyle olasıdır. «Doğa»
sözcüğü, ahlaka ilişkin tartışmalarda
kullanıldığı zaman, herhangi bir kimsenin onu anlamak
istediği herhangi bir şey anlamına gelebilir.
Böylece, her toplum ya da grubun, şeylerin
«doğru» düzeni üzerine kendine göre yonttuğu anlamsal bir alet,
klasik bir «hazır reçete» örneği olmaktan öteye gitmeyecektir,
özcesi, ideolojik bir terimdir bu.
Bu, hiçbir yerde cinsel ahlak alanındaki kadar
açık görülmez. Biz daha önce eski Yunanlıların hazda ve
kişisel icrada seksin «doğası»nı nasıl gördüklerini
göstermiştik. Cinsel iti, âşıkları sevgiyle
birleştiren Tanrısal bir esin kaynağıydı. Bu amaca
yardım eden ya da yaklaşan herhangi bir hareket «doğal»dı.
Tersine, eski İsrailliler ve ilk Hıristiyanlar, seksin
«doğa»sının üreme olduğuna inandılar ve bu yüzden de
yalnız çok özgün bir hareket «doğaldı: Birleşme. Bunun
dışındaki tüm cinsel etkinlikler doğal değildi.
Doğru bir toplum, bu tür etkinlikleri önlemece yükümlüydü. Öte yandan,
Amerikan yerlileri ve Polinezyalılar, eşciselliğin,
transseksüelizmin ve transvestitli-ğin, kişinin
doğasının yansıması olduğunu ve bu yüzden
saygı gösterilmesi gerektiğini hissettiler. Herhangi bir toplumsal
sataşma en büyük haksızlık, hatta doğanın kendisine
karşı bir suç olacaktı. Bununla birlikte, özgün bir
birleşmedışı hareket ya da onun bastırılması
gibi doğaya karşı bir suçun nasıl belirlendiğinin
önemi yoktur. Belirleme her zaman keyfi ve özneldir. Nesnel olarak
konuşursak, doğa hiçbir zaman ihlal edilemez, çünkü ihlalin kendisi
de doğal olacaktır. Ünlü bir seks
araştırmacısının bir yerde belirttiği gibi;
doğal olmayan tek şey, icra edilemez olan şeydir.
Bu nedenle, belirli işlerin «doğal
olmadığı» savı, her zaman bir değer
yargısını yansıtır ama asla bir gerçeğin
yansıması değildir. Açıktır ki, doğanın olmakta
olan bu işleri önleyeceği anlamı çıkarılamaz. Daha çok
doğanın onların oluşumunu onaylamadığı ya da
doğanın tam ilgisini çekmediği anlaşılır. Oysa,
gerçek durumda doğa, onlar hakkında şu ya da bu biçimde bir
düşünceye sahip değildir. Düşünce tümüyle insancıldır.
Beğenilmeyiş, doğadan değil, ancak ahlak değerlerini
reddedilmiş bulan erkek ve kadınlardan gelir.
«Doğal» ve «doğal olmayan» terimleri,
övgü ve mahkûmiyet ifadeleridir. Bu terimler bize herhangi bir şeyin
nesnel tanımını sağlamazlar. Salt gerçekliği
tanımlamak isteyen insanlar yargılamaksızın onu kullanmaz.
Örneğin, bir bilimadamının yansız bakışına
göre, her şey doğanın bir parçası olduğunda
doğaldır. Onun için acı haz gibi, sağlık hastalık
gibi yaşam da ölüm gibi doğal haktır. Oysa, bu yansız
biçimiyle kullanılırsa, «doğal» sözcüğünün pratik olarak
anlamsız olacağı açıktır. Bu yüzden bilim
adamları «doğal» sözcüğünü sözlüklerinden kaldırdılar
ve onu ahlaklar dünyasına sürgüne gönderdiler.
Biz, «doğal» ve «doğal olmayan»ın
gerçekten kullanıldığı örnekleri incelemeye başladığımızda,
onların her zaman belirli ahlak yargılarını desteklemek
anlamına geldiğini gördük. Bu değer yargılarının,
konuşmacıların eğilimleri ile değiştiğini
söylemeye gerek yok. Tarihsel ve antropolojik araştırmalar, tarihin
farklı dönemlerinde ve dünyanın farklı parçalarında,
toplumların farklı ahlak değerlerine sahip olduğunu
göstermiştir. Gerçekte, bu tür farklılıklar bugüne değin
gelmiştir. Ayrıca, bugüne değin her toplum kendi ahlak değerlerini
evrensel, sonsuz ve değiştirilemez, yani gerçekten ve yalnız
kendi değerlerini «doğal» sanmışlardır. Bunun nedeni
basittir: Doğanın çağrısı bir nesnellik havası
içinde, herhangi bir öznel değer sistemini ödünç veriyor. O insanlara
ahlaksal durumları için kişisel sorumluluktan kaçınmalarına
izin veriyor. Böylece, insan, komşusunun cinsel
davranışından hoşlanmazsa, ona kendi adından çok
Tanrının ya da doğanın adıyla kolayca baskı
yapabilir. Özcesi, bize kendi haz ve tercihlerimizin evrensel adaletin, genel
zenginliğin, «Tanrısal isteğin» ya da «doğal düzenin» istemlerine
uyduğunu söyleyebiliriz.
Oysa, herhangi bir açıklama ya masum bir
kuruntu ya da bir alaycı aldatmadır. İleri sürülen her durumun
nesnel bir çözümlemesi, «Tanrısal istek» ya da doğal düzenin belirli
bireyler, gruplar ya da toplumsal sınıfların çıkarlarından
başka bir şeyi temsil etmediğini gösterir. Bu, aynı
Tanrı ya da aynı doğanın böyle birçok farklı toplumsal
siyasetleri haklı çıkarmaya, yönelmesinin esas nedenidir. Önce de
gördüğümüz gibi, en büyük tektanrı-lı dinler Yahudilik,
Hıristiyanlık ve İslamiyet bile yorumlarında önemli,
farklar gösterir. Dahası, Hıristiyanlığın kendi içinde
de sayısız kilise ve hareketler, Tanrının iradesine ve
doğanın yasasına bakışta farklı yorumlar
getirirler. Böylece, tartışmalarına destek sağlamak
amacıyla aynı kutsal kitabı kullandıkları halde
bazıları benimsemezken, bazı kiliselerde boşanmayı
kabul eder, bazıları isterken bazıları gebelikten
korunmayı yasaklar ve bazı kiliseler eşcinsel papazlara
açıkça görev verip eşcinsel evlilikleri icra ederken
bazıları da eşcinselliği mahkûm eder.
Ne de olsa, bugün seksin
doğasınının üreme olduğu biçimindeki geleneksel Yahudi
Hıristiyan inancını paylaşmayan bazı kiliselerin
olduğu açıktır. Birçok Hıristiyana bu inanç, şimdi,
modası geçmiş, dar ve keyfi bir varsayım üzerine temellendirilmiş
geliyor ve bu yüzden yeni, daha açık bir cinsel ahlak geliştirmeye
çabalıyorlar. Bununla birlikte, başka bir keyfi varsayım
yerleştirmenin ve çözümü Doğal Yasa Öğretisinin biraz
güncelleşmesinde aramanın yeterli olmadığını
anlıyorlar. Yerine, cinsel değerlerinde, tam sorumluluk almaları
gerektiğini anlamaya başlıyorlar.
Bu, daha önceki Doğal Yasayı koruyan tam
ahlak çabasına önem verilmemesi ya da onun safdışı
bırakılması anlamına gelmiyor. Hatta en şiddetli
eleştirileri bile göstermiştir. Doğal Yasa öğretisine
çoğu kez baskıcı dinsel ve dünyevi otoritelerin hücumlarda
bulunduğu ve böylece onun insan özgürlüğünün nedenine de hizmet
ettiğine dikkat çekiyorlar. Özcesi, tarihsel süreç içinde bir doğal
yasa inancı, yalnızca egemen düzene hizmet etmiyor, aynı zamanda
daha iyi bir düzenin gelmesinin yollarını da açıyor. «Doğa»
sözcüğü boş bir reçete olabilir, ancak bazen
insanlığın en iyi umutları ve yüce amaçlarıyla dolu
olduğu da görülür. İnsanlar herhangi bir Tan-rı-vergisi
doğal haklara yaşama, özgürlük ve mutluluğun izlenmesine sahip
olmayabilirler, ancak kimi modern toplumlar bu haklar uğruna dövüşmek
ve onları kazanmak için doğaya başvurmuşlardır. Bu
nedenle, bir Doğal Yasa kanısı, övülmeye bir ütopist
insancıl görünüşe sahiptir. Bu anlamda Doğal Yasa geleneği
üzerine eleştirel bir çalışma, bize gerçekten insancıl bir
cinsel ahlakı öğretebilir.
(Not: Önceki bölümdeki belli kanıt ve
örnekler, Ortaçağ Avrupasının öbür ideolojikritik
temsilcileri ve Hans
Kelsen, Kari Popper,
Ernst Topitsch'in çeşitli yazılarından
alınmıştır. Bu yazarlar, cinsel sapkınlık
sorununa değinmemekle birlikte, genel tutumları burada da açıkça
görülebilir. Bu yüzden, daha derin çalışma yapacaklara bu
yazarların yapıtları salık verilir. Kelsen'in Doğal
Yasa eleştirisini yukarıda kısmen özetlemiş bulunuyoruz.
Ayrıca, Adalet Nedir'deki toplu denemelerine bakınız
(Berkeley, 1957). Doğal Yasa'nın Ütopist görüşü, Ernst Bloch'un Naturrecht
und Menschliche Würde (Doğal Yasa ve İnsanın Değeri)
adlı yapıtında incelenmiştir (Frankfurt. M. 1961).
YASAL - YASADIŞI
Cinsel normların ihlalinin resmi bir sorun
olarak belirlendiği yerde, cinsel uyumculuk ve cinsel sapkınlık,
yasalara ve suça uyma gibi görülür. Uyumcu cinsel davranış
«doğru», «yasaya itaatkâr» ve «yasal»dır. Sapkın davranış
ise «bastırıcı», «cezai» ve «yasadışıdır».
Kuşkusuz, cinsel davranışın
belirli türlerinin gözü önünde yapılanların, yasayla
yasaklanmış olması gerektiğinde sorun yoktur. Bu tür
davranışın mağdurları, açıkça resmen korunma
isteminde bulunmakta haklı olup, gerçekten de tüm toplumlar en
azından önemli üyeleri için bu istemi yerine getirmeye çabalarlar. Özcesi,
hiçbir toplum, asgari bir seks yasaları olmaksızın uzun süre
ayakta kalamaz. Oysa, önemli sayıda insanı bilerek cinsel
saldırının gaddarca biçimlerine karşı korunmasız
bırakan toplumlar da vardır. Bu toplumlarda yasa yalnızca güçlü
ve ayrıcalıklı olana hizmet etmekte ve söz konusu
sınıfın bir aleti olmaktan öteye gitmemekteydi. Böylece, köleler
ve serfler çoğu kez onların efendileri için «güzel bir oyun»
oluyordu. Bazen, dinsel ya da ırksal azınlıkların tüm insan
hakları çiğneniyor ve cezalandırma korkusu duymayan
çoğunluk tarafından cinsel bakımdan kötüye
kullanılabiliyordu.
Öte yandan, yasa altında eşit
korunmanın geçerli olduğu modern toplumlar da, suçlunun sorununa
bakılmaksızın, tüm cinsel kötüye kullanımları büyük
bir şiddetle cezalandırmayı gündeme getirdi. Gerçekte herkes
için «güvenli» bir dünya kurma hevesleriyle, bazen aşırı yasalar
koyup başka hiç kimsenin varolamayacağı cinsel suçlar yarattılar.
Böylece, yalnızca dürüstü kötü kişiden ya da kötüleri birbirinden
korumayı değil, aynı zamanda dürüst olanları birbirinden
korumayı da durdurdular. Yani, seks yasaları «kurbansız suçlar»a
değin genişletildiği zaman, totaliter bir karekter kazanır
ve bunun sonucunda birçok iyi insanı, yasaların kendisi mağdur
edebilir.
Bununla birlikte, çoğu iyiniyetli yasa koyucu,
cinsel yanlış yapmanın birçok biçimini cezalandırmadan
bırakmalıdır. Örneğin, seksi birbirlerini alçaltmak
anlamında kullanan karı-kocalar, çocuklarını cinsel
bakımdan cahil bırakan ana-babalar, mastürbasyon hakkında
yalanlarla öğrencilerini korkutan öğretmenler, cinsel uyumcu olmayana
zulmü reva gören papazlar, büyük ölçüde zarar verebilirler. Her şeye
karşın, onlar seks suçluları olarak dikkate alınmaz ve
zaten herhangi bir yasanın onları denetip denetmeyeceği de
kuşkuludur.
Tüm bunlardan iki sonuç çıkarabiliriz:
1 - Yasa ve ahlak, aynı şey
değildir. İkisi arasında bir ilgi vardır kuşkusuz,
ancak, bu ilişki doğrudan değildir. Kimi ahlaka aykırı
seks davranışları tümüyle yasal olabilir, belirli seks
davranışları da tümüyle yasadışı olabilir.
2- İnsan, seks yasasının
amacının basit olarak fiziksel ve duygusal korunmayı
sağlamak olduğunu varsayamaz. Gerçekte, gördüğümüz gibi, kimi
tehlikeli davranışlar yasal olabilirken, zararsız
davranışlar da yasadışı olabilir.
Öte yandan, bulmaca gibi karmaşık seks
yasalarımızın ardındaki «gerçek» nedenleri nasıl
buluyoruz? Başka bir deyişle, toplumların, cinsel
davranışlarının yasal ya da yasadışı olup olmadığını
hangi gerçeğe göre belirtiyor? Tarihe kısaca gözatmakla bu sorulara
bir yanıt bulabiliriz belki.
SEKS VE HUKUK
Uygarlığın başlarında tüm
yasalar dinsel yasalardı, yanı kimi üstünin-san otoritesinin
isteği olarak ifade ediliyordu Ruhlar, Tanrıları ya da
Tanrı, insanların belli bir biçimde davranmasını istedi ve
buna boyun eğmeyenleri derhal cezalandırdı. Bu nedenle, yasalar
pratik olarak kendilerini güçlendirdiler.
İlk bilinen seks yasaları bu kuralın
dışında değildi. Gerçekte, günah ve suç arasında da
bir fark yoktu. Cinsel suçlular hem günahkâr hem suçluydu, cezaları da
belliydi, insanın yasayı uygulamasının hiç de zorunlu
olmadığı yerlerde, Tanrısal kurallar pek işlemedi.
İşin gerçeği, cinsel inançlar
binlerce yıl tüm hukukun temeli olarak kaldı. Örneğin, Eski
Dünyanın ilk büyük yasa koyucuları, açık olarak yüksek bir
amacın elçileri olduklarını ilan ettiler. Hammurabi,
yasalarını Güneş Tanrısından aldı, On Emir,
Musa'ya Sina Dağında Yahova tarafından verildi, Kur'an, Cebrail
melek tarafından dikte ettirildi Muhammed'e.
Bunlar ve çeşitli «Tanrısal esinli»
yasaların özellikle cinsel davranışa göre birbirlerinden oldukça
farklı bir biçimde ayrıldıklarını söylemek bile
gereksiz. Öte yandan, bu süreç içinde Yahova'nın kimi cinsel
buyruklarının da değiştirildiği ya da tersine
çevrildiğini de biliyoruz. (Örneğin: Yaratılış 38,
8/10 ve Levitikus 20:21).
Bununla birlikte, bir seks yasası üzerine ilk
tarihsel girişimleri
karşılaştırdığımız zaman, en
azından tek bir ortak şey buluruz: Tümü de toplumsal ve dinsel
suçlarla kaplanmıştır. Cinsel davranış yalnızca
öteki insanlara zarar verdiği zaman değil, salt inançsızlık
gösterdiği zaman da cezalandırılıyordu. Gerçekte, son suç
çoğunlukla öncekinden daha ağır bir ceza taşıdı.
İnsanlar herhangi bir kişisel incinmeden çok, Tanrısal
hoşnutsuzluklardan korkarlardı.
Böylece, cinsel yönden genelgeler şeylere
başkaldıranların hiçbir zaman toplumsal bakımdan
zararlı oldukları açıklanamadı. Hatta, herhangi bir kimseyi
özellikle tehlikeye atsalar bile, hâlâ topluma dolaylı bir tehdit
yöneltmiş oluyordu. Tüm varlığıyla Tanrıyı
horgörüp onun karşılıkta bulunmasını istediler. Bu
nedenle hoşgörülü olamazlardı. Onlara yapılan zulüm dinsel bir
görevdi ve onlara karşı alınan herhangi bir tutum haklı
çıkarılırdı.
Bu, eski çağlardan orta çağlara
hukukbilim uzmanlarının temel felsefeleriydi. Onların
görüşüne göre, hukukun temel işlevi, Tanrı'nın doğal
düzenini onarmak ve korumaktı. Gerçi, yüzyıllar geçtikçe cinsel
davranışın kontrolü kilisenin özel bir görevi oldu. Din
yalnızca özel değil, genel yaşamı da ilgilendiren çok
etkileyici ahlaksal bir güçtü.
Modern çağların
başlangıcında kilise, gücünü dünyevi devlete
kaptırdıkça eski yasalar ortadan kalktı. Tüm Avrupa çapında
dinsel mahkemelerin yerini dünyevi olanlar, papaz tarafından verilen
cezaların yerini cezai yasalar, itiraftan sonra kefaret olsun diye papaz
tarafından verilen cezanın yerini cezai cezalar aldı.
Ancak cinsel sapıklığa genel
yaklaşım önceki gibi kaldı. Devlet basitçe geleneksel ahlak
standartlarını kabul etti ve onları bütün gücüyle
uygulattı. Hatta «zararsız» «mağdursuz ya da kurbansız»
sapkınlıklar aleyhine dava açmaya devam etti. Bu kişiler dinsel
başkaldincilıktan dünyevi yıkıcılar haline
dönüştüler. Yasanın gözünde de onlar ulusun refahını tehdit
etmektedir. Devlet, kiliseden tümüyle ayrılmadığını,
18. yüzyılda Fransa ve Amerikan
HUKUKUN TANRISAL KÖKENİ
İnsanlığın
ilk büyük yasakoyucuları yasalarım tanrısal bir istenç olarak
ilan ettiler.
Sertleşmiş haldeki
penis biçimli taş, Güneş-Tanrısından esinlenen Hammurabi
yasalarını ifade ediyor. Taşın üstündeki Rölyef (Kabartma)
yontuda başında tacıyla tanrı önünde ayakta duran
Hammurabi'nin öğretisini sunuşunu canlandırıyor. (Paris,
Louvre).
Musa, tanrı Yahova'dan Sina
Dağında Yasa maddelerini alırken.
Bu İran illüstrasyonu da Hz.
Muhammet'in Cebrail'den Kuran âyetlerini alırkenki tablosunu gösteriyor.
devrimlerinin görülmesine değin
açıklayamadı. Bu, öteki şeyler arasında seks
yasalarının artık kutsal kitaplardan kopye edilmeyeceği,
ancak akılcı ve deneysel temellere dayanması gerektiği
anlamına geliyordu. Sonuç olarak, suç olan birçok cinsel
davranışa şimdi izin çıkıyordu.
«Aydınlanmış» tüm yurttaşlar, önceki ahlaksal vasilikten
kaçtı ve birçok yeni sivil özgürlükler kazandılar. Belli bir «özgür
dünya» ve kişisel ahlak yaratıldı ve yasanın onun
dışında olduğu anlatıldı. Bu demokratik kazançlar
Batı Avrupa ve Latin Amerika'nın çoğunun dolaysız ya da
dolaylı yoldan ulaştığı Napolyon-cu resmi reformlarla
pekiştirildi. Ayrıca ABD anayasasında aynı zamanda bu
demokratik kazançların dinsel dogmadan bağımsız olduğu
ilan edildi. Kongre kesinlikle bir dinsel oluşuma dayanan yasa yapılmamasını
emretti.
Bununla birlikte,
Hıristiyanlığın ya da daha püriten baskıcı
hareketin Amerikan genel yaşam üzerindeki etkisi öyle kolay
kınlamıyordu. Devlet çok uzun bir süre yalnızca tehlikeli olan
suçları değil, salt günah ya da kur-bansız kötülükleri cezalandırmaya
devam etti. Bu kötülüklerin, gerçekte faziletler olduğu ve onların
inançlarına göre şimdi tam bir cinsel yaşama götürmeyi
önlediği için artan sayıda püriten olmayanlara önem verilmedi.
Gerçekte, herhangi bir cinsellik sorunu gündeme geldiğinde, birçok
yasaya-pıcı hâlâ alışılageldiği gibi Anayasayı
unutmaktadır. Son yıllarda herkes genelde daha bilgili oldu ve
böylece cinsel özgürlüğün, örneğin konuşma özgürlüğü ve
dinsel özgürlük gibi bir anayasal sorun olduğu anlaşılmaya
başlanıyor. Daha şimdiden birtakım eyaletler seks
yasalarını liberalleştirdi ve başkaları da böyle bir
süreç içinde. Bu nedenle, en azından bu sınırlı alan içinde
sonunda Amerikan Devrimi verdiği sözü tutacağa benziyor. Oysa bu
birkaç gözlem, dinin yalnızca rasyonel seks yasalarının önünde
bir engel olduğunu ima anlamına gelmiyor. Hatta kilisenin en
katı biçimde ayrımı ve devletin bizzat kendisi, her yurttaş
için cinsel özgürlüğü güvenceye alıyor. Gerçekte, Sovyetler
Birliği, Çin Halk Cumhuriyeti ve Küba gibi modern, açıkça ateist devletler,
herhangi bir ortaçağ Hıristiyan krallığındaki gibi
cinsel sapkınlığa hoşgörüsüz bir tutum
takınıyorlar. Öteki davranışlar arasında bu ülkeler
hâlâ pornografi, fahişelik, eşcinsel davranışlara,
karşı cinsten elbise giymeyi, bu suçlar herhangi bir kişiyi
mağdur etmediği halde yasaklıyor. Açıktır ki, bu
yasaklamalar şimdi elbette eski dinsel zemin üzerinde savunulmuyor. Bu
olguyu, «burjuva yozlaşması», «kapitalist çürüme» ya da «Batı
ahlaksızlığı» gibi yeni ideolojik dogmalar temeline
oturtmaya çabalıyorlar. Gerçekte bu dogmalar üzerine daha derin bir
çalışma, onların olasılıkla eski unutulan dinsel
kökenlerden geldiğini keşfedebilirdi. Belki önce onları
yaratıp sonra dine, başkaldıranlara zulmetme isteği, kimi
toplumlarda öyle derine işlemiştir ki, onu haklı çıkaracak
herhangi bir dinsel ya da dünyevi özür kullanamazlar. Günümüzde bile,
dünyanın birçok yerinde aşırı bir cinsel hoşgörüsüzlük
vardır. İnsanın evrensel cinsel hakları için verilen kavga
henüz sonuca ulaşmaktan oldukça uzaktadır. (Aynı zamanda «Cinsel
Baskılar»a bakınız.)
Aşağıdaki sayfalarda, Avrupa ve
Amerika'da seks yasasının gelişmesi özetleniyor. Ek olarak, bu
yasalar, kültürel karşılaştırmalar da sunuyor. Yer
darlığı nedeniyle, evlilik, boşanma, gebelikten korunma,
düşük, zührevi hastalıklar, gayrimeşruluk vb. seks yasaları
burada ele alınmadı. Tartışmamız, terimin dar
anlamıyla, insanın cinsel davranışını düzenleyen
yasalarla sınırlıdır.
TARİHSEL ZEMİN
Günümüz İngiliz ve Amerikan seks
yasalarını anlamak için bu yasaların tarihini gözönüne
getirmemiz gerekir. Gerçekte, bu yasaların, kimileri eski ilkel
insanların gelenekleri ve görenekleri üzerine kurulmuş ve bir dizi
tarihsel olaylar içinde günümüze kalmıştır. Bundan başka,
Kıta Avrupasının yasaları dışında, örneğin
Anglo-Amerikan yasası, kilise ve devlet arasında henüz tam modern bir
ayrımı yansıtmıyor. Ama özgür bir ortaçağ
Hıristiyan ahlakını uygulamayi sürdürüyor. Bu, anayasasında
tam bir dinsel özgürlük ilan etmiş ABD'nin durumunda pek
şaşırtıcı geliyor. Her şeye karşın,
cinsel davranış alanında anayasal güvenceler hâlâ gerçekleştirilmeyi
bekliyor. Bugüne değin, dar Hıristiyan ahlak öğretileriyle
resmen Amerikan Hıristiyan-ları, anayasal olarak Birleşik
Amerika'nın inançlar ya da inançsızlıklarının tümüne
kaynaklık ettiği, yalnızca bir «Hıristiyan ülkesi»
olmadığı olgusunu kabullenmeyi reddediyorlar. Gerçekte bu olguya
dayanılarak, birçok Amerikan seks yasasının anayasaya
aykırı olduğu tartışılabilir.
Aşağıdaki kısa tarihsel inceleme, Amerikan ve İngiliz
seks yasasının gelişmelerini izliyor. Doğal olarak, bu
inceleme günümüz bağlanımdadır ve yalnızca taslak olup
birçok yönden eksiktir. Eksik de olsa, bu inceleme yadsınamaz ve büyük
ölçüde günümüz resmi tutumlarının dinsel temelini ortaya
koymaktadır.
Yasal Yahudi Geleneği
Eski İsrail tarihi, İsrail'in ulusal
kimliğinin kazanılması ve yaratılması mücadelesinin
tarihidir. İmansızlar tarafından kuşatılan ve kesin
olarak tehdit altında bulunan İsrailliler, «gerçek»
inançlarını korumak için olağanüstü bir çaba gösterdiler.
Töreler ve yasaların tümü işte bu temel çerçeve içinde ele alınmalıdır.
İlk Yahudi seks yasası
«Tanrının seçtiği insanlar»ı dört büyük kötülükten korumaya
çabaladı: Bir, nüfusun azalışı, erkek mülkiyet
haklarının ihlali, yabancıların, yabancı âdetlerinin
bulaşması ve dinsel inançlara başkaldırma. Böylece yasa tüm
öteki cinsel etkinlikler pahasına, evlilikte birleşmeyi özendirdi ve
komşu kabileler arasında yaygın olarak görülen ve üretime yol
açmayan seksin çeşitli biçimlerini yasakladı. Döllemenin kabul
edilmeyişi, anti-sosyal bir tutumu gösterdi ve bütün toplumu gücendirdi.
Irza geçme, zina ve gayrimeşru gebelikler, karılarını ve
kızlarını kişisel mülk gibi değerlendiren ve onlara
verilen herhangi bir «hasar» karşılığında tazminat
isteyen erkeklerin bireysel haklarını çiğneme anlamı
taşıyordu. Eşcinsel davranış ve hayvanlarla cinsel
ilişki, yabancı Tanrılara tapınmayla birleştirildi.
Böylece onlar putperestliğe ya da Kutsal Kitap'ta
adlandırıldığı gibi, Yahova'nın kendisine
karşı işlenen suçlara bir örnek göstermiş oluyorlardı.
Doğal olarak, zaman içinde belli seks yasaları
elendi ve değişen koşulların
ışığında yeniden yorumlandı. Her şeye
karşın, sekse karşı genel yasal Yahudi tutumu,
İsa'nın zamanında bile değişmeden kaldı. («Seks
ve Din» ve «Tarihsel Zemin»e bakınız.)
İlk Hıristiyan Öğretileri
İlk Hıristiyanlar, resmi Yahudi
geleneklerinin çoğunu kabul ettiler. Resmi olarak, Pagan Roma
İmapatorluğunun yumuşak yasaları altında yaşamaya
devam ettiler. Ancak, özel tavırlarında, daha katı olan Kutsal
Kitap standartlarını izlediler. Gerçekte, ilk büyük Hıristiyan
misyoner Aziz Paul, insanın cinsel arzuları üzerine çok sığ
bir görüşe sahipti ve nerede olursa olsun, bu arzuları
sınırlamayı savundu. Bu tutum, Augustine ve Kilise Babaları
olarak adlandırılan çileciler tarafından daha da
geliştirildi. Sonunda, Hıristiyanlık, Roma devletinin dini
olduğu zaman, bu yeni çilecilik cezai yasada ifadesini buldu.
Hıristiyan İmparatorlar Theodosius (İ.S. 390) ve Jüs-tinyen
(İ.S. 538 - 544) belli cinsel pratikleri paganizmin kalıtı gibi
ele alarak, çıkardığı drakonik (gaddarca) yasalarla mahkûm
ettiler. Özellikle Jüstinyen Yasası (bizans İmparatorluğunda bin
yıla kadar sürmüştür), cinsel sapkınlara karşı çok
hoşgörüsüz bir tutum taşıyordu. Örneğin Jüstinyen,
eşcinsel ilişki ve hayvanlarla cinsel ilişki gibi putperest
iğrençlikleri, Tanrının fırtına, yangın,
kıtlık, salgın hastalık ve depremle cezalandırarak
feryat ettiğini ve bu yüzden devletin tüm suçluların
yaptıklarından topraklarını korumak gibi bir ağır
görevle yükümlü olduğunu açıklıyordu. Bu suçun infazı da
kızgın demirle dağlamak, diri diri gömmek bunlardan önce de
işkence etmek ve kötürüm bırakmakla yerine getiriliyordu. Jüstinyen
Yasası, Batı resmi tarihinin bir alemeti farikasıydı ve
ortaçağ hukuk uzmanları üzerinde büyük bir etkisi vardı.
Ortaçağın Dinsel Mahkemeleri
İngiltere, İskoçya ve İrlanda,
misyonerlerin çalışmalarıyla Hıristiyan resmi
öğretilerine yakınlaştılar. Anglo-Sakson hukuku, hiçbir
zaman yazılı yasalar halinde toparlanmadı. Yasanın temeli
törenlerdi. Şimdi, yeni diniyle birlikte Hıristiyan Kilisesi, yeni
bir resmi sisteme girdi. İngiliz kralları aynı zamanda yeni
dünyevi yasalar koydular ve bunlar, uzun bir süre her iki resmi sistemde
varlığını sürdürdü. Üstelik birbirlerini
karşılıklı destekleyerek. Sonunda Kilise, tüm ruhani
konular üzerinde yargılama hakkını elde etti. Cinsel
sapkınlık, baştan çıkma, dinsel doğrulara
başkaldırma, büyücülük yapma gibi suçlara bakmak üzere özel dinsel
mahkemeler kuruldu. Bununla birlikte, bu dinsel mahkemeler herhangi bir dünyevi
cezayı uygulama gücüne sahip olmadı. Bunun yerine mahkemeler,
yalnızca belli bir ceza vermeyi buyurdular. Aynı nedenle, kendilerini
alışılagelmiş tanıklar kuralıyla
sınırlamaya temelde iradi itiraflara güven duydular. Suçlular
çoğu kez ruhlarından korktuğundan, itirafta bulundular. Çünkü
ancak bir dinsel mahkeme onları sonsuz lanetlenmeden kurtarabilirdi.
Yargıçlarda, yalnızca yoğun hareketleri değil, salt
günahkâr düşünceleri de dikkate almaya zorlanmış, hissettiler,
kendilerini. Cezaların çeşitli türleri ve ölçüleri «Penitentialler»
olarak adlandırılan özel bir kitapta yer alıyordu. Ki bunlar,
bugün ortaçağın kilise adaleti üzerine hazin bir tablo sunuyor bize.
Genel olarak konuşursak, sekse karşı
kilisenin tutumu son derece olumsuzdu. Karı-koca arasındaki
birleşme bile son derece sınırlıydı. Örneğin,
cinsel ilişki, evlendikten sonra üç gün, kadının âdet devri
sırasında, gebeliği sırasında ve bebeğin
doğumundan birkaç hafta sonrasına değin yasaklanıyordu.
Aynı zamanda perşembe günleri (İsa'nın
yakalanışı), cuma günleri (İsa'nın çarmıha
gerilişi), pazar günleri (İsa'nın yeniden dirilme günü) ve her
paskalya ve noel'den önceki kırk günden resmi oruç döneminde olduğu
gibi yasaktı. Âdet gören kadınların kiliseye girmesine izin
verilmezdi. Evlenmeden cinsel ilişki kuranlara bir yıldan daha fazla
ceza ve evli biriyle ilişki kurana yedi yıldan fazla bir ceza
istenirdi. Mastürbasyon ve uyku sırasında istemdışı
orgazma nedense daha hafif davranılırdı. Oysa eşcinsel
ilişkiler ve hayvanlarla cinsel ilişkiye yirmi iki yıldan ömür
boyuna değin uzanan bir ceza istenebilirdi.
Modern kafalar için zinaya istenilenle
eşcinsel ilişkiler için istenen ceza arasındaki bu büyük fark
acaip görünebilir. Oysa hatırlanmalıdır ki ortaçağ
düşüncelerinde bu günahlar bütünüyle farklı kategorilere giriyordu.
Üretim-sel olmayan cinsel davranış tipleri «doğal düzene»
karşı gelmekle suçlanır ve bu yüzden Tanrının
kendisine karşı gelinmiş oluyordu. Yalnızca öteki
insanların suçlandığı iğfal'i zina, hatta ırza
geçme gibi 'doğal' şehvetli günahlar çok daha az önemliydi.
Ceza işleyenlerin çok kere bir beyaz
çarşaf giymeleri ve kilise kapısında yalınayak ve
başıçıplak görünmeleri beklenirdi. Ağır bir mum
taşımaları gerekir ve açık bir itirafta bulunduktan sonra
koridor boyunca toplantı salonunun önüne yürütülürdü. Nihayet birkaç hafta
ya da birkaç yıl sonra cezaları tamamlandığında,
kendilerine yazılı bir sertifika verilirdi. Günahlarını
itiraf etmeyi reddeden ya da kendisi için istenilen cezayı yerine
getirmeyen suçlular, kiliseden afaroz edilirdi. Yüzyıllarca
sapkınlıkları düzene sokmaya çalışan bu yöntemin büyük
ölçüde işlemez olması belki de kaçınılmazdı. Her
şeyden önce, kilise tarafından konulan cinsel standartlar son derece
gerçek dışıydı. İkincisi, bu standartların çoğu
bizzat papazlarca çiğnenirdi. Üçüncü olarak, sistem iyice sağlama alındığı
zaman ceza gittikçe artan bir şekilde para ödeme cezası şekline
dönüştü. Sırasıyla, bu tutum dünyevi yönetimle bir
çatışma süreci üzerine kilise mahkemelerine de yerleşti.
Aslında birçok ruhani suçlar aynı zamanda fiziksel zararlara da neden
oldu. Öte yandan, Tanrıya karşı olan günahlar aynı zamanda
insana karşı suçlar da olabilir. Örneğin, Ortaçağda
Lordlara vasalların (hizmetkârlarının kızlarının)
evlilik izni için özel bir ücret alma yetkisi veriliyordu.
Böyle bir kız rasgele bir cinsel
ilişkiyle evlenme şansını yitirirse, beyinin
alacağı ücrete hile karıştırmış oluyordu. Bu
ve benzer durumlarda, dünyevi mahkemelere hasar için bir tazminat olarak her
zaman para cezası alma yetkisini vermekteydi. Oysa şimdi kilisede
aynı zamanda kendi mahkemeleri için para topladığından,
suçlular çoğu kez sivil mahkemelere ya da mağdurlara ikinci bir ödeme
yapamıyordu. Sonuç olarak, tüm kilise mahkemeleri sisteminden
kuşkulanılmaya başlandı.
Sonunda, Reformasyon hareketi sırasında
Kral VIII Henry, İngiltere kilisesinin başı olduğu zaman,
kilisenin yargılama haklarının bir kısmı kalktı
ve çeşitli dinsel suçlar da dünyevi suçlara dönüştü. Böylece,
örneğin eşcinsel işler ve hayvanlarla cinsel temas, önce
yalnızca bir ceza konusu iken, şimdi hukuksal bir suç olarak
açıklanıyordu. Suçlular idam ediliyor ve tüm mallarına el
konuluyordu. Kraliçe, I. Elizabeth, ahlaksal ve ruhani suçlara parayla ya da
hapisle cezalandıran bir özel yüksek mahkeme bile tayin etti. Bununla
birlikte, bu mahkeme bir süre sonra bozuldu ve protestan bir kralın
engizisyonu haline dönüştü. Bu nedenle 1640'ta ortadan
kaldırıldı.
Püriten Miras
Olivier Cromwell ve püritenler, İngiltere'de
iktidara geldiği zaman, cinsel sapkınlıklar üzerine
baskıları büyük ölçüde yoğunlaşırdılar.
Cromwell, davacıların daha istekli davranmasını istemekten
hiç yorulmadı. 1650'de, iğrençlikleri, ensesti, zina ve
evlilikdışı cinsel ilişkide bulunmak gibi bu
toprakları kirleten ve her şeye kadir olan Tanrıyı darıltan
çok üzücü günahları bastırmak için, parlemento, Püriten Yasasını
çıkardı. Böylece, püritenik seks yasasının da kuşku
götürmez bir biçimde dinsel temelli olduğu görülüyordu. İstenilen
cezalar Kutsal Kitaptaki anlayışlar da olduğu gibi
aynıydı. Örneğin, tıpkı eski İsrail'deki gibi,
zina, ölümle cezalandırılıyordu.
Püriten yönetim İngiltere'de sonlarına
yaklaşırken, Amerika'da ikinci baharını
yaşıyordu. Gerçi, yeni İngiltere'nin Püriten kolonileri dinsel
totoliter devletlerdi. Seks yasalarının çoğu Musa'nın
yasaları temelinde kuruluydu. Örneğin, Massachusetts kolonisi yasasını,
zina, eşcinsel işler ve hayvanlarla cinsel temas için ölüm
cezasının istenildiği Kutsal Kitaptan doğrudan kop-ye
etmişti. Evlilikdışı cinsel ilişki oldukça
karmaşık bir durum yaratıyordu. Çünkü eski İsrailliler
böyle bir şeyi hiçbir zaman mahkûm etmemişti. Her şeye
karşın, Hıristiyanlar en ağır bir günah olarak dikkate
almayı öğrendiler. Nihayet püritenler kendi
yaklaşımlarını geliştirip cezalandırmanın
çeşitli biçimler ve ölçülerini özgünleştirdiler.
Evlilikdışı, bir kızla cinsel ilişki kuranlar evlenemeyeceklerdi
ve başkalarına bir uyarı olsun diye para ödeyebilir ya da
«pillory» denilen kol ve boynun geçirildiği özel işkence aletlerine
vurulabilir ve herkesin önünde kamçılanabilirlerdi. Bazen bu üç ceza
birden verilirdi. Daha sonra ılımlı bir dönemde, aynı
zamanda evlilikdışı ilişki kuranları zorlamak
amacıyla üzerinde V harfi bulunan elbiseler giydirmek bir adet haline
geldi (Vncleaness için). Zina suçu ise sonra AD ya da basitçe A harfiyle
simgelendi. (Aynı zamanda Nathaniel Hawthorne'nin romanı Scarlet
Letter'e bakınız. Scarlet Letter: Eskiden zina yapan bir
kadının göğsünde taşımaya mecbur olduğu
kızıl renkte A harfi) Oysa bu sıkı yasalar ve katı
cezalara karşın, cinsel sapkınlık Yeni İngiltere
püritenleri arasında oldukça yaygın bir biçimde kaldı. Birçok
çağdaş belge sık sık gayrimeşru doğumlar
yapıldığına ve eşcinsel davranışın
oldukça yaygın olduğuna kuşku duyulmayacak bir açıklık
getiriyor. Bu olgu, kuşkusuz toplumların tüm
evlilikdışı kar-şıcinsel temasları önlemesi
çabalarını yaygınlaştırdığı için fazla
şaşırtıcı gelmiyor.
MODERN HUKUK
ABD'nin çoğu eyaletlerindeki seks
yasaları bugün hâlâ püriten modeli izliyor. Amerikan nüfusu kıta
boyunca Batı yakasına hareket ederken, New England'ın cezai
yasaları da birlikte getirildi ve hemen hemen tüm yeni eyaletlerde kopye
edildi. Çoğu yerleşmeciler Doğu Kıyısında
alışkın oldukları resmi geleneklerin korunmasından
hoşnut kaldılar. Eski Dünyadan gelip yerleşenlerden farklı
olarak, onlar yeni resmi kurumlar ya da temel reformlarla ilgilenmediler. 19. Yüzyılın
başlarında Batı ve Güney Avrupa, 1. Napol-yon'un emriyle seks
yasalarını liberalleştirdi, yetişkinler arasında özel
olarak tarafların rızasıyla yapılan cinselliği resmileştiren
Napolyoncu yasa, Fransa sınırları ötesinde de yaygın bir
etki sağladı. Aynı zamanda bu yasalar İtalya'da,
İspanya'da, Portekiz'de, Belçika'da, Hollanda'da ve Latin Amerika'nın
bütününde bir model olarak ya kabul edildi ya da kullanıldı. Böylece,
Protestan Orta Avrupa ve Kuzey Amerika ülkeleri geçmişe bağlı
kalırken, dünyadaki katolik ülkelerinin çoğu, minimum bir
duyarlıkta modern seks yasasıyla yeni Sanayi Çağına girdi.
Eski ve ortaçağ seks yasalarının çoğu el sürülmeden
korundu. Tek gerçek değişim, cezalarda tedrici bir azalmada görüldü.
Örneğin, zina Massachusetts'te bir suç olmaya devam ederken, ölüm
cezası nispeten herkesin gözü önünde kamçıyla dövmek, bir para
cezası vermek ve hapise attırmakla yer değiştirdi. Sonra,
kamçılama, yerini para cezası ve hapse atılmaya bıraktı.
Nihayet, bu hafifletilmiş cezalar bile çok şiddetli bulunmaya
başlandı. Oysa yasayı değiştirmek yerine yetkililer
sadece onu güçlendirmeyi durdurdu.
Başka daha iyi anlatan bir örnek,
Massachusetts'e benzemeyen New York'un durumuyla verilebilir.
Başlangıçta eyalet, zinaya karşı bir yasaya sahip
değildi. 1907'de «Saflığı Yüceltme için Ulusal
Hıristiyan Birliği» diye adlandırılan bir grup amacına
uygun bir yasanın kabul edilmesi için meclise baskı yaptı. Ondan
sonra zina yapanların her ikisi de para ödeyebilir ya da hapishaneye
girebilirdi.
Bununla birlikte, bu başlangıçtan sonra
konuyu gerçekten güçlendirmek için hemen hiç girişimde bulunulmadı.
New York eyaletinde zina, sadece boşanma temelinde
tanındığından, durum özellikle garipleşiyordu. Her
yıl mahkemeler alışılageldiği biçimde bu temelde
binlerce boşanmayı kabul etti. Ancak aynı zamanda
alışılageldiği gibi suçlu tarafların aleyhine dava
açmayı ya da yasal takipte bulunmayı da bıraktı. Yasal
ikiyüzlülük içinde bu resmi uygulamalar, yasa koyucularını çok
yakın hatalarla yüzyüze geldiği zamana değin sürdü ve ilk
aşamada hiçbir zaman yasa yürürlükte olması gerekmeyen anti-zina
yasalar iptal edildi.
Ne yazık ki, bugüne değin eskimiş
seks yasalarında reform Birleşik Devletler'de çok daha fazla ilerleme
göstermedi. Eyaletlerin büyük çoğunluğu hâlâ yasalaşan ve
aşırı yasalaşan ahlakta ısrar ediyor ve böylece
gereksiz toplumsal sorunlara bir ev sahipliği yapmayı sürdürüyorlar.
(Daha ayrıntı bir tartışmayı aşağıda,
«ABD'de İşleyen Seks Yasaları»nda bulacaksınız.)
KARŞI - KÜLTÜREL GÖRÜŞLER
Cinsel sapkınlığa karşı ABD
ve İngiliz yaklaşımı her zaman
alışılmamış ölçüde sert olmuştur. Bu, öteki
toplumların seks yasaları üzerine bir çalışmaya
başlanıldığı zaman oldukça açık bir biçimde
görünür. Bu yasaların çoğu oldukça hoşgörülüdür. İşin
garip yanı, bu toplumların deneyimi Amerikalılara hiç ilginç
görünmüyor. Böylece daha sıkı resmi kontrolü savunmak için Amerikan
yasakoyucularının Kutsal Kitaptan aktarma yaparken görülmesi pek
sık olur, ancak gerçekte onların hiçbiri öteki ülkelerin pratiklerini
dikkate almayı düşünmezler. Bu ülkelerin birkaçı yüzyıldan
daha fazla bir zaman, yalnızca asgari seks yasasına sahipti ve
şimdiye değin, onlar onun nasıl çalışıp
çalışmadığını pekâlâ biliyorlar. Bununla
birlikte, İngiltere ve ABD'deki tartışmanın çoğu,
resmi bilginler arasında bile dar bir fikir atmosferinde kaldı, sanki
öbürlerinin deneyimlerinden hiçbir şey öğrenilmedi.
Ne yazık ki, elimizdeki kitabın
çerçevesi, Avrupa, Afrika, Asya ve G.Amerika seks yasalarının
ayrıntılı bir tanımına izin vermiyor. Çok kısa
bir seçmeyle yetinmemiz gerekiyor. Her şeye karşın,
aşağıdaki özetler, yetersiz ve yüzeysel de olsa en azından,
tartışmaya birkaç görüş ekleyebilir. Buradaki tüm cezai yasalar
modern sanayi ülkelerinde olanlardır.
Sovyetler Birliği
Sovyetler Birliği'nde cinsel
davranış üzerine resmi kontrolleri özetlemek oldukça zordur. Her
şeyden önce, Birliğin çeşitli Cumhuriyetleri, kendi cezai
yasalarına sahiptir ve bunlar özellikle seks yasalarında
değişir. İkinci olarak, tüm sapkınlık türleri
çoğu kez cezai duruşmalar ya da resmi tevkifler olmaksızın
«düzeltilir». Bunlar resmi olmayan yaptırımlarla
karşılaşabilirler. Böylece yaptırımlar oldukça
şiddetli olmasına karşın, onlar düzenli anlamda
sapkınlığı bir mahkûmluk olarak belirlemezler.
Örneğin, asalak bir yaşam biçimine saptığı öğrenilen
kişiler başka yerleşim alanlarına gönderilebilir ve belli
bir zaman içinde tayin edildiği bir işte çalışmaya
zorlanabilirler. Açıktır ki, bütün bunlar bir hayli discretion'a izin
verir ve böylece cezai yasaya hiçbir zaman başvurulmayabilir.
Bununla birlikte, insan, 15 birlikten oluşan
cumhuriyetin en büyüğü Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyetinin cezai
yasası üzerine çalışarak, Sovyetler Birliği'nde sekse
karşı genel resmi tutum hakkında kısa bir bilgi edinebilir.
Bu yasada en büyük ciddi cinsel suç ırza geçmedir. Yasa,
gerçekleştirilen şiddet ya da zorlamaya göre ırza geçme ölçüsü
oranında ayrım yapar. Basit bir ırza geçmeye 3 yıldan fazla
olmayan bir hapis cezası verilirken, saldırı biçimlerine göre
çok daha sertçe cezalandırılabilir. (10 yıldan fazla hapis).
Bununla birlikte, toplu ırza geçme (tecavüz) ve küçük bir grubun ırza
geçmesi (tecavüzü) daha uzun bir hapisle, hatta ölümle
cezalandırılabilir. Çocuklara sarkıntılık edenler
(sübyancılık) 3 yıldan daha fazla cezaya
çarptırılır; saldırgan biçimlerde olursa aynı suçlar
azami 6 yıla çıkar. Erkekler arasındaki eşcinsel işler
ciddi bir suç sayılır. Ceza 5 yıla kadar hapis olabilir. (Erkek
eşcinsel davranışa karşı eski çarist yasa devrimin ilk
yıllarında kaldırılmış, ancak 1934'te yeniden
yürürlüğe girmiştir. Oysa, şimdi önce olduğu gibi
kadınlar arasındaki eşcinsel davranıştan söz edilmez.)
Pornografi yapma ya da sağlamaya karşı daha sıkı
yasalar vardır (3 yıl hapis). Muhabbet tellallığı
yapma ve zamparaya ev sağlama 5 yılla cezalandırılabilir.
Ek olarak, küçükleri dilenme, kumar oynama ve fahişelik gibi cezai
etkinliklere sürüklemek ciddi bir suçtur.
İskandinav Ülkeleri
Norveç, Danimarka ve İsveç, uzun zamandır
adalet yönetimi alanında yakın işbirliği içerisindedir. Bu
yüzden üç ülke cinsel eylemlerin hangi durumda suç olarak kabul edilmesi
gerektiği üzerine benzer görüşler geliştirmiştir.
ABD ile
karşılaştırılınca, cinsel davranışlarda
resmi kontrolün çok fazla olmadığı görülür. En önemli suç, belli
koşullara göre ömür boyu hapisle cezalandırılabilen ırza
geçmedir. Oysa, ırza geçmenin çeşitli tiplerini tanımlar ve
böylece aklen dengesiz kadınlar ya da bir deliyle cinsel ilişki gibi
şiddetle olmayan ve 'kanuna uygun' durumlarda, ceza çok daha
şiddetlidir. Katılan kişi eğer 15'in altındaysa,
(Norveçte 14) cinsel temas çocuğa sarkıntılık ya da
ırza geçme olarak cezalandırılabilir. Ensest, doğrudan
soydan olmayan ya da aynı soydan gelme ya da kardeş ve ki2kardeş
arasındaki cinsel ilişki gibi, dar anlamda tanımlanır.
Katılanların 18 yaşın altında olması onların
cezadan kurtulabilmelerine yeter, ancak olay ciddi bir suç kabul edilir. Öte
yandan, evlilikdışı cinsel ilişki «sodomy»
(oğlancılık) ya da doğaya karşı suç gibi
işleri cezalandıran yasa yoktur.
Zina ve hayvanlarla cinsel temas, yalnızca
Norveç'te suç kabul edilir. Ancak baskı son derece seyrektir.
Eşcinsel işler, yetişkinler arasında gizlilik içinde
yapıldığı sürece yasaldır. (Bu sonuçlar yalnızca
katılanlardan biri 16 yaşından küçükse
cezalandırılır.) Aynı zamanda fahişelik de
yasaldır, ancak başkalarını iş bulmaya zorlamak ve
serserilik yasasıyla tutuklanabilirler de. Şehvani ve açık
davranışların herkesin ortasında yapılması
suçtur. Bununla birlikte, özel bir yerde yapılırsa, (yaparlarsa) yasa
kapsamına girmezler. Pornografiye karşı İskandinav yasalarının
ılımlılığı bilinmektedir. Danimarka da az oranda
bulunan sınırlamayı kaldırmış ve tüm açık
cinsel materyalleri yasallaştırmıştır.
Federal Alman Cumhuriyeti
Batı Alman seks yasaları sayıca
azdır. Birleşik Alman Ceza Yasasının yalnızca 10
paragrafını içerir (174-184 paragraf). Yasa, topluca, bir
kişinin kendi öz cinselliğini belirlemesine karşı
suçları seks suçları kapsamına alır ve böylece açıkça
Alman Seks Yasasının altında yatan felsefe ifade edilmiş
olur. Cinsel davranış, eğer öteki insanların özgürlüğü
ve sağlıklı cinsel gelişmesi ve ifadesini bozarsa
cezasaldır. Bu duruma göre, yasa, öğrenciler, mapuslar, akıl
hastaları... gibi bakmakla sorumlu oldukları ya da otoritesi
altında bulunanlarla cinsel ilişki kuranları
cezalandırır.
16 yaşından küçük bir kızın
baştan çıkarılması, ayartan 21 yaşından daha genç
olsa bile bu durumda dava sayılabilir olmasına karşın
cezalandırılabilir. 14 yaşından küçük çocuklarla cinsel ilişki
her zaman suçtur ve 18 yaşın altında herhangi bir kimseye
«yetişkinler düzeyinde pornografi yapmak da yasal değildir. Tecavüz,
suçun şiddetine göre 6 ayla 5 yıl arasında ya da mağdur
ölürse daha fazla hapisle cezalandırılır. Zor tehdidi ya da
başka tehditlerle cinsel ilişki 3 aydan 5 yıla, hatta duruma
göre 10 yıla kadar hapis cezasına çarptırılır. Ev
sağlayan komisyoncular, pezevenkler ve teşvik edenlerin birkaç
yıl hapisle cezalandırabilmelerine karşın fahişelik de
suç değildir. Gönül rızasıyla eşcinsel davranışta
bulunan yetişkinlere karşı uygulanacak herhangi bir yasa yoktur.
Oysa, 21 yaşın altında olan suçlu-
ların serbest bırakılabilmesine
karşın 18 yaşın altında olanlarla yapılan
eşcinsel işler yasaklanır. (Yasa burada 18 yaşın
altında olanları çok küçük olduğunu ve bu yüzden eşcinsel
davranışlar için bağımsız akılcı bir karar
veremeyeceğini varsayıyor.) Herkesin önünde yapılan cinsel
eylemler 1 yılın üzerinde bir hapis ya da parayla
cezalandırılabilir, teşhircilik yalnızca bir şikâyet
olduğunda dava konusu olabilir, ceza 1 yıl hapse kadar gidebilir.
Eğer psikiyatrik tedaviyle suçlunun iyileştirilebileceği akla
uygun geliyorsa, bu ceza geçici olarak durdurulabilir.
Japonya
Önceleri apayrı bir ülke olan Japonya, 19.
yüzyılda, Batı etkilerine açıldı ve Meiji Restorasyonu
olarak adlandırılan dönemde temel siyasal ve toplumsal
değişimler geçirdi, Meiji Japonyasından önce seks yasaları
karşılaştırabilir ölçüde az ve
ılımlıydı. Eşcinsel ilişkiler utanç
sayılmıyor, ancak eski Yunanda bilinenle karşılaştırılabilecek
düzeyde, toplumca hoş karşılanıyordu.
Fahişelik her zaman kesinlikle Amerika ya da
Avrupa'daki gibi sefih olmayan, özel eğlence bölgelerinde açık bir
biçimde gelişiyordu. Oysa, Japonya Batılılaştıkça bu
geleneksel cinsel özgürlük gittikçe sınırlandı. Bugün Japon
cezai yasaları, bütün olarak daha az baskıcı olmasına
karşın, sekse karşı olumsuz Batı tutumunu belirli
ölçüde yansıtıyor.
Hayvanlarla cinsel temas,
evlilikdışı cinsel ilişki, zina, evlenmeden bir-arada
oturma ya da eşcinsel davranışa karşı bir yasa yok.
Bununla birlikte, fahişeliğin teşviki, kadın Simsarlığı,
muhabbet tellallığı şimdi yasal değil. Fahişeler
«İyileştirilmek ve korunmak» için 6 aylığına bir
«kadın ıslahevine» gönderilebilir. Bundan başka, herkesin önünde
gösteri yapmak ve açık saçık maddelerin satışı üzerine
bir yasa var. (Japonya'da açık saçıklık tanımı Batı
ülkelerinden oldukça farklıdır.) En büyük suç cinsel tecavüzdür. O da
tecavüzkârın kullandığı şiddet ölçüsüne göre
cezalandırılır. Basit davalar 2 yıldan fazla bir hapis
dönemini geçmez. Ancak tecavüz, bir çocuğa yönelikse ve ciddi bir yaralama
ya da ölümle sonuçlanmışsa hüküm ömürboyu hapis olabilir. «Yasaya
uygun tecavüz» kavramı Japonya'da bilinmiyor. Cinsel
sarkıntılık, yani bir erkek ya da dişiyle zorla ya da zor
tehdidiyle yapılan edepsizce bir hareket «zorlama
ahlaksızlığı» gibi cezalandırılabilir.
Çocuğa zararlı sarkıntılık (eğer mağdur 13
yaşın altındaysa) aynı zamanda bu statüde dava konusu
edilebilir. Hüküm çok kere şiddetlidir (6 ayla 7 yıl). Herkesin
«önünde açık saçık davranış» en fazla 6 aylık bir
hapisle cezalandırılır. Öte yandan ABD'de son derece ciddi suç
sayılan birkaç cinsel hareket, Japonya'da önemsiz bir suç gibi işlem
görür. Örneğin, herkesin önünde tiksinmeye neden olacak bir biçimde
vücudunu teşhir eden ya da gizlice evleri, banyoları, soyunma odalarını
ya da tuvaletleri dikizleyen bir adam, «engellenme» ve bir para ödemeyle
cezalandırılır. Bu hareketlere, başkasının
mülküne haksız olarak ayak basmak, yanlış yangın
alarmı başlatma, at ve sığırları korkutmak ve
onların kaçışmasına neden olma gibi değerlendirilen
suçlar da eklenebilir.
ABD'DE YÜRÜRLÜKTEKİ SEKS YASALARI
ABD'nin her eyaleti, yurttaşlarının
cinsel davranışını kendine göre değerlendiren seks
yasalarına sahiptir. Bu yasalar, öngörülen cezanın
şid-detliliği kadar, ceza verilebilir suçların karekteri ve
sayısına göre de şaşırtıcı bir uyum
eksikliği gösterir. Örneğin, başka bir eyalette henüz suç
olmayan bir cinsel eylem, başka bir eyalette ömürboyu hapisle
cezalandırılabilir. Bundan başka, cinsel suçları tanımlayan
terminoloiye göre de bütünüyle bir karışıklık vardır.
Bu amaç için kullanılan çeşitli resmi terimlerin çoğu
bili-möncesi kökenlidir anlamları eyaletten eyalete değişir.
Düzenli seks yasalarına ek olarak,
birtakım eyaletler aynı zamanda suçluları psikiyatrik tedaviye
zorlayan ve onların herhangi bir tedavi kurumuna teslimine izin veren özel
yasalara sahiptir. Bu yasalar belli bir cinsel suçluyu bir küre ihtiyaç duyan
cinsel psikopatlar olarak açıklar. Sonuç olarak böyle suçlular, (ki
bazılarını yalnızca belli bir müddet ya da kısa bir
hapiste bulunma cezası olacaktır,) belirsiz bir dönem için ya da
yaşamının geri kalan zamanı için bir akıl hastanesine
kabul edilebilir. Bazı eyaletlerde bu suçlular duruşmaya
çıkarılmaksızın teslim edilebilir.
Kuşkusuz, bu garip yasalar; onların
dayandığı varsayımları destekleyecek bilimsel
tanıkların varolup olmamasına bakılmaksızın,
bilim adına yürürlüğe konmuştur. Gerçekte «cinsel psikopat»
terimi tam olarak bilimsel değildir ve bugün psikiyatristlerce bilinen
herhangi bir hastalıkla ilişkisi yoktur. Bu yüzden, bir kişi bir
eyalette sağlıklı, başka bir eyalette hasta kabul
edilebilir. Her şeye karşın, bu yasalar bilgilendirilmemiş
olan insanlara hâlâ cinsel şiddet önleme kuruntusundan başka bir
şey vermediğinden, sadece kitap raflarında kalıyor. Oysa,
işleyen teşhis teknikleriyle potansiyel tehlikesi suçlulara ve
tehlikeli olmayanları ayırt edebilme olanağını
kazanılabilir.
Herhalde, yalnızca çok az cinsel suçlu
şiddete başvurur. Bundan başka seks suçluları,
suçlarını öteki suçlulara göre de muhtemelen daha az tekrarlar.
Nihayet, zorla psikiyatrik tedavinin, rehabilitasyonun etkin bir aleti
olduğuna ilişkin önemsiz bir kanıt vardır. (Daha fazla
ayrıntı için «Sağlıklı-Has-ta»ya bakınız.)
Amerikan seks yasasının
alışılmamış çeşitliliği ve
tutarsızlığı, elimizdeki kitabın çerçevesinde onun
kesin bir tanımının yapılmasını önlüyor. Bununla
birlikte, kişi bu yasaya konu olan belli esas davranış
alanlarını tanıyabilir. Onlara karşı yürürlükte olan
resmi tutum aşağıda kısaca özetleniyor.
Mağdurları İlgilendiren Suçlar
Gerçekte tüm ülkeler, zorla, hileyle yaralama,
istismarın olduğu ya da isteksiz mağdurların gözü önünde
yapılan cinsel hareketleri cezalandırır. Bu durumların her
birinde, açıkça polise şikâyet edebilecek veya edebilir durumda olan
mağdurlar vardır ve bunların korunma isteminde bulunmaları
onların haklarıdır. Korunmayı sağlayamayan ya da onu
istemeyen bir toplum uzun süre yaşayamaz. Bu nedenle, oldukça uygun bir
şekilde, ABD'de her eyalet, mağdurları ilgilendiren cinsel
suçlara karşı yasalara sahiptir ve bu yasalar her zaman uygulanmaya
çalışılır.
Bununla birlikte, birçok eyalette yasaları
düzeltmeye büyük bir gereksinme duyulur. Bazı durumlarda onlar artık
etkili olmayan eski ve belirsiz bir dilde açıklanıyor. Başka
durumlardaysa gerçekdışı ve karşı ceza üreten ya da
uygulanması halinde suçlu ile mağdura birlikte ceza vermek
duru-" munda olan yasalar konumundadır. Buna iyi bir örnek,
şimdi kadın özgürlük gruplarının baskısı sonucu
birçok eyalette gözden geçirilen geleneksel tecavüz yasalarıdır.
Bununla birlikte, yasalar başka bir durumda
geri çekilebilir. Onların potansiyel mağdurları koruma
girişimi sırasında esasen zararsız hareketleri de
yasaklarlar ve böylece, başka hiç kimsenin varolmayacağı durumda
suç yaratırlar. Öte yandan, yasakoyucular her zaman yeteri kadar koruyucu
olmayabilirler. Sonuç olarak, bazı açıkça tehlikeli olduğu
bilinen cinsel davranışlar uygun ceza almayabilirler.
Yasaların kendileri kadar bu ve benzer
sorunlar, özel suçlara değinen aşağıdaki paragraflarda
tartışılıyor.
Tecavüz
Sade vatandaş olasılıkla tecavüz
suçunu «eşlerin isteğine karşı zorla cinsel ilişki»
olarak tanımlayacaktır. Oysa bu ABD'nin birçok eyaletinde resmen
belirlenen tanıma uymaz. Her şeyden önce birçok eyaletin ceza
yasaları yalnızca «dişilere tecavüz edilebilir»
anlayışıyla sınırlıdır. (Başka
erkeklere tecavüz eden erkekler, bu tecavüz statüsüne göre dava konusu
olamazlar.) İkinci olarak, bu yasalar çok kere zorla olmayan
durumları tecavüz hareketi içine almaz, aslında tecavüz
«mağdurun» tam rızasıyla da olabilir. Örneğin bir
dişi, yaşının altında, aklen kusurlu ya da sarhoş
olduğu zaman yasa basitçe onun rıza yaşının
altında olduğunu varsayar. Bu durumlarda onun tamamen istekli
olabilmesi ya da işinin aktif olarak ayartılmasının önemi
yoktur. Böyle bir durumda dişiyle herhangi bir cinsel ilişkiye
otomatik olarak tecavüz gözüyle bakılır. Bundan başka,
reşit olmayan bir kızla cinsel ilişkide bulunma, olarak
adlandırılan durumda çoğu kez toplu zorla tecavüz gibi
şiddetle cezalandırılır. (Gerçekte çoğu tecavüz
mahkûmiyetleri şiddet kullanılmayan tecavüz tipleri içindir.)
Geleneksel olarak, tecavüz cezası her zaman
bir yıldan ömürboyu hapse değin uzanan, son derece şiddetli bir
mahkûmiyetle karşılanır. Hatta birçok eyalette ölüm cezası
da yaygındır. Özellikle suçlu siyah, tecavüze uğrayan beyaz ise.
(Son yıllarda ölüm cezasının anayasaya uygunluğu
mahkemelerde inceleme konusu olduğundan, tecavüz için verilen cezalarda
herhangi bir infaz olamamaktadır.)
Bu birkaç gözlemin daha şimdiden
gösterdiği gibi, Amerikan ırza geçme yasaları belki
iyiniyetlidir ama her zaman doğru olmayabiliyor. Gerçekte bazı
durumlarda açık anlamsızlıklar ortaya çıkabiliyor.
Örneğin, bazı cezai yasalar tecavüz hareketini cinsel birleşme
ya da birleşme girişimiyle sınırlar. Sonuç olarak herhangi
bir giriş olmaksızın seks organlarının apozisyo-nu ve
zor yoluyla el, ağız ya da anal ilişki, farklı statülerde
dava konusu olabilir. Hatta bu cinsel hareketler, mağdura zorla
birleşmeden çok, yaralayıcı ya da onur kırıcı gelebilir.
Bu yalnızca karşıcinsel ilişkiyle değil, aynı
zamanda cezaevinde sık sık olduğu gibi erkek ve dişi
eşcinsel tecavüzleri biçiminde de görülebilir. Aynı zamanda
kadınların erkeği silah ya da başka ölümcül silahlar
kullanarak birleşmedışı sekse zorladığı
durumlar da olmaktadır. Böyle suçlar tecavüz kabul edilmez ve bu nedenle
yeteri kadar şiddetle cezalandırılmayabilirler.
Öte yandan, birçok durumda reşit olmayan
kızla cinsel ilişki kurmanın hiç kimseye zarar vermediği ve
bunu aslında kitaplardan çıkarılması gereken
eyalet-imalatı, geçersiz, yapay bir suç olduğu açıktır.
Onlu yaşlardaki erkeği yalnızca kız arkadaşları
reşit değil diye damgalayıp yıllarca hapse atmanın ne
iyi bir yasayı işletmekle, ne de iyi bir duyguyla ilgisi vardır.
(Çoğu eyalette 16-18 arasında olmakla birlikte, reşit olma
yaşı eyaletten eyalete değişir ABD'de.) Aynı nedenle,
aklen kusurlu olan birisiyle rızasız cinsel ilişkide
bulunmayı tecavüz olarak değerlendirmek pek akıllıca bir
iş değildir. Bu tür dişilerin de tıpkı
başkaları gibi cinsel ilişki kurma hakkına sahip
olmaları gerekir. Onları, sevgililerinin yasayla herhangi bir
tecavüzkâr olarak değerlendirilmesi perişan eder. Gerçekte bu, onlara
baskı yapmak değil de nedir? (Aynı zamanda «Cinsel
baskılara» bakınız.)
Bununla birlikte, günümüz ırza geçme
yasalarına başka bir karşı çıkış da
onların uygulanması durumunda olabilir. Çoğu kez
ırzına geçilen dişi, ırzına geçilmeden önceki
cinsellik süreci incelenmek suretiyle rahatsız edilebilir. Oysa, onun
cinsel yaşamının mahkemede de konu dışı
tutulması gerekir. Aslında, bir fahişe bile ırzına
geçilmeme hakkına sahiptir. Bazı eyalet yasaları aynı
zamanda ırzına geçilenin son ana kadar direnmesini ister. Böyle bir
direnişe kanıt bulunamazsa, ırza geçen serbest
bırakılabilir. Dahası, ırza geçme için getirilen cezalar
çoğu kez öyle uç noktadadır ki, mahkeme jürileri mahkûm etmekte
isteksizlik gösterirler. Daha açık kanılara daha hafif cezalar
verilebilir.
Sonuçta, Amerikan yasa
yapıcılarının bir seks suçundan çok, bir şiddet suçu
olarak değerlendirdiklerinde, ırza geçmeye karşı daha büyük
korunma sağlayabildikleri görülüyor. Irza geçenin
kullandığı şiddetin tipi ve ölçüsüne göre, ırza geçme
cezalarnın farklı olması gerekir. Tüm yaşlarda, erkek olsun
dişi olsun, her iki cinsin de korunmuş olması gerekir.
Reşit olmayanlar cinsel ilişki kurmanın tecavüz olarak
görüldüğü kategoride de ortadan kaldırılmalıdır.
Çocuklara Sarkıntılık
(Sübyancılık)
Kişiler cinsel sarkıntılık,
tehdit ve saldırıyla karşılaştığında ya
da rahatsız edildiğinde, yalnızca fiziksel yaralanmalar
değil, aynı zamanda psikolojik yıkımla da karşı
karşıya gelebilir. Bu çok genç ve yardım gereksinen
kişiler, yani özellikle çocuklar için geçerlidir. Bu nedenle, cinsel
sarkıntılıklara
karşı herkesin korunması gerekirken,
çocuklar, delikanlılardan ya da yetişkinlerden çok daha fazla ihtiyaç
duyar korunmaya.
Birkaç bu tür korunma belki sert cezalarla
sağlanabilir. Çoğu eyaletin ceza yasası gerçekte bu
varsayımla hareket eder ve böylece çocuklara sarkıntılık
edenleri asgari 30 günden (Vizconsin eyaleti) azami ömürboyu hapse kadar
(California) cezalandırır. Ek olarak, bazı eyaletler, böyle
suçluları cinsel psikopat olarak değerlendirip tedavi için akıl
hastanelerine gönderir ve hatta bu eğilimlerinden kurtuldukları zaman
bile polis kayıtlarına geçirilir. Bizzat hapishanede bir
sübyancı çok kere onu «short eyes» ya da «baby roper» diye adlandıran
öteki mahkûmlarca hor görülür, kötü davranışlarla
karşılaşır.
Ne yazık ki Amerika'daki çocuk
sarkıntılığı üzerine yasalara daha yakından bir
gözatma bu yasaların doğrulukları üzerine ciddi kuşkular
yaratır. Her şeyden önce, çocuğun resmi tanımı
eyaletten eyalete değişir. (Bazı durumlarda 18 yaşın
altında olan herkes bu kategoriye sokulur.) İkinci olarak, suçlunun
yaşı her zaman hesaba katılmaz. Böylece, gençler arasında
karşılıklı cinsel oyun durumları «çocuğa sarkıntılık»
olarak değerlendirilebilir. Kuşkusuz katılanlardan biri
mağdur rolüne uygun bulunur, öbürü de bir sübyancı olarak
damgalanır. Üçüncü olarak, yasalar çoğu kez tehlikeli olanla, gönül
rızasıyla olan sarkıntılıklar arasına ayrım
koymaz. Bu anlayışın temelinde çocuğun hiçbir zaman
rıza göstermeyeceği ve böyle bir hareketin her zaman zararlı
olduğu düşüncesi yatar. Oysa, bu bakış akılcı
olmadığı gibi baskıcıdır da. (Bakınız:
«Cinsel-Baskı-Çocuklar»).
Çocuğa sarkıntılık üzerine
yasalara ek olarak, aynı amaca hizmet eden daha başka yasalar
vardır. Böylece şu ya da bu şekilde çocuklarla cinsel
ilişki kuran yetişkinler, aynı zamanda «bir küçüğü kabahat
işlemeye teşvik», «bir küçüğün ahlakını bozma»
«şehvetini kötüye kullanma», «sodomy», (oğlancılık)
«uçarılık», «şehvet uyandırıcı
davranış» ... gibi statülerde tutulup dava konusu edilebilirler.
Koşullara bağlı olarak, edebe aykırı teşhir
yasasıyla ya da eğer suçlu yakın akrabasıysa ensestle
suçlanabilir.
Çalışmalar, çocuğa
sarkıntılıktan mahkûm olanların büyük çoğunlukta
mağdurların, arkadaşı, tanışı, komşusu
ya da akrabaları olduğunu göstermiştir. Aynı zamanda
araştırmalar sonucunda fiziksel yaralanmaların seyrek
görüldüğü belirlenmiştir, (davaların yaklaşık
%2'sinden). Herhangi bir psikolojik yıkımı belirlemek çok zordur
ve eğer böyle bir zarar olursa, bu da yetkililerin ve anababanın
tepkisinin çocuğa, cinsel hareketin bizzat kendisinden daha fazla bir
yıkıma neden olduğu durumlarda görülebilir. Çocuklar,
baskı, gözdağı verme ve fiziksel saldırının kötü
olduğunu anlarken, şiddet kullanmayan sübyancılara
karşı yetişkin histerisinden ciddi bir biçimde
sarsılabilir. Bu nedenle, çocuğun yaralanıp
yaralanmadığı, tedirgin edilip edilmediği, zorlanıp zorlanmadığı,
tehdit edilip edilmediğine ya da katılanların isteğine göre
olup olmadığına göre, çocuk
sarkıntılığına resmi bir fark getirilmelidir. Son
durumlar dava konusu edilmezse, açıktır ki, çok daha hafif
mahkûmiyetler alır. Gerçekte onları ilk aşamada bir suç olarak
değerlendirmek pekâlâ doğru olmayabilir. Aynı zamanda reşit
olma yaşını en azından ergenlik yaşına indirmek
yalnızca gerçekçi bir davranış olarak görünür. Hawai eyaletinde,
birçok Avrupa ve Asya ülkesinde olduğu gibi, reşitlik (rıza) yaşı
her iki cinsiyet için en fazla 14 olarak görünür. Hatta birçok durumda
yaşı indirmek doğru olabilir. (Gerçekte, cinsel eşler için
bütün yaş sınırı kanısı kuşkulu bir konu
olarak kalıyor. Bugün birçok insan haklı nedenle başka
zararsız ve yasal davranışın bir suç oluşturması
için yalnızca yaşın temel olmasının gerekmediğini
tartışıyor.)
Müstehcenlik ve Uçarılık (Herkesin
önünde) Uçarılık ve müstehcenliği tanımlamak oldukça zor,
hemen hemen gözleyenin yorumuna kalmıştır bu. Her şeye
karşın, onlar isteksiz tanıklar önünde çıplak olmak ya da
cinsel davranışta bulunduklarından, insanları tedirgin edip
gücendiren uçarılık ve müstehcenliği çeşitli örneklerle
tanımlamak olası.
Böyle bir örnek, cadde üzerinde cinsel
organlarını teşhir eden ya da mastürbasyon yapan birkaç insanla
gösterilebilir ya da genel bir tuvalette cinsel ilişkide bulunan ve
ansızın bu olayla karşı karşıya kalan
insanları şoke eden birkaç insanın durumu da bunlara bir örnek
oluşturabilir. Kadın ve erkek arasındaki cinsel ilişki,
eğer herkesin gözü önünde, bir plajda, parkta yapılırsa suç
teşkil edebilir. Seks hakkında yüksek sesle gürültülü
konuşmalar, telefon görüşmelerinde cinsel açıklık ve cinsel
davetler aynı zamanda yalnız kalmayı isteyen ve böyle
şeylerden haz duymayan insanları oldukça rahatsız edebilir.
Aynı şekilde ilan tahtasında açık işaretler, çizme,
pencere önü gösterileri vb. ortalama insanca aşırı görülen
şeyler de bu tablo içinde ele alınabilir. Son olarak insanlar
birbirlerinin en yakın ilişkilerini gizlice izleyenlere, yani
röntgencilik yapanlara karşı da büyük ölçüde kızgınlık
duyabilirler.
Bu ve benzer durumlarda, toplu uygun yasalar ve
uygun cezalarla potansiyel mağdurları korumak için açık bir
yükümlülüğe sahiptir. Oysa, şimdi ABD'nin çoğu eyaletinde kitap
sayfalarında yer alan yasalar tatmin edici olmaktan uzaktır.
Örneğin, cinsel organları herkesin önünde teşhir etmek
durumunda, ceza çoğu kez gerçekte oluşan zarara oranla oldukça
fazladır. Genel dinlenme salonlarında yapılan seks, sodomy ya da
doğaya karşı suç gibi tamamen farklı çağrışımlar
yapan ve aşırı cezalar taşıyan yasalarla cezalandırılır,
herkesin rahatını bozduğu için bir ceza düşünülmez.
Özellikle eşcinseller arasında, cinsel isteklerin bazen çok nazik ve
engelleyici olmayan biçimleri bile cezalandırılır. Gerçekte suçun
işlendiğine tanık olacak herhangi bir kişiye gerek
duymaksızın sivil polisin tuzağına düşen
ihtiyatlı kişiler hiç de seyrek değildir.
İş ilanları, magazin dergi
kapakları ve aslında insanların büyük çoğunluğu
onları tamamen kabul edilebilir bulmasına karşın, yasayla
açık açık sayılabilir. Arasıra, hatta büyük sanat
çalışmaları bile genel görüşe uygun olmadığı
gerekçesiyle yargılanabilir. Röntgenciliğe (dikizciliğe)
karşı yasalar, taraf tutucu ve tutarsız olabilir. Bu yüzden
yasalar bir kanun adamının bir defasında önemsiz abartmayla
dikkat çektiği gibi. Eğer bir adam bir kadını açık bir
pencerenin önünde çıplak seyrederse, erkek «teşhirci» olarak
tutuklanır. Kadının her zaman basitçe mağdur olduğu
varsayılır. Herkesin gözü önünde uçarılık ve müstehcenliğe
(açık saçıklığa) karşı çoğu yasalarda ortaya
çıkan daha derin bir sorun; onların aşırı gayretli
yetkililerce kötüye kullanılmayı davet eden aşırı
belirsizliğidir.
Koşullara göre yasalar, zararlı olan
hareketle, sadece şaşırtıcı ya da değeri olmayan
arasında açık bir ayırım yaparsa halka daha iyi hizmet
etmiş olacağa benziyor. Sonraki, durumun öncekinden daha az
şiddetle cezalandırılması gerekir. Çıplaklık ve
cinsel etkinliğin rıza gösteren yetişkinler arasında ya da
kişisel olarak gücendirilmeyen tanıklar önünde olanının
hiçbir zaman yasadışı olmaması gerekir.
MAĞDURSUZSUÇLAR
Tıpkı başka birçok toplumda
olduğu gibi, modern Amerika'da da herhangi bir kimsenin mağdur
olmadığı, polise şikâyette bulunma niyetinde olmayan
eşlerin rızasıyla, özel bir şekilde işlenen bir suç
sınıfı vardır. Mağ-dursuz suç diye
adlandırılan bu eylem hiç kimseye zarar vermez. Gerçekte belki en iyi
karşılıklı yarar sağlamak amacıyla
insanların hizmet ya da eşyaları değiştirmesi ya da
işleme tabi tutması olarak tanımlanır. Ancak bu işlem
yalnızca onlara katılanlarla ilgilidir. Başkasını
etkilemek tasarlanmaz. Oysa, yasanın onlardan inkâr ettikleri ve
yasanın onlardan uzak tutmaya çalıştığı ya da
reddettiği bazı şeyleri sağlar. Bu nedenle onların
yasanın yükümlü kıldığını izlemekte bir
çıkarı yoktur. Onlar yetkililere ne bir soruşturma konusu yaratmak
için uğraşırlar ne de tanıklık ederler.
Eğer yönetim yasalarını
mağdursuz suçlara karşı uygulamak isterse, bu gözlemlerden
alışılmamış ve çoğu kez büyük kuşkuyla
karşılanan yöntemler kabul etmesi gerektiği çıkarılır.
Bu tür yöntemlere sistemli hafiyelik ve gereksiz bir biçimde konuşma,
gizli takip, gizli ajanlar kullanımı, baştan çıkarma ve
tuzağı içerebilir. Bununla birlikte, bu ince çabalar çoğunlukla
yalnızca yetersiz bilgilerle sonuçlanır ve bununda astarı
yüzünden pahalı olur. Mağdursuz suçların çoğu karekteri
onun farkedilmemesini sağlar. Yakalanan ve mahkûm olan az sayıda
suçlu, her zaman küçük bir şanssızlık eseri o duruma düşen
insanlardan başkası değildir. Polis görevlileri bu olgudan
pekâlâ haberdar olduklarından bu tür hareketleri ortaya çıkarma
girişiminde bile bulunmazlar. Bunun yerine onlar, ikiyüzlü ve adaletsiz
bir hava içinde yalnızca zaman zaman ya da düzenli olarak bu yasaları
belli grup ya da bireylere karşı kullanarak onları zorlamaya
çalışırlar. Bu koşullarda, arkasından şantaj ya da
rüşvet gibi yeni suçlar doğurur. Bütün bunların, sonunda resmi
sisteme itaatsizliğe ve hor görmeye götürdüğünü söylemek bile
gereksiz.
Birleşik devletlerde
alışılmış çoğu mağdursuz suç yasaları
cinsel davranışa değinir. Belli dinsel ve kültürel geleneklerden
dolayı, çoğu Amerikan eyaleti yalnızca iki özgün cinsel hareketi
yasal olarak kabul eder. Tek başına mastürbasyon ve evlilikle
gerçekleştirilen birleşme, insanın cinsel ifadesinin başka
herhangi bir biçimi, bunlar karı-koca arasında bile olsa, suçtur.
Açıktır ki bu çoğu Amerikalıyı cezalı duruma
düşürür. İşin doğrusu, Amerikan seks yasaları kitapta
yazıldığı biçimde uygulanacak olursa, hapishanelerde
yalnızca seks suçlularını koyacak yer kalmayacaktır.
Gördüğümüz gibi, mağdursuz seks
hareketlerine karşı Amerikan yasaları
akıldışı ve tehlikelidir. Bu yasalar başka hiç
kimsenin varolamayacağı bir suç yaratır. Zararsız
davranışları yeraltına inmeye zorlayıp
sağlıksız cinsel altkültürier üretirler.
Bu yasalar sayısız saygın
insanı lekeler ve onları gereksizce cezai kariyerlere zorlar.
Ayrıca yolsuzluk, zorbalık ve poliste çürümeyi teşvik eder.
Kısacası, ahlaksızca, akılsızca ve
yıkıcıdır. Bu yasalar birçok insanı mağdur duruma
düşürerek hiçbir şeyi korumayı da gerçekleştiremezler.
Her şeye karşın, bu yasalar kesin
bir anlamda, mağdursuz suç olarak değerlendirilecek türde bir durum
olmadığı ve en azından bazı insanları
koruduğu zeminlerde bazen savunulur. Örneğin, baştan
çıkarmanın çoğu kez istenilmeyen gebeliklere götürdüğü ya
da zührevi hastalıklar yaydığı durumlar
tartışılır. Ensest'in genetik kusurların
geçişiyle potansiyel insanı mağdur ettiği söylenir.
Fahişeler tellallarının kurbanı olarak
tanımlanır. Eşcinseller, rastgele eşleri tarafından
soyulabilir, dövülebilir ya da öldürüle-bilir olduklarından yaşam
biçimleriyle tehlikeli yaratıklar olarak görülürler. Cinsel bakımdan
açık kitaplar ve filmlerin, insanın beynini
yıkadığına körelttiğine inanılır.
Oysa bu tür tartışmaları ciddiye
almak zordur. Aslında eşlerin rızasıyla yapılan
aşırı davranışların herhangi biri arzu edilmeyen
yan toplumsal etkilere sahipse, onlar bütünüyle toplumun onu bir suç olarak
değerlendirmesi olgusundan kaynaklanırlar. Başka bir
deyişle, davranış ilk durumda yasal idiyse, onun yan etkileri ya
hiç görülmeyecektir ya da büyük ölçüde azaltılmış
olacaktır. İstenilmeyen gebelikler, gebelik önleyicilerin
kullanımıyla kolayca önlenir. Eğer seks yasalarımız
daha akıllıca olsaydı, çiftler daha fazla bilgilenmiş
olacaktı ve zührevi hastalıklar sonunda yokedilmiş bile
olabilirdi. Resmen ticari olarak çalışan fahişeler muhabbet
tellallarına ihtiyaç duymaz. Yasadan korkmasını gerektirecek
hiçbir şey bulunmayan eşcinseller, azgın yabancılarla «bir
gecelik çıkmalar»la doyum arama ihtiyacı duymaz. «Pornografi» ve
erotik materyallere karşı yasalar olmayınca onlar daha nitelikli
olacaktır ve pekâlâ nicelikte de bir azalma görülebilir.
Bu nedenle, ABD'nin, tüm eyaletlerinde olmasa bile
eşlerin rızasıyla gizli yapılan sekse karşı
yasaları ortadan kaldıran öteki Batı ülkelerinin örneğini
izleyeceği görünüyor. Bu politika aynı zamanda çeşitli Amerikan
meslek grupları ve yasa gözden geçirme komitelerince tavsiye edilmektedir.
Aşağıdaki sayfalar, bugün ABD'de
yasadışı yürütülen tüm gizli, eşlerin rızasıyla
olan hareketleri kapsamıyor. Yasaların çeşitliliği ve
sayısı, basitçe çok çok fazla. Bununla birlikte birkaç yasal kontrol
alanı biraz ayrıntılı olarak
tartışılıyor. Aynı zamanda özgün mağdursuz
suçlarla ilgili belli sorunlara kısaca değiniliyor.
EVLİ OLMAYAN KİŞİLER ARASINDA
CİNSEL İLİŞKİ
Birbirleriyle evli olmayan erkek ve
kadının cinsel ilişkilerini birçok eyalet değişik
biçimde cezalandırabilir. Ayrıca eşlerden biri başka bir
kimseyle evliyse, onlar erkek ya da dişi, evli olmayanların
birbirleriyle cinsel ilişki kurmasından değil, zina suçundan
cezalandırılabilir. Tersi durumda, erkek, evli olmayan biriyle
suçlanıp daha ılımlı bir cezaya çarptırılır.
Öte yandan, eğer dişi reşit olma yaşının
altındaysa, cinsel ayrımın bu türü çoğunlukla tersine
döner, erkek son derece şiddetli bir suç olan, reşit olmayan bir
kızla cinsel ilişki kurmakla suçlanırken, kız serbest
bırakılır. (Aynı zamanda «Irza Geç-me»ye
bakınız.)
Evli olmayanların birbirleriyle cinsel
ilişki kurması eyaletten eyalete değişmekle birlikte,
çoğunlukla 1000 Dolarlık para ya da 1 yıl hapis, bazen her
ikisini de birden içerir.
Evli olmayanların birbirleriyle cinsel
ilişki kurmasına karşı yasaların her-gün milyonlarca
kez çiğnendiğinden hiç kimsenin kuşkusu olmasın. Hatta
suçluların çoğunun böyle bir suçun olup olmadığından
bile haberi yoktur.
EVLİ OLMAYANLARIN BİRLİKTE
YAŞAMASI (COHABİTATİON)
ABD'nin bazı eyaletlerinde evli olmayanlar
arasındaki cinsel ilişki, eğer tekrarlanır ve böylece
suçluların «birlikte yaşaması açıkça dile
düşmüşse» bu durum suç kapsamına girer ve cezalandırılır.
Eyalete bağlı olarak bu suç birkaç yıl hapis gibi bir
ağır cezayla karşılanabilir. Böyle özel, sürekli bir
ilişki içinde birlikte yaşayan çiftlerin
cezalandırılmasının saçmalıktan başka bir
şey olmayacağını söylemeye bile gerek yok. Öte yandan,
rastgele cinsel ilişkide bulunan bireylere yasa bir şey yapmadan
kalıyor.
BAŞTAN ÇIKARMA - İĞFAL
ABD'nin birtakım eyaletlerinde iğfale,
yani evlilik sözüyle iffetli bir kadınla erkeğin birleşmesine
karşı yasalar vardır. Oysa mahkûmiyetle sonuçlanması için
bu söz kayıtsız şartsız yeterli olmamaktadır.
Örneğin, eğer bir adam yalnızca kadın hamile
kaldığı durumda ya da bizzat kendisinin
boşa-nabileceği durumda evlilik sözü verirse, onun sözü suçun oluşmasında
kayıtsız şartsız bir durum yaratmaz ve böyle bir durumda
mahkûm da edilemez. Öte yandan, evlilik sözünün hilekârca ya da iyi niyetli
olup olmadığı, yasal olarak bağlayıcı olup
olmadığı önemli değildir. Erkek yaşının
altında, ya da o sırada evli bile olsa dava konusu edilebilir. Söz,
kayıtsız şartsız ilk gerekçe olduğu ve yerine
getirilmediği sürece dava için yeterli neden oluşur. Gerçekte erkek
gecikerek evlenme teklifinde bulunur, kadın da reddederse, erkek bu
durumda da mahkûm edilebilir. Evlilik sözü, erkeğin töhmet altına
girmesinden önce ya da ona karşı bir suç yüklenmeden önce verilirse
dava çoğu durumlarda düşer. Bununla birlikte, kız iğfal
edildiğinde reşittik yaşının altındaysa, yeni
koca önce reşit olmayanla cinsel ilişki kurmak suçundan mahkûm edilmekten
kurtulamaz.
Bazı eyalet meclisleri bu karmaşık
tablodan ve bunun daha derin birçok ayrıntılarından şikâyet
etmektedir. Bununla birlikte, iğfal cezalarının bulunduğu
tüm eyaletlerde de bu suçlar şiddetli bir biçimde
cezalandırılmaktadır. (On yıldan fazla hapis, artı
birkaç bin dolar para cezası). «İffetli» erkekleri iğfal eden
kadınları cezalandıran bir yasa hiçbir zaman
olmamıştır.
ZİNA
Zina, biriyle evli bir kişinin erkek ya da
kadın, başka biriyle iradi bir cinsel ilişki kurması olarak
tanımlanır. Yani evli bir kişinin evlenmemiş bir
kişiyle, ya da birbirleriyle evli olmayan iki evli kişinin cinsel
ilişki kurması da zina konusu olabilir.
Eyaletlerin tümünde zinaya karşı yasa
yoktur ve olanlarda da büyük ölçüde farklı cezalar uygulanır.
Bazı eyaletlerde mahkûmiyet az bir para cezasından başka bir
şey içermez, bazı eyaletlerde ise ağır para cezaları
ve birkaç yıla kadar hapisle mahkûm edilir.
Teknik olarak bu suç boşanma durumlarında
bir rol oynamakla birlikte, son birkaç on yıldır zina için
açılan davalara son derece ender rastlanmaktadır.
OĞLANCILIK VE DOĞAYA KARŞI SUÇLAR
ABD, cinsel ilişkinin birleşme
dışı biçimlerine karşı yasalara sahip olan oldukça az
sayıda modern ülkeler arasındadır. İşte çoğu
Amerikan eyaletinde hayvanlarla cinsel temasta olduğu gibi ağız
yoluyla ya da anal yolla cinsel ilişkide öngörülen ceza yasaları
«oğlancılık» ya da «doğaya karşı suçlar»
adıyla sınıflandırılır ve bunlar çok ciddi suç
olarak değerlendirilir.
Bu cinsel hareketler eşlerin
rızasıyla tamamen özel bir şekilde ve gerçekte evli çiftlerin
kendi yatak odalarında icra ediliyor olsa bile bunun hiçbir önemi yoktur.
Kural olarak yasa bekâr ve evli, kadın ve erkek, eşcinsel ve
karşıcinseller arasında herhangi bir ayrım yapmaz.
Birleşme dışı cinsel ilişki her koşul altında
cezalandırılabilir ve her iki taraf da suçlu bulunur. Cezalar son
derece şiddetli olup eyalete bağlı olarak ömür boyu hapse
değin uzanabilir. Ek olarak, suçlar «Cinsel psikopat» olarak
değerlendirilip bir akıl hastanesine teslim edilmesi istenebilir.
Suçlular bu durumdan kurtulursa, her şeye karşın polis
kayıtlarına geçmeye zorlanabilirler; öyle ki, yönetimin gözü
onların üzerindedir.
Çoğu Amerikalının bu yasalardan
-hakkında kazaen bir şey işitse bile- haberdar
olmadığı rahatlıkla ileri sürülebilir. Onlar muhtemelen bu
yasaları yanlış anlayabilirler. Ortalama bir insan «doğaya
karşı suç» terimini olasılıkla çevre kirlenmesi ya da
tahribatının bazı biçimleri, yani bir yağ dökülmesi, maden
tabakası kaplaması gibi sonuçlar çıkarır. Kutsal Kitap' tan
türediği açık olan «Sodomy», yani oğlancılık teriminin
modern dünyevi devletle ilgisi olmayan bazı belirsiz suçları
çağrıştırdığı açıktır.
Kısacası, insan cinsel davranışının oldukça
yaygın biçimlerine ait olan bu iki garip terimin gerçeği kesinlikle
açık değildir ve hatta bu davranışların ne için suç
olarak kabul edilmesi gerektiği de daha az açıktır. Bu iki
yanlı gizem yalnızca eski ve Ortaçağ tarihine daha yakından
bir göz atışla çözümlenebilir.
İyi bilindiği gibi Yahudi -
Hıristiyan kültüründe en büyük cinsel suçlar her zaman, hayvanlarla cinsel
temas ve eşcinsel ilişki olmuştur. Bu davranışlar
bizzat yapanlara zarar verebilir olmasına karşın, Yahudi
tarihinin başlarında garip Tanrılara tapınmayla
birleşmiştir. Bu nedenle onlar putperestlik işareti olarak
görülegelmiş. Bu suçu işleyenler ölümle
cezalandırılmıştır.
Ortaçağlarda, aynı cinsel
davranışlar Kutsal Kitap'taki Sodomy kentinin
yıkılmasıyla ulu Tanrı'ya yöneltilmiş bir suç
olduğuna inanıldı ve bu yüzden onlar «Sodomy» ya da «doğaya
karşı suçlar» olarak değerlendirildi. (Yani, Tanrı'nın
doğal düzenine karşı suçlar.) Bu suçları işleyen
herhangi bir kimse itaatsizlik göstermiş ve otomatik olarak yoldan
çıkmış olarak kabul edildi. Tam ters olarak, genelgeçer dinsel
düzene ve fikirlere karşı çıkanlar da aynı zamanda çoğunlukla
«Sodomy» «oğlancılık» ile suçlandı. Örneğin, 14.
yüzyılın başlarında Fransa Kralı IV. Filip, 12.
yüzyılda Kudüs'te kurulan güçlü Şövalyeler Birliğinin (Knighs
Templar) geniş zenginliğini müsadere etmek ihtiyacı
doğduğu zaman, o şövalyeleri putperestlik, kâfirlik ve Sodomy
ile suçladı. Bu suçlama son derece yanlış olduğu halde,
şövalyelere karşı derin bir düşmanlık duygusu
yerleştirildi. Şövalyeler düzeni mahkemeye getirdi ve liderleri
mahkûm edilip herkesin gözü önünde yakıldı. Doğru olarak
sezinlediği gibi, kral inancın bir savunucusu olarak selamlandı
ve bu yüzden yağmayı cebine indirirken bir sorun çıkmadı.
Daha sonra var olan Hıristiyan otoritesine karşı çıkan her
Hıristiyan mezhebi, doğal olmayan cinsel pratiklerle meşgul
olmakla suçlandı. Böylece, bu mezheplerin bazıları
Bulgaristan'dan Batı Avrupa sınırları boyunca
yayıldığı zaman üyeleri (Bulgarlardan) «buggery», yani
oğlancı olarak görüldü ki bu sözcük Sodomy ile eş
anlamdaydı.
Ortaçağ İngilteresinde, cinsel yoldan
çıkmışlık, tıpkı yoldan çıkmanın
herhangi bir türü gibi kilise mahkemelerinin yargılama
kapsamındaydı. Ancak, 1533'de VIII. Henry iğrenç oğlancılıkla
suçlananlara karşı ilk dünyevi yasayı yarattı: Suçlu ölümle
cezalandırılıyor ve mallarına el konuluyordu. Henry'nin
yasası Mary döneminde kaldırıldı, ancak I. Elizabeth
yönetiminde yeniden canlandı ve sonunda püritenler onu ABD'ye getirdi.
Yüzyıllardır suçun cinsel karekteri açıkça kabul edildi.
Böylece, örneğin orjinal K. Caro-lina'nın statüsünde ona açıkça
Hıristiyanlar arasında adlandırılmayan doğaya
karşı tiksinç ve putperestçe bir suç anlayışı
getirildi. Suçlunun, «Ruhbanlık sınıfına tanınan
dokunulmazlık hakkı» olmaksızın ölüme mahkûm edilmesi
istendi. İşin garip yanı, bunların dinsel kökeni ve karakterinin
açıkça anayasal olmadığı görülmesine karşın,
kilise ve devlet ayrımının Amerikan Devrimiyle ortaya
çıkması ve bunun ABD Anayasasında
kanunlaştırılması bile, oğlancılık
yasalarının derhal feshedilmesini sağlayamadı.
Bugün, ABD'deki eyaletlerin büyük
çoğunluğu, bazı eyaletlerde şimdi, doğaya
karşı suç «sodomy», «buggery» gibi dinsel terimlerden
kaçınılmasına karşın, hâlâ kiliseye aykırı
cinsel yasalarını alıkoyuyor. Bununla birlikte, bazı
eyaletlerde onların statülerinin dilini modernize etmeye bile gereksinim
duyulmadı. Böylece «oğlancılık» ve «doğaya
karşı suç»un bazen birbirleriyle değiştirilerek bazen de
yan yana kullanılması sürdürülüyor. Gerçekte, bazı eyaletlerde
de bu sözcükler bu arada daha geniş bir anlam kazanarak şimdi
yalnızca eşcinsel ve karşıcinsel eşler arasında
ağız yoluyla ve anal yolla ilişki ve hayvanlarla cinsel temas
değil, aynı zamanda ölü bedenle cinsel temas gibi (Nekrofiliya) ender
ve garip cinsel pratikleri de kapsayan bir biçimde kullanılıyor.
Oğlancılık yasaları, evli
çiftlerin de dahil olduğu, herkese yöneltilirken, şimdi bu yasalar
esas olarak erkek eşcinsellere uygulanıyor. Aslında her zaman
ilişkinin birleşme dışı olan biçimlerinden
sakınmış ve yalnızca birleşme kurmayı
varsaymış olabilir. Öte yandan, aynı cinsiyetten bireyler
birbirleriyle birleşme gerçekleştiremezler. Ve bu yüzden onlar cinsel
ilişki kurdukları zaman yasanın ihlal edilmesi
olasılığı doğar. Her şeye karşın, bütün
olarak oğlancılıkla ilgili davalara çok ender rastlanıyor.
Bugün yasaların esas kullanımı dolaylı bir biçimde
olmaktadır. Örneğin işverenler, toprak beyleri, banka müdürleri
ya da sigorta acentaları alışılagelmiş bir
eşcinsele karşı bir ayrım getirmek istendiğinde, o
zaman eşcinselliği potansiyel bir ağır ceza olarak
belirleyen «sodomy», oğlancılık yasalarına dikkat eder.
Böylece, o eşcinseli işten atmakla, tehdit ederek banka kredisi,
mesken ya da sigorta kredisi ödemekten kaçınarak pekâlâ tamamen yasal ve
hatta saygın bir iş yapmış olur.
FAHİŞELİK
Fahişelik, en iyi biçimde para ya da bazı
materyalleri ödül olarak kabul eden cinsel ilişki biçimi olarak
tanımlanır. Oysa, varolan ABD yasalarının çoğu
fahişeliği oldukça farklı biçimlerde tanımlar.
Örneğin, birçok eyalette suçlu yalnızca dişiler olarak kabul
edilebilir. Sonuç olarak, kendilerini cinsel olarak satan erkekler fahişelikle
suçlanamaz, ancak oğlancılık, serserilik gibi, farklı
statüler altında dava konusu olabilirler. Dahası, «rastgele ve
ayrımsız» ticari olmayan cinsel davranışın bile
fahişelik tanımı içerisine alındığı da olur.
Bu eyaletlerde cinsel eşini sık sık değiştiren
herhangi bir dişi, hiçbir zaman herhangi bir ödeme talebinde bulunmasa ya
da, böyle bir şeyi kabul etmese bile, bir fahişe olarak mahkûm
edilebilir.
Gerçekte, ABD'de fahişeliğe
karşı çok yaygın suçlamalar getirildi, yani çoğu eyalet
«uçarı ya da çapkın temas» kurmayı tahrik edici şeylere
karşı yasalara sahiptir ki, bu yasalar hafif suç olarak
değerlendirilip, bir para cezası ya da kısa bir hapislik dönemi
ya da her ikisini de içerebiliyordu. Bir fahişeye karşı
tanıklar çoğunlukla onu suçlamak üzere gerekli pozisyonlarda bulunan
sivil polislerdir. Aslında, çok basit suçlamalarla tutuklanan
fahişeler, az bir para cezasıyla serbest bırakılır ve
yeniden işine koyulur. Üstelik bu para cezaları başka bir
müşteriye, fahişenin daha pahalıya mal olmasından
başka bir işe yaramaz. Başka bir açıdan
bakıldığında, para cezası bir vergilendirme biçimi
olarak değerlendirilebilir ki, zaten eyalet en azından bu
anlayışla fahişenin gayrimeşru kazancının
birazını paylaşmaya çabalamış olur.
Fahişeden başka, fahişenin
işiyle ilgili olabilen birtakım insanlar da yasayı ihlal ediyor.
Örneğin, fahişelere satışlarında yardım eden ya
da teşvik eden erkek ya da dişi, herhangi bir kişi (yani
muhabbet tellalı) ya da fahişenin kazancıyla yaşayan
herhangi bir kişi (pezevenk ya da belalısı) ve bir
(fahişeevi) randevuevi çalıştıran herhangi bir kişi,
operatör (patron) bir fahişeden daha şiddetli
cezalandırılır. Muhabbet tellallığı ve
pezevenklik, çoğunlukla uzun bir hapis cezasına
çarptırılabilir.
Fahişelik, çoğu kez «dünyanın en
eski mesleği» olarak adlandırılır ve tüm uygar uluslar
arasında bütün çağlar boyunca varolduğu için bu tanım
oldukça gerçekçidir. Belli eski kültürlerde bu terim dinsel bir karektere
sahipti. Dişi ve erkek «tapınak fahişeleri» ya da «kutsal
fahişeler» kendilerini inanca sunarlardı ve ücretleri
tapınağa giderdi. Bununla birlikte, dünyevi ve salt ticari
fahişelerin daha az eski olduğu görülüyor. Eski Yunan ve Roma'da
olduğu kadar Hıristiyan ortaçağı da fahişeliğe
karşı oldukça hoşgörülüydü. Örneğin, Thomas Aquinas
onları zorunlu bir kötülük olarak kabul edip «hatta halledenlerin bir
saraya gereksinmesi» olduğunu tartıştı. Bu nedenle
Ortaçağ kentleri iyi düzenlenmiş, çoğunlukla kiliseden uzak
olmayan genelevlere sahip oldu. Belli sanayileşmiş ulusların
genelevleri kapatmaya başlaması ve onların da
yasadışı yollardan çalışması yalnızca modern
çağlarda olmuştur. Oysa uzun bir süreç içinde bu politikanın
akılsızca olduğu görüldüğünden, Hollanda ve Batı
Almanya gibi ileri Avrupa ülkeleri, fahişeliği yeniden
yasalaştırıp, fahişelerin çalışma
koşullarını geliştirmeye çabaladılar. Böylece bu
ülkelerde, fahişeler artık pezevenklere gereksinme duymadı ve
yine bu ülkelerde polisin onların şiddetle tehdit edilmesini
durdurmak için koruması hesaba alınmalıdır. Üstelik onlar
aynı zamanda herhangi bir başka yurttaş gibi düzenli vergi öderler.
I. Dünya Savaşından önce birçok Amerikan
kentinde «kırmızı ışıklı bölgeler»
«delikanlı evleri» ya da bordellas adıyla bilinen yetkililerin
genellikle hoşgörülü davrandıkları genelevler bulunuyordu. Ne
yazık ki yüzyılın başlarındaki nüfus hareketleri
saflık ve namus sözleri ardında bu hoşgörüden geriye pek bir
şey bırakmadı. 1925'te Birliğin her eyaletinde
anti-fahişe statüler kanunlaştırıldı. İkinci
baskıcı dalga da İkinci Dünya Savaşıyla geldi.
Savaş etkisiyle 650'yi aşkın birimde fahişe evleri kapatıldı.
Bu politika 1941'de Mayıs Akdi olarak bilinen yasayla pekiştirildi.
FRANSIZ ve JAPON SANATINDA
DİŞİ HOMOSEKSÜELLİĞİ
Çoğu kültür çerçevesinde
sanatçılar, kadınları yakın kucaklaşmalar içinde
resmetmişlerdir. Yukarıdaki resimde (17. Yüzyıl) Suzuki
Moronoba'nın bir gravürü, aşağıda ise Gustave Cou-bet'in
bir tablosu (19. Yüzyıl).
Bugün yasadışı fahişelik
yapmanın gerçekten herhangi bir sorununun çözümlenmemiş olduğu
oldukça açık bir biçimde görülüyor. Bütünüyle bakıldığında,
eskiden daha az fahişe varsa, bunun olası nedeni genelde cinsel
standartlarda görülen gevşemedir. Gerçekte, bugün yetişkinler kadar,
genç evlenmemiş insanlar da kolayca saygın, ticari olmayan bir iş
bulabilir. Her şeye karşın, özellikle büyük kentlerde
fahişelik bir istemi karşılamaya devam ediyor ve şimdiye
kadar yasa onu bastına bir tutum göstermedi. Yasanın tek etkisi,
şimdi fahişenin sözde yasal danışmanı gibi hareket
edebilen ve polise karşı onun koruyucusu olan pezevenklerin rolünü
kuwetlendirmek olmuştur.
Bununla birlikte, anti-fahişelik yasaları
çoğunlukla genel cinsel ahlakı düzelttiği ve en azından
bazı kadınların yoz bir yaşama düşmesini önlediği
zeminlerde savunulur. Aynı zamanda fahişeliğin müşterilerin
soyulması, rüşvet vb. suçlarla ilgisi olup olmadığına
dikkat edilir. Dahası, yasallaşan fahişeliğin zührevi
hastalıkların yayılmasına yardım edebileceği
korkusu vardır. Son olarak, ortalama vatandaşın yanıbaşında
bir «kırmızı ışıklı mahalle» ya da genelev
istemediği ve bu yüzden fahişeliğin yasallaştırma ile
resmi düzenlemesinin pratik olduğu söylenir.
Oysa, varolan yasaları eleştirenler,
onların temelde uygulanamaz ve bu yüzden ikiyüzlü, havai, ahlaksız ve
haksız olduğunu göstermeye çabalıyorlar.
İsteksiz fahişeyi korumaktan uzak, onlar
ona bir suçlu gibi leke sürüyor ve böylece fahişenin bu lekeden kurtulup
saygın bir kariyere geçmesi zorlaşıyor. Ayrıca her nerede
fahişelik şiddet ya da hırsızlık suçlarına
yardım ederse, bu suçlar bağımsız biçimde dava konusu
edilebilirler. Gerçekte, fahişeliğin kendisi yasaisa böyle
davaların çok daha etkili olacaktır. Ek olarak, hükümet sonra
fahişelik gelirini vergilendirmeye de başlayabilir. Yasallaşma,
fahişelerin düzenli bir biçimde denetimini sağlayacağından,
aynı zamanda zührevi hastalıkların da daha iyi bir denetimi
yapılmış olacaktır. Gerçi bu hastalıkları
bütünüyle ortadan kaldıramayacaktır. «Kırmızı
ışıklı mahallelerin» durumuna gelince, günümüz
Avrupası ve Amerikan örneklerinin bu sorunun çözümlenemez
olmadığını göstermesi gerekir.
Son yıllarda, sorun başka bir görünüm
altında açığa çıkmıştır. Yasal seks
araştırıcıları ve seks terapistlerinin bilimsel ya da
terapatik amaçlar için hastalarına ya da deneylerine para karşılığı
'vekil eş' sağlamışlardır. Bu tutumlarıyla onlar,
yasanın «muhabbet tellalı pezevenk» olarak tanımladıkla-
rına benzer bir konuma düşmüş
bulunuyorlar. «Vekil eşlerin» bizzat kendileri birçok eyalet
yasasının belirlemelerine göre fahişelikle meşgul oluyor
görüneceklerdir. Her şeye karşın, bu insanların herhangi
birine, suçlama getirilmiş değil ve hepsinin çok «Ahlaksal» sonuçlara
hizmet etmeye çalıştıkları yeteri kadar açık.
Kişi sadece bir süre sonra toplumumuzun
fahişelik sorununa değinen doğru ve çalışır bir
yol bulacağını umut edebilir. Yukarıda gösterildiği
gibi yasallaşma ve düzenleme, belirli bir noktaya kadar, başka
ülkelerde başarılı olmaktadır. Bununla birlikte, kimi
Amerikalı reformcular, herhangi bir resmi kayıt ve denetimin
fahişeleri mimlediği ve onların bu mimle başka türde
iş aramalarının zorlaştığına dikkat çekiyorlar.
Oysa bunun yerine, suçlamanın kaldırılmasını, yani
devletin daha derinden ilgilenmesine son verip anti-fahişelik
yasalarının kaldırılmasını öneriyorlar.
Gelir sorununu çözümlemekle birlikte, bu öneride
diretilmesi gerekir. Bazı fahişelerin hatırı sayılır
bir geliri vardır. Başka işçilerin çok daha az para
kazandığı halde artan biçimde vergi ödediği bir zamanda,
fahişeliği vergisiz bırakmak haksızlık olacaktır.
ENSEST
Çoğu Amerikan eyaleti ceza yasaları,
ensesti evlenmeleri yasaklanmış derecede birbirleriyle kan ya da
evlenme bağlılığı bulunan kişiler arasındaki
birleşme olarak tanımlanır. Başka şeyler
arasında, bu cinsel ilişkinin birleşme dışındaki
biçimlerinin ensesti oluşturmadığı ve ensestin aynı
cinsiyetten kişiler arasında olamayacağı anlamına
gelir. (Oysa, bu tür cinsel etkinlik çeşitli başka statüler
altında dava edilebiliyor.) Biraz daha derine inersek, belli cinsel
ilişkilerin bir eyalette ensest kabul edilebildiği,
başkasında kabul edilmediğiyle
karşılaşırız. Bunun da nedeni, bazı eyaletlerin
ona izin verirken birinci derecede kuzen ve hısım olanlar
arasında evliliği yasaklaması-dır. Bazı eyaletlerde
aynı zamanda basit bir ensest ilişkisiyle bir ensest evlilik (ki daha
az ciddi bir suç olarak değerlendiriliyor) arasında ayrım yapar.
Böylece bir eyalette ensest evlilik için azami üç yıl hapis ve
evlilikdışı ensest ilişkisine de 20 yıl hapis
cezası verilir. Böyle birçok seks yasasında olduğu gibi, bunun
mantığına akıl erdirilemez. Ensest için herhangi bir
eyalette azami ceza 50 yıl hapistir. Ensestin bir ya da başka türünün
yasaklanması tarih öncesi zamanlardan beri ve tüm insanlar arasında
varolagelmiş-tir. Bunun nedeni hâlâ tartışmalıdır.
Ortalama insan tarafından ensestin değişmeden, her nasılsa
erkek ve dişinin en kötü izlerini beraberinde getirdiği, çürümeye,
bozulmaya götürdüğü, genetik kusurlar ürettiği var sayılır,
çoğu kez. Oysa, profesyonel olmayan bir sığır
yetiştiricisi işinde bu inanca göre davranmaz ve gerçekte onu
desteklemek için önemsiz bir bilimsel tanık vardır. Herhalde,
insanın ensest tabusu birkaç bin yıldır herhangi bir kesin
genetik bilgisinden önce geliyor. Başka bir kuram da, ensest tabusunun
birinin kendi ailesi ya da kabilesi dışında evlenmesinin
toplumsal çıkarında kökleri olduğuna işaret ediyor. Bu, her
toplumsal grubun daha da genişlemesini sağlıyor, böylece
ilerleme ve uygarlığın temeli atılmış oluyor.
Üçüncü ve belki de en mantıklı açıklama, ensest tabusunun baba
ve oğul, ana ve kız ile erkek kardeş-kız kardeş
arasındaki cinsel rekabetler yoluyla parçalanmış olacak olan
aile birliğinin uyum ve huzur içinde olmasına yardım
ettiğidir.
Ensest yasağı olabildiği
kadarıyla uzun zamandır öyle evrensel ve öyle etkili olmuştur
ki, hemen hemen «insan doğasının» bir parçası olduğu
söylenebilir. Yakın akrabalar arasında tutulagelen bir cinsel
cazibenin şimdi, istisnai kabul edilmesine ender rastlanıyor. Oysa,
böyle istisnaların olduğu ve geçmişte bazı toplumların
onları resmen tanıdığına dikkat edilmelidir.
Örneğin, eski Mısır'ın kral soyundan gelen erkeklerine, Colomb
öncesi Amerika'nın belli alanlarında ve belli Polinezya
adalarında izin veriliyordu ya da kızkardeşleriyle evlenmeye
zorlanıyordu. (Bu evliliklerde, ensest, kuşaklar boyu sürmesine
karşın, herhangi bir olumsuz genetik etkiye rastlanmadı.) Kimi
toplumlarda, belli koşullar altında, baba kız ilişkilerine
bile hoşgörüyle yaklaşılıyordu. Oysa, bildiğimiz
kadarıyla anne-oğui ilişkilerine hiçbir zaman herhangi bir yerde
izin verilmemiştir.
Öte yandan, bazı kültürler, ensest
yasağını büyükbabalar, amcalar, halalar, birinci, ikinci ve
üçüncü kuzin ile kuzenlere, üvey baba ve üvey anadan damatlara ve başka
akrabalara kadar genişlettiler. Böyle yasakların ne kadar
değişken olduğuna belki de en iyi örnek, Kutsal Kitapta erkek
kardeşin ağabeysinin dul karısıyla evliliği sorunu
üzerine bizzat Yahova'nın tersine çevirerek gösterdiği iki pasajda
tasviriyle verilebilir. (Yaradılış: 38; 8-10 ve Levitikus
20-21). Aynı zamanda, Shakespeare'in Hamlet'inde günümüz
standartlarına göre pek öyle değerlendirilmese bile dul kalan anasıyla
amcası arasındaki evliliğin ensest olarak
tanımladığı da anımsanmalıdır. (13).
Gerçekte modern İskandinav ülkeleri kardeşlerle torunlar
arasındaki birleşmenin ensest olarak tanımlanmasını
sınırlamıştır. Dahası, bir İsveç komitesi
son yıllarda ensestin tamamen ceza konusu olmaktan
çıkarılması-
nı teklif etmiştir. Gerçekte, bugün hâlâ
hizmet edebilen enseste karşı yasaların ne kadar iyi
olduğunu ve onların kaldırılmasının ne kadar
zarar verebileceğini kestirmek zordur. Gebelik önleyicilerin
kullanımı, genetik sorunlara üzülenlerin korkusunu kolayca
bastırabilir. Çocuklar ve delikanlılar, herhangi bir cinsel istismara
karşı şimdi korundukları biçimde büyükleri ya da
ana-babalarınca kötüye kullanılmaları ve cinsel
saldırılarına karşı korunabilirdi.
ÖZEL UÇARILIKLAR VE AÇIK-SAÇIKLIK
(MÜSTEHCENLİK)
Uçarılık, açık-saçıklık
(müstehcenlik), pornografi ve benzeri (küçültücü) terimleri tanımlamak çok
zordur, çünkü bu terimler hiçbir zaman nesnel ya da ölçülebilir herhangi bir
şeye ait olmazlar. Her birimizin kesinlikle söyleyebildiği, bazı
insanların bu sözcüklerin onlara özel gösterilerde filmlerde, bantlarda,
resimlerde, kitaplarda ve dergilerde gösterilen durumları, seks ya da
çıplaklığı beğenmediklerini göstermek için
kullandıklarıdır. Açıktır ki, farklı gözlemciler
farklı şeylerden hoşlanmazlar. Ancak onların suçlu
bulunabildiği herhangi bir şeyin istemdışı
teşhirinden hepsini korumak akla uygun görünüyor. Gerçekte, uygar bir
toplumda hiçbir kimsenin cinsel bakımdan açık davranış ya
da maddelere uyum göstermeye zorlamaması gerekir. Bu nedenle, hükümetin
herkesin gözüönünde «uçarılık ve açık-sa-çıklığa»
karşı geçerli yasalar koyması pekâlâ yerindedir. Gerçekte,
Tanrı'nın resimsel temsillerini müstehcen ve itiraz edilebilir bulan
Ortodoks Yahudi ve Müslümanların da aynı zamanda korunması
gerekir. (Ayrıntılı bilgi için «Mağdurlu Suçlar»a
bakınız.)
Oysa, özel uçarılık ve müstehcenliğe
karşı yasalara sahip olmak bambaşka bir konudur. Yalnızca
cinsel etkinlikle suçlanmayan, ancak müstehcen bir şeyi gözleyerek, olumlu
bir ilgi içinde olan ya da bu olumlu ilginin kesilmemesi için para ödeyen
insanların polisçe rahatsız edilmemesi gerekir. Özel banyoevlerinde
ya da sağlık kulüplerinde cinsel hareketlerle meşgul olan özel
mahrem salonlarında, canlı seks gösterileri ya da seks filmleri
seyreden, kendi evinde açık cinsel materyaller bulunduran herhangi bir
kimsenin suçlu olarak tanımlanmasının anlamı yoktur.
İstenmeyen seyirci ya da tanıkların izleme koşulları
yaratılmadıktan sonra resmi yetkililerin müdahalesinin
akılcı bir zemini yoktur.
Ne yazık ki, ABD'de bir barda erkeklerin
birbirlerini öperken, kucaklarken ya da basitçe el tutuşurlarken
tutuklandığı durumlar olmaktadır. İşte bu
zararsız davranışlar dünyanın başka birçok devletinde
-herhangi bir cinsel çağrışım vermiyor diye
yorumlanmasına karşın, Amerikan polisine, savcısına ve
yargıcına uçarılık ve müstehcenlik olarak görünmektedir.
Gerçekte, Amerikan televizyon izleyicileri fırsat düştükçe
yabancı politikacıların bu olaylar üzerine tutumlarını
gözlemler. Her şeye karşın, erkekler arasında acayip bir
sevgi gösterisine bu ülkede hoşgörülü olunmaz. Başka bir erdemlilik
gösterisi de, bazı Amerikan topluluklarının sıcak yaz
günlerinde üzerine gömlek giymeden dolaşan onlu yaşlardaki
çocukların, çıplak bir göğüs göstererek uçarılık
yaptığı gerekçesiyle tutuklanmasıdır.
Kısacası, «uçarı davranış» ya da «canlı müstehcen
davranış» içeren konumların tümünün çok kolayca kötüye
kullanılabileceği açıktır. Dahası, bu
müstehcenliği belirlemek ve müstehcenliğe koyulan cezalar eyaletten
eyalete değişir.
Ayrıca, bu farklılıklara ek olarak,
tek tek kentlerin genelgeçer kuralları da var. Böylece resmi karmaşa
tamamlanmış oluyor.
Oysa, müstehcen materyaller ya da pornografiye
karşı açılan resmi kampanyalar daha fazla kuşkulanabilir
durumdadır. (Pornografi, harfi harfine fahişelik üzerine yazılar
demektir. Yunanca pomo-fahişe ve graphein: yazmak).
ABD'de ilk anti-pornografik yasa kongreden 1873'te
geçti. Bu yasa, müstehcen materyallerin postalanmasını
yasaklıyordu. Bunun için postaha-neye özel bir görevli atandı.
Görevliye herhangi bir mektup, paket, kitap ya da broşürü açma yetkisi
verildi. Artık o, kişisel olarak bir şeyin uçarı ya da
müstehcen olup olmadığına karar verme yetkisine sahipti. Bu yetkililer
dar kafalı, erdemlilik taslayan fanatik tipler olduğundan, kırk
yıl boyunca bir diktatörce püristenlik hakimiyet kurulmuş oldu.
Mağdurların birçoğu da hastalarına doğum kontrolü
bilgisi vermeye çalışan hekimlerdi.
Bu arada, çoğu eyalette, onların
kendilerine özgü başka önemsiz yasalar da geçti. Bundan başka 1957'de
Anayasa Mahkemesinin, müstehcenliğin anayasal koruma alanı içinde
olmadığı biçimindeki kararı bir dönüm noktası oldu.
Anayasa Mahkemesi, ayrıca kendi belli sınırlamalarına göre,
her eyaletin kendi müstehcenlik standartlarını belirleyebileceğini
açıkladı (1973). Bu sınırlamalara göre, herhangi bir
çalışmanın müstehcen olarak açıklamasına a- Eğer
ortalama insan çağdaş toplum standartlarına göre bir bütün
olarak alındığında, ilgili şeyin «şehvetle
ilgileri» hoşgörünür bulunursa, b- Eğer sözkonusu çalışma
başvurulan eyalet yasasına özel olarak tanımlanan cinsel
davranışı açıkça çirkin bir biçimde resmederse, c-
Eğer çalışma, bir bütün olarak ciddi, edebi, sanatsal, politik
ya da bilimsel değerler bakımından eksikse, izin veriyordu.
Anayasa Mahkemesinin kararı, karar
verildiği andan itibaren birçok gözlemci tarafından
gerçekdışı, pratik olmadığı ve kötü olduğu
düşüncesiyle eleştirildi. Gerçekte, «ortalama insan», «toplum
standartları», «şehvete ilgi», «çirkin», «ciddi edebi-sanatsal,
politik ya da bilimsel değer» gibi terimler belirsiz ve anlamı bir
yerden bir yere, bir zamandan başka bir zamana değişir. Bu
nedenle, üreticilerin ya da yayımcıların önceden yasayı
ihlal edip etmediklerini belirleyebilmeleri çok zor, hatta olası
değildir. Gerçekte bu karar alınmadan önce ilgili komisyonlara
sunulan bilimsel çalışmalar basitçe bir kenara itildi. Böylece
herhangi bir teknik bilginin yükünden kurtulan; Yüce Adalet de 19.
yüzyılda cinsel nesnelerin sansürünün bilimsel fikirlerinin ciddi
ifadelerini herhangi bir yolla sınırlayan ya da etkileyen tarihsel,
deneysel tanık olmadığını ilan etti. Ne yazık ki,
olaylar başkadır. 19. yüzyılda olsun 20. yüzyılda olsun,
sansür bilimsel bilginin yayılmasıyla etkin bir biçimde önlendi.
Doktor ve hasta arasında olduğu kadar bilimadamları
arasındaki cinsel konuların herhangi bir akılcı
tartışması bile yapılabildi. (Ayrıntılar için
«Seks ve Araştırma» ve «Seks Eğitimi»ne bakınız.)
Oysa, tarih, cinsel sansürün bir ulusun sanatsal
yaşamını boğma eğiliminde olduğunu da göstermiştir.
(Yüce Adalet tarafından da tartışıldığı
gibi.) Sık sık «pornografiye» karşı yasaların, hiçbir
zorun, gerçek sanat çalışmalarına yönelmediği ve
yönelmeyeceği tartışılır. Gerçekte, biraz daha derine
inilecek olursa, ciddi sanatçıların her çalışmasının
edebe uygun olması ya da iyi bir tat vermesi gibi sınırlamalarla
her zaman önlendiği de bir gerçektir. Böyle tartışmalar ancak
sanat tarihine âşinâ olmayan insanların inandırabilir. Peki, sayısız
sanat yapıtlarını zedeleyen sansür örneklerini nereye koymalı?
Öte yandan, sansürün kendini gösterdiği, özellikle üzücü bir durum tüm
sanatsal dönemlerin en büyük çalışmalarından biriyle ilgilidir.
Mikelangelo'nun «Son Yargılaması»sı: bir
aydınlanmış papanın yönetimi sırasında
Vatikan'daki Sistin Şapeli'nin (Şistine Chapel) duvarına
yapılmıştır. Vatikan mahkemesinin üçte ikisinin
kararıyla sanatçıdan tüm çıplak vücutlara elbise giydirerek
resmini yeniden düzenlemesi istenmiş, böylece Mikelangelo'nun daha önce
tasarladığı çalışma bir anlamda harap olmuştur.
(Bereket versin, bu özel örnekte resmen çalışmayı gözlemek üzere
atanan vandalın vicdanı elvermemiş ve Mikelangelo'nun ekler
asgari düzeyde tutulmasına çaba göstermiştir.) Her şeye
karşın bu zedelenmeler artık onarılamaz.
Bizim zamanımızda (kendi kendini atayan)
başka .bir vandal, Mikelan-gelo'nun «Pieta»sını kısmen
tahrip ettiğinde halkın kızgınlığı büyük bir
haykırışa döndü. Gerçi bu heykelin önceki görünüşünün
sağlanması için restorasyona gösterildi ama heykelin değeri
büyük ölçüde azalmıştı.
Bundan başka, her edebiyat öğrencisi,
büyük romanlar, oyunlar, şiirler ve denemelerden müstehcenlik olarak
baskı altına alınan düzinelerce olay aktarabilir. Günah diye tüm
tiyatroları kapatan ve ona uyarak birdenbire dünya dramasının en
görkemli dönemlerinden birine son veren 17. yüzyıl İngiliz
Püritenlerinden, Havelock Ellis'in seks psikolojisi üzerine
çalışmalarını, Joyce'un Ulysses'ı, Lawrence'ın
Lady Chatterley'in Sevgilisi ve Nabo-kov'un Lolita'sını yasaklayan
modern yargıçlara, sofu fanatikler kendi dar açılı bakışlarıyla
genelde sanat anlayışını etkilemeye çabaladılar. Hatta
bu fanatiklerin sonunda kararları kalktı (bazen birkaç on yıl
sonraları) ama gecikme, kitapların hak kazandığı etkinin
çoğunu alıp götürüyordu.
Oysa, daha yakın zamanlarda, takibatlar
kitaplardan filmlere ve illüstrasyon dergilerine doğru
değişmiş görünüyor. Anayasa Mahkemesinin 1973'te her eyaletin
müstehcenliği kendi standartlarına göre belirleme kararından
sonra, şimdi tüm ABD çapında, film yapımcıları,
aktörler, yayıncılar ve dağıtımcıları cezalandırma
giderek artmış bulunuyor.
Öte yandan başka bir sorun da, yine yakın
zamanlarda «çocuk pornografisi» üzerine yaratılmaktadır.
Çeşitli özel ve genel baskılar
altında, birçok eyalet meclisleri çocukların ya da daha genç
olanların herhangi bir cinsel etkinlik anını resmeden
çalışmalara karşı çarpıcı yasaları hem de
oldukça hızla geçirmekte. Bu yasaların bazıları
istisnasız hepsini içeriyor ve böylece resmen müstehcen olmayan filmler ve
resimler bile bunların hışmından kurtulamıyor. Sonuç
olarak, bilimsel ya da eğitsel çalışmalar bile, artık
çocukluk cinselliği ya da ergenlikte cinsel tepkilerle ilgili görsel
araştırma materyalleri sağlayamıyor.
Bu durumda tek umut yine Anayasa Mahkemesinin 1973
yılında aldığı kararı değiştirebilmesi
ve kendi ifade özgürlüğünü anlayan Amerikan seçmenin kendini göstermesinde
yatıyor. Günümüzde, Amerikan müstehcenlik yasaları «özgür» bir
ülkenin yüzkarasıdır. Bernard Shaw'ın uzun zaman önce
gözlemlediği gibi; Comstockluk Birleşik Devletler hesabına
dünyanın ayakta duran bir şakasıdır.
CİNSELLİK VE TÜRK HUKUKU
Cinsellik, sahip olduğu özellikler nedeniyle
Türk hukukunda da önemli bir yeri işgal etmiş bir kavramdır.
Gerçekten cinsellik, kişinin yaşayışını, iç
dünyasını, tutum ve davranışlarını, bilinçüstü ve
bilinçaltı hayatını kuwetle etkilediği gibi, toplum
hayatını da etkileyen ve hatta biçimlendiren bir kavramdır.
İnsanın erginlikten önceki ve erginlikten sonraki hayatı,
davranışları, karakteri cinsellikle biçimlendiği gibi
toplumdaki yaşayış, insanlararası ilişkiler, toplumdaki
anlayış, gelenek, görenek, ahlak ve inanışlar da
cinselliğin yorumlanmasına, değerlendirilmesine göre
değişebilmektedir. Hukukta bu belirlemeye tabidir. Toplumdaki
kişilerin davranışlarına, ilişkilerine
inanışlarına, tarihsel değerlere göre biçim alan hukuk, bir
üst yapı kurumu olarak cinsellik olayından da kuwetle
etkilenebilmektedir.
Türk Hukuk sistemi cinsellik açısından
incelendiğinde konunun üç bölüme ayrılabildiği
saptanabilmektedir. Başka bir deyişle, özellikle üç bölüme
ayrılabildiği saptanabilmektedir. Başka bir deyişle,
özellikle üç hukuk dalı içinde cinsellik konusunun özel düzenlemelere
bağlı tutulduğu görülmektedir. Bu bölümlerden ilkini Medeni
Hukuk alanı oluşturmaktadır. Cinsellik olayı, toplumun
en önemli birimlerinden birisinin, ailenin temellerinden biridir. Ailede anne
ve baba arasındaki cinsel hayat, gelecek nesillerin dünyaya gelmesinin
kaynağını teşkil etmektedir. Dolayısıyla Medeni
Hukuk bu olaya yakın ilgi duymuş, evliliği hazırlayan
nişanlanma safhasını ayrıntılı biçimde kanunda
düzenlemiş ve evlilik birliğinin kurulması ve devam etmesi
olaylarını aynı şekilde ayrıntılı hükümlere
bağlamış ve nihayet bu birliğin sona ermesinde cinsellik
olgusunu dikkate almıştır. İkinci bölüm İdare
Hukuku ile ilgilidir. Cinselliğin toplum hayatını kuwetle
etkilemesi, bunun konu edildiği yerler, hastalıklar, belirli bir
düzenleme içerisinde tesbit edilmeğe ve kontrol altında
tutulmağa çalışılmaktadır. Toplumdaki çeşitli
yerler, mevkiler, cinselliğin icrası ve ticareti ile
ilgilendiğinde, toplum, idare «zabıta» ile buna müdahale zaruretini
hissetmekte ve bu amaçla pek çok hükümleri mevzuatına sokmaktadır.
Nihayet cinsellik olayı toplumun yaşantısını kuwetle
etkilediği, pek çok hukuka aykırı eylemin
kaynağını da oluşturabilmektedir. Böylece üçüncü bölüm
olan ceza hukuku alanı ortaya çıkmaktadır. Cinsellik
olayı ile yakından bağlı olan hukuka aykırı
davranışlar, fiiller, suçlar bu hukuk dalının sahası
içine girmektedir.
1 - Medeni Hukuk Alanı
Cinsel hayatın, evlilik hayatının
vazgeçilmez, ayrılmaz parçası olduğu hususu, pek çok yargı
kararında ortaya konulmuştur. Aslında cinsellik olgusu Medeni
Kanunda açık ve seçik biçimde tanımlanmamasına, cinsellikle
ilgili hükümler yer almamasına rağmen yargı kararlarında,
birçok olayın temelinde ve çözümünde cinselliğin belirlendiği
görülebilmektedir. Medeni Kanunun 134. maddesinde boşanma sebepleri
gösterilirken «zina ve aşırı
imtizaçsızlık-geçimçimsizlik» sayılmış ve bunlardan
özellikle aşırı imtizaçsız-lık-geçimsizlikte birçok
cinsel olayın belirlendiği saptanmıştır. Bu sebepler
içerisinde yer alan zina cinsellikle doğrudan doğruya bağlı
ve sarih olarak cinsel bir olaydır ve pek çok kararda boşanma sebebi
sayılmaktadır. Aşırı geçimsizlik kavramı
içerisinde çok çeşitli-değişik cinsel olayın tasrih
edildiği görülebilmektedir.
Türk Yargıtayının bazı
kararlarında cinsel hayattaki bazı aksaklıkların,
psişik rahatsızlıkların, anomalilerin çok şiddetli ve
aşırı olmadıkça boşanma sebebi olarak kabul
edilemeyeceği ilkesi ortaya konulmuştur. Bu açıdan,
«kadının zifaf gecesinde genç kızlığının
verdiği utançla kocasıyla birleşmekten
kaçınmasının başlı başına boşanma
sebebi sayılamayacağı» (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 17.10.1979,
E. 111/K. 1305 - Bkz. İlmi ve Kazai İçtihatlar Dergisi, 1980, sh.
7644), «kadının cinsel birleşmeye yanaşmamasının
erkek tarafından dövülmeyi haklı gösteremeyeceği» (Yargıtay
2. Hukuk Dairesi, 3.5.1982, E. 3427/K. 3948 - Bkz. Yargıtay Kararlar
Dergisi, 1983, sy. 4, sh. 512), ilke şeklinde açıklanmıştır.
Cinsel birleşmenin kadın ya da erkek
tarafından yerine getirilemeyişi pek çok Yargıtay kararında
boşanma sebebi olarak kabul edilmiştir. Yüksek Mahkemenin bir
kararında bu husus bir kural değerinde belirtilmiştir. Bu
kararın bir bölümü aynen şöyledir: «...Evlenmenin sosyal amacı
yanında nesli devam ettirme ve cinsi arzuları tatmin etme gayesi de
vardır. Kocanın tenasül organı normal yapıda olsa bile
psikolojik sebeple dahi olsa 1-2 aylık evlilik süresince kadının
kızlığının bozulmamış olması
şiddetli geçimsizlik sebebiyle boşanma sebebidir» (Yargıtay 2.
Hukuk Dairesi, 13.5.1976, E. 2600/K. 4110 - Bkz. İlmi ve Kazai
İçtihatlar Dergisi, 1976, sh. 4808). Aynı şekilde diğer
kararlarda, karısı ile yedi ay içerisinde cinsel ilişkiye
yanaşmamış kocanın davranışı (Yargıtay
Hukuk Genel Kurulu, 7.5.1979, E. 2441/K. 3748 - Bkz. İlmi ve Kazai
İçtihatlar Dergisi, 1979, sh. 7117 - 7118), kocanın iktidarsız
oluşu ve eşinin kızlık zarını bozamamış
oluşu (Yargıtay Hukuk
Genel Kurulu, 14.5.1975, 362/627 - Bkz. İlmi
ve Kazai İçtihatlar Dergisi, 1975, sh. 3852 - 3854), cinsel
iktidarsızlığın kocalık ödevlerini yerine getirmede
tam bir aciz hali olarak kabul edilişi (Yargıtay 2. Hukuk Dairesi,
10.2.1969, E. 614/K. 783 - Bkz. Nihat İnal, Uygulamada Nafaka ve
Boşanma Davaları, Ankara 1975, s bs., sh. 518 - 519), kadındaki
ya da erkekteki cinsel organın cinsel birleşme yapamayacak
şekilde noksanlıkla sakat olması (Yargıtay 2. Hukuk
Dairesi, 29.12.1966, E. 7213/K. 6966, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu,
8.6.1968, E. 1487/K. 415) (Bkz. İnal, adı geçen eser, sh. 519, 548 -
549) boşanma sebebi sayılmıştır.
Bu kararların ilginç yönü, cinsellik
olayının evlilik için öneminin ortaya konulması ve cinsel
birleşmenin evlilik içerisinde kadın ya da kocanın
karşılıklı görevleri olarak nitelenmesidir. Bu yönden
iktidarsızlık bu görevin yerine getirilmeyişi ve mutlak olarak
da yerine hiçbir zaman getirilemeyeceğinin kesin kanıtı olarak
belirtilmekte ve böylece boşanma sebebi olarak kabul edilmektedir. Buna
karşılık kısırlık, Yargıtayımızın
kararlarına göre boşanma sebebi olarak benimsenmektedir.
(Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 28.2.1968, E. 508/K. 119 - Bkz. İnal,
age, sh. 807).
Yargıtayımızın bazı
kararlarında cinsel hayatı tehdit eden ve insan
sağlığı yönünden son derece önem taşıyan
bazı rahatsızlıkların, hastalıkların da evlilik
birliğini ortadan kaldırma sebebi sayıldığı
görülebilmektedir. Kocanın zührevi hastalığa tutulmuş
olması (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 21.11.1979, E. 735/K. 1385, Bkz.
İlmi ve Kazai İçtihatlar Dergisi, 1980, sh. 7570 - 7571),
eşlerden birinin frengi hastalığına yakalanmış
olması (Yargıtay 2. Hukuk Dairesi, 13.3.1962, E. 692/K. 1544 - Bkz.
İnal, age. sh. 524) boşanma sebebi olarak kabul edilmiştir.
Eşlerden birinin felç olması ve bu nedenle cinsel birleşmede
bulunamayacak duruma gelmesi bazı kararlarda boşanma sebebi
sayılırken bunun aksine de rastlanılabilmektedir. Nitekim
Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 27.12.1978 tarih ve E. 245/K. 1227
sayılı kararında (Bkz. İlmi ve Kazai İçtihatlar
Dergisi 27.12.1978, E. 245/K. 1227) «... yıllardan beri felç olup cinsel
görevlerini yerine getiremeyen koca aleyhine açılan boşanma
davasının kabulü gerekirken olayda kadın için çekilmesi çok güç
bir yük teşkil eden, eşlerin birbirine yardım mükellefiyetinden
bah-solunarak davanın reddi isabetsizdir...» denilerek felç olma ve dolayısıyla
cinsel birleşmede bulunamama boşanma için bir sebep olarak kabul
edilmiştir. Buna karşılık
Yargıtayımızın daha yeni bir kararında «Evlilik
birliği devam ederken davalının felç olup cinsel ilişkide
bulunamayacak ve hizmeti yapamayacak duruma gelmesi boşanma sebebi
sayılamaz...» denilmiştir (Yargıtay 2. Hukuk Dairesi, 18.4.1983,
E. 3313/K. 3372 - Bkz. İlmi ve Kazai İçtihatlar Dergisi, 1983, sh.
1813 -1814).
Cinsel hayatla, cinsel ilişki olayı ile
yakından bağlı bu gibi aksaklıklar ve varsayımlar
dışında cinsellik olayının gene pek çok Yargıtay
kararında konu edildiği görülebilmektedir. Cinselliğin
çeşitli yönleri ile ilgili bu durumlarda yaşanan hayat
olaylarının irdelendiğini tesbit edebilmek mümkündür. Evli
erkeğin yabancı bir kadınla kol kola dolaşıp sinemaya
gitmesinin kusurlu bir eylem olduğu (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu,
4.11.1981, E. 2081/K. 713, Bkz. İlmi ve Kazai İçtihatlar Dergisi,
1982, sh. 1043 - 1044), evlendiği kızla evlilikten önce aylarca
metres hayatı yaşayan kişinin evlilikten sonra kız
olmadığından bahisle boşanma isteyemeyeceği
(Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 9.12.1966, E. 737/K. 34 - Bkz. İnal.
age., sh. 542), evli kadının bir erkekle aşikane hayat
kurmasının haysiyetsiz bir hayat sürdüğü biçiminde
yorumlanacağı (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 23.12.1959, E. 50/K.
57) -İnal, age., sh. 599), evli kadının evine geceleri
erkeklerin girip çıkması ve bulunduğu apartmanda oturan bir
şahısla içki âleminde bulunması haysiyetsiz bir hayat olarak değerlendirileceği
(Yargıtay 2. Hukuk Dairesi, 2.12.1969, E. 3154/K. 5494 - İnal, age.,
sh. 602), evli erkeğin başka bir kadınla metres hayatı
yaşamasının büyük bir kusur olacağı ve böyle kabul
edileceği (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 29.9.1950, E. 125/K. 27 -
İnal, age., sh. 756), evli kadının bekar erkeklerle birlikte
gazino, plaj gibi mesire yerlerinde birlikte görülmesi (Yargıtay 2. Hukuk
Dairesi, 22.3.1956, E. 1926/K. 1748, İnal, age., sh. 763), nihayet
kocanın karısını pavyonda çalışması için
zorlaması ağır kusur telakki edilmiştir (Yargıtay 2.
Hukuk Dairesi, 16.11.1970, E. 5548/K. 6007-İnal, age., sh. 835).
Bu kararlar, cinselliği geniş
boyutları ile ele almakta ve ailedeki birlik -beraberlik ve dirliğin
ancak cinsel hayatın düzenli, ahlaklı ve gerektiği gibi yerine
getirilmesine bağlı oluşunu vurgulamaktadır.
2 - İdare Hukuku Alanı
Cinsellik pek çok olayları, mekanları,
toplumun sağlığını yakından ilgilendiren bir konu
olması bakımından idari mercilerin müdahalesini gerektiren bir
olay olarak ortaya çıkmaktadır. İdari mercilerin bu tür
katılımları ve yaklaşımları bazı kanunlar
tarafından düzenlenmiş bulunmaktadır.
Nitekim fuhuşun bir olay olduğunu kabul
eden kanun koyucu bunun belirli bir ölçüde denetleme altında tutulabilmesi
için hukuk sistemimizde Umumi Hıfzısıhha Kanunu'nun 128 - 132.
maddelerini yürürlüğe soktuğu gibi, Genel Kadınların ve
Genelevlerin Tabi Olacakları Hükümler ve Fuhuş Yüzünden Bulaşan
Zührevi Hastalıklarla Mücadele Tüzüğünde konuyu
ayrıntıları ile düzenlemiştir. Ayrıca Polis ve Vazife
Selahiyetleri Hakkındaki Kanununda da konu ile ilgili hükümleri bulmak
mümkündür.
Bu kanun ve tüzüklerle genelevlerin
açılışları, sağlık ve idari yönden
denetlenmeleri, genel kadınların özellikle sağlık yönünden
sürekli denetim altında bulunmaları hususu nizamlanmıştır.
3 - Ceza Hukuku Alanı
Ceza Hukuku cinsellik olayına bütünü ile
müdahale etmektedir. Cinsellik kişinin özel hayatına giren bir
olaydır. Kişi, cinsel istekleri, arzuları, sorunları ve
olayları, ilişkileri ile hayatını sürdürüp gitmektedir. Bu
tür özel, gizli dünyaya kimsenin karışmaması ya da kişinin
isteği dışında bu iç aleme girilmemesi gerekmektedir. Bu
açıdan ceza hukukunun, kanunların bu dünyaya girmesi bir çeşit
kanuni bir saldırı olarak düşünülebilir. Fakat ceza kanununun bu
gibi müdahaleleri kişinin cinsel hayatını düzenlemek amacından
çok, bu hayata karışan, bu hayatı tehdit eden ve tecavüz eden
eylemleri cezalandırma amacını taşımaktadır.
Ceza Kanununun yapısında cinselliğe
karşı eylemlerin, cürüm ve kabahat (istisnaen) şeklinde
düzenlendiği görülebilmektedir. Bunlardan cürümler çok geniş bir yer
tutmaktadır. Türk Ceza Kanunu'nun 414. maddesinden 448. maddesine kadar
uzanan sekizinci babı «Adabı Umumiye ve Nizamı Aile aleyhine
cürümler» başlığını taşımaktadır. Bu bölüm
içerisinde ırza saldırı, kız ve erkek kaçırma,
fuhşiyata tahrik, zina ve nesep aleyhine fiiller yer almaktadır.
Kabahatlar içinde de bir madde halinde, TCK. 576. maddede edebe
aykırı hareketler düzenlenmiştir.
Cinselliğin ana konu olarak yer
aldığı genel adap ve aile düzeni aleyhindeki suçlar
incelendiğinde bunların hem kişinin cinsel yaşamı ve
hem de toplumun bu eylem karşısındaki değerlerinin ahlak
anlayışının dikkate alındığı
görülebilmektedir. Belirtmek gerekir ki, kanunumuzda kişinin
erginliğine (rüşt yaşına) kadar geçen dönemde istemine,
rızasına hiç önem vermeden mağduriyet kabul edilmiş,
rüşt yaşından sonra razı olma hallerinde suç kabul
edilmemiş, rızanın yokluğu suçu meydana getiren unsur
olarak benimsenmiştir.
Türk hukuk uygulamasında, cinsel suçlar ve en
çok işlenen suçlardan birisini oluşturmaktadır. Irza geçme,
kız ve kadın kaçırma, ırza tasaddide bulunma suçları,
diğer suçlar içerisinde çok rastlanan suçlardan birisi olduğu gibi,
aynı zamanda başka suçları yaratıcı, sebep olucu bir
niteliğe de sahip bulunmaktadır. Adam öldürme ve müessir fiil gibi
suçların temelinde cinsel arzu, istek, kıskançlık gibi faktörler
yer almaktadır. Böylece cinsellik bir yandan kendi özel
suçlarını yaratmakta, bir yandan da diğer suçların sebebi
olarak ortaya çıkabilmektedir.
Ülkemizdeki istatistikler incelendiğinde,
cinsel suçların genellikle genç ve orta yaştaki kişiler
tarafından işlendiği ve bu suçların
mağdurlarının da aynı yaş grubu içerisinde
bulunduğu görülebilmektedir:
Cinsel suçlarla ilgili bazı istatistikler
vermek gerektiğinde, son yıllarda bu suçlardan
bazılarının işlenişi yönünden şu durum tesbit
edilebilmektedir:
Bu rakamlar, belirli bir fikir verebilmekte ise de
istatistiklerin bütün yanıltıcı özelliklerine sahiptir. Adalet
istatistiklerinde alınan bu sayılar, yıl içerisinde bu suçlardan
kesin olarak mahkum olan kişileri göstermektedir. Suçun işlenişi
hüküm tarihinden önce olduğuna ve yargılama da uzun süre devam
ettiğine göre bu rakamlar görünümü tam olarak aksettirmekten uzak bir
nitelik taşımaktadır. Başka bir istatistik, cinsel suçlardan
bir bölümüne, ırza geçme, küçükleri baştan çıkarma ve iffete
taarruz suçlarından yargılanmakta bulunan sanık
sayısını göstermekte ve konu ile ilgili daha geniş
kapsamlı bir görünüm çizmektedir. Buna göre:
Bu çerçeve içerisinde şu hususu söylemek
mümkündür ki, cinsel suçlar ülkemizde en çok işlenen suç gruplarından
birisini oluşturmaktadır.
Bu suçlarla ilgili olarak Türk hukuku ile
yabancı ülkelerin ceza kanunları ve ceza hukukları
eğilimleri karşılaştırıldığında ilginç
birtakım saptamalara rastlanılabilmektedir. Öncelikle Türk Ceza
Kanununda, bazı yabancı kanunlarda bulunan suç tiplerinin
düzenlenmediği saptanabilmektedir. Ayrıca yabancı ülkelerde
mevcut olan ve hukuk sistemlerini derin şekilde etkilemekte olan suç
olmaktan ve cezalandırmadan çıkarma (dekiminalizasyon ve
depenalizasyon) eğilimlerinin Türk hukukunu henüz yeterince
etkilemediği ortaya çıkmaktadır.
a) Türk Ceza Kanununda bulunmayan bazı
cinsel suç tipleri:
Türk Ceza Kanunu sistemi incelendiğinde, bazı
suç tiplerinin kanunun içerisinde, özel bir düzenleme ile, yer
almadığı görülmektedir. Tabiata aykırı fiiller yani
aynı cinse mensup kişiler arasındaki cinsel ilişkiler,
insanlarla hayvanlar arasındaki cinsel ilişkiler, fuhuş için
aracılık, fahişe dostluğu, evlenmeleri yasak olan
yakın akrabalar arasındaki cinsel ilişkiler, Türk hukukunda suç
olarak düzenlenmiş değildir. Oysa bu tür anormal, tabiat
dışı ilişkilerin bazı yabancı ülke kanunlarında
suç olarak düzenlendikleri görülmektedir. Nitekim, Alman Ceza Kanunu'nun 175.
paragrafında erkekler arasındaki cinsel ilişkiler (pederasti)
cezalandırılmış, 175/b paragrafında da hayvanlarla
ilişkiler ceza tehdidi ile karşılanmıştır.
Aynı durumu İngiliz kanunlarında ve Fransız Ceza Kanunu'nun
331/2 fıkrasında da görmek mümkündür.
b) Karşılaştırmalı
hukuktaki yeni eğilimler:
Cinsel suçlarla ilişkin olarak yabancı
hukuk sistemlerinde son yirmi yılda derin değişikliklerin
oluştuğu tesbit edilebilmektedir. Bu değişiklikler belirli
düşünce akımlarına dayanmakta ve cinsellik -kişisel
özgürlük- toplumsal yaşayış hakkında yeni görüşler
ortaya atılmaktadır. Buna göre kişinin cinsel hayatı ve
cinsel özgürlüğü vardır ve bu özgürlük hukuk tarafından
korunmaya değer bir özgürlüktür. Toplumun gelenek ve görenekleri ile
kişinin cinsel hayatı zaman zaman çatışmaya
girebilmektedir. Bu noktada kanun koyucuya düşen görev, ahlak - gelenek -
toplumun düzeni kavramlarının sınırları ile
kişisel cinsel özgürlük sınırını çok iyi bir
şekilde tesbit edebilmektir. Kanun koyucular, toplumu koruma iddiası
ile cinsel özgürlüğü bütünü ile yokederlerse kişinin ezilmesi
olayı ortaya çıkar. Bu sonuçtan kaçınmak gerekir.
Dolayısıyla bugün cinsel suçlar alanını daraltmak ve
kişiyi ve toplumu ağır zararlara uğratabilecek fiilleri suç
olarak nitelendirmek gerekmektedir. Bu yönden, bugün genel bir belirleme ile,
genel adaba aykırı bir fiilin cezalandırılabilmesi için üç
nitelikten birini taşıması gerekliliği kabul edilmektedir.
1) Cinsel özgürlüğün kullanılmasına saldırının
aracı olması, başka bir deyişle saldırgan cinsel
davranışlar... 2) Başkasının fuhşunun, cinsel
eylemlerinin sömürülmesi... 3) Kamunun edep ve iffet duygusuna tecavüz eden,
ihlal eden hareketler...
Bu eğilim, belirtildiği gibi yabancı
ülkelerin mevzuatında akisleri bulmakta ve bazı fiiller suç olmaktan
çıkarılmakta ya da daha hafif cezalarla
karşılanmaktadır.
4) Türk Ceza Kanunu sistemi içindeki cinsel
suçlar:
a) Irza tecavüz suçları.
Irza tecavüz, kısaca, bir kişinin cebir
ve şiddete ya da tehdit kullanarak başka bir kimse ile cinsel
ilişkide bulunması biçiminde tanımlanabilir. Suçun
oluşabilmesi için tam ya da yarıda kalmış bir cinsel
ilişkinin gerçekleşmiş olması gerekmektedir.
Kızlık zarının cinsel ilişki olmaksızın,
parmak, sopa, diğer herhangi bir vasıta ile
yırtılmasında bu suç meydana gelmemektedir.
Suçta kullanılan cebir ve şiddet ya da
tehdit, eylemlerle, sözlerle, çeşitli hareketlerle gerçekleşebilir.
Fakat mağdurun 15 yaşından küçük olması ya da böyle bir
ilişkiye, içinde bulunduğu ruhi rahatsızlık nedeniyle
direne-miyecek durumda bulunan kişiye karşı fiilin
yapılması halinde cebir, şiddet ve tehdidin varolduğu kabul
edilir. Başka bir deyişle bu gibi kişiler üzerinde cebir,
şiddet gösterilmese dahi bunların varoldukları kural olarak
kabul olunur.
Suçun faili, kural olarak, ancak erkekler olabilir.
Suçun mağduru ise, hem kız ve kadınlar hem de erkekler olabilir.
Bir cinsel anomali türü olan ölülerle cinsel ilişkide bulunma durumunda bu
suç meydana gelmemektedir.
Cinsel ilişkide iki kişi arasında
evlilik bağı bulunması halinde, erkeğin cebir, şiddet
ve tehdit kullanarak cinsel ilişkiyi gerçekleştirmesi ırza
tecavüz suçuna meydan vermez. Evlilik bağı bu gibi olaylarda hukuka
uygunluk sebebi teşkil ederek suçun ortaya çıkmasına engel olur.
Buna karşılık nişanlılar arasında,
ayrılık kararı verilmiş eski eşler arasında
cebirle cinsel ilişkinin varlığı ırza geçme suçuna
sebebiyet verir. Evli erkeğin başka kimseleri karısı ile
cinsel ilişkide bulunmaya sevketmesi durumunda suç meydana geldiği
gibi koca hakkında aynı suç iştirak nedeniyle sözkonusu olur.
(Yargıtay 5. CD., 27.1.1982, E. 83/K. 179 - Bkz. Yargıtay Kararlar
Dergisi, 1982, sy. 5, sh. 729).
Cinsel ilişkinin gerçekleşebilmesi için
kullanılan cebir ve şiddet, dövmek, boğazını
sıkmak, tokatlamak, mağdurun el ve kollarını,
bacaklarını tutmak, yiyecek, içecek veya ilaç vermemek şeklinde
olabilir. Failin kullandığı araç, tehdit şeklinde de ortaya
çıkabilir. Bu takdirde failin mağduru, hayatı ya da maddi
varlığı itibariyle büyük bir zarar altında
bırakacağı korkusunu yaratması ve bu korkunun etkisi ile
mağdurun eyleme razı olması gerekmektedir. Tabiidir ki, suçun
oluşması için cebir, şiddet ya da tehdidin cinsel ilişkiden
önce olması gerekmektedir. Rıza ile gerçekleşen cinsel
ilişkiden sonra ırza geçme suçu meydana gelmemektedir. Mağdurun
cinsel birleşmeden haz duyması, cebir ve şiddetin
varlığı halinde, suçun oluşmasını
engellememektedir.
Mağdurun 15 yaşından küçük
olması ya da akıl hastalığı altında
bulunması ya da herhangi bir şekilde fiile direnemeyecek durumda
bulunması durumlarında cebir ve şiddet var kabul edilir.
Cinsel birleşmenin gerçekleştiği
haller ırza geçme suçuna meydan vermektedir. Cebir, şiddet veya
tehdit ile gerçekleştirilen ve fakat cinsel ilişkiye, birleşmeye
kadar varmayan hareketler ırza geçmekten başka bir suça, ırza
tasaddi suçuna sebebiyet vermektedir. Bir kadının ya da
erkeğin şehvet tahrik edici yerlerini tutmak, tutturmak, kucağa
oturtmak, tenasül aletiyle sürtüşmelerde bulunmak, mağdura istimna
yapmak, ağza men'i akıtmak, mağdurun çeşitli yerlerine
tenasül aletini sürmek suretiyle meni akıtmak, kız
çocuklarını karyolaya yatırıp tenasül yerlerini
okşamak, bir çocuğu bir çukur kenarında kucağına
oturtmak, çocuğun cinsiyet organlarını okşamak ve
parmağını sokup çıkarmak gibi hareketler (Bkz. Sulhi
Dönmezer, Ceza Hukuku, Özel Kısım - Genel Adap ve Aile Düzenine
Karşı cürümler, 5. bs., İstanbul, 1983, sh. 103), bu suçun maddi
unsurunu teşkil eden tipik ve yaşamış olayları
teşkil etmektedir.
Sözkonusu suçun faili erkek ya da kadın
olabilir, aynı şekilde mağdur da hem erkek ve hem de kadın
olabilir.
Belirtilmekte olan suçların birden fazla
kişi tarafından işlenmesi, mağdurun bakımı,
gözetimi, eğitimi ile yükümlü kılınan kişilerce
işlenmesi, ırza tecavüz ya da ırza tasaddi sonucunda
mağdurun ölümünün meydana gelmesi ve nihayet bu eylem sonucunda
mağdurda bir hastalığın, ya da sıhhi bir
sakatlığın ortaya çıkması hallerinde suça ilişkin
ceza ağırlaştırılarak verilir.
Irza geçme ve ırza tasaddi ile ilgili ilginç
bir belirleme koğuşturma yönünden yapılmıştır.
Fail ile mağdurenin yargılama sırasında evlenmeleri halinde
dava, hükümden sonra evlenmelerinde ise cezanın infazı
ertelen-mekttdir.
TCK. 423. maddesinde de özel bir ırza tecavüz
suçu düzenlenmiştir. Alacağım diye kandırıp
kızlık bozma suçu adı verilen bu suç tipinde on beş
yaşını bitirmiş bir kız üzerinde, evlenme vaadi ile
kandırıcı hareketlerle cinsel ilişkide bulunulması ve
bu ilişkide kızlığın bozulması gerekmektedir.
b) Edep ve iffete alenen tecavüz ve edebe
aykırı hareketler:
Türk Ceza Kanunu'nun çeşitli maddelerinde
cinsellik olayının alenen yerine getirilmesi ceza müeyyidesi ile
karşılanmıştır. Cinselliğin, kişinin gizli,
özel hayatı ile yakından bağlı bir kavram olması
dolayısıyla bunun belirli ölçüler içerisinde, estetik kuralları
çerçevesinde cereyanı kanun koyucu tarafından öngörülmüştür.
Toplumun ahlaki anlayışı, gelenek ve görenekleri cinsellikle
yakından ilgilidir. Bu geleneklerin, ahlakın, toplumsal
yaşayışın düzenliliğinin korunması böylece
amaçlanmıştır.
Bu nitelikteki suçların ilkini alenen
hayasızca hareketlerde ya da cinsel ilişkide bulunma teşkil
etmektedir. TCK. 419. maddesinde yer alan bu suçun oluşabilmesi için
utanma, hicap yaratan hareketleri herkesin görebileceği şekilde
yerine getirmek gerekmektedir. Çıplak olarak dolaşmak,
çırılçıplak denize girmek, cinsel organları teşhir
etmek, gibi hareketlere hayasız hareketler olarak nitelendirilmektedir.
Aynı şekilde toplumun rahatça görebileceği yerlerde ve herkesin
farkedebileceği şekilde açıkça cinsel ilişkide bulunmak bu
suçun hareketleri olarak kabul edilmektedir.
Belirtilen suça benzer bir hareket TCK. 576.
maddesinde düzenlenmiştir. Halkın edep ve nezahetine tecavüz olarak
isimlendirilen bu hareket, kabahat niteliğindedir ve çirkin sözleri ve
hareketlerin yapılması, küfür ve benzetmelerin alenen, toplumun
utanmasını sonuçlayacak biçimde sergilenmesi ile meydana gelmektedir.
Fuhuş maksadı ile kadın oynatma ve
kadınların bulunduğu yerlere girme, gene halkın edep ve
iffetine tecavüz hallerinin özel suçları olarak kanunla düzenlenmiştir.
Sözatma ve sarkıntılık fiilleri, aynı
nitelikteki suçları teşkil etmektedirler. Yolda giden bir kadına
müstehcen bir lakırdı söylemek, beraberce gezmeyi belirtmek,
güzelliğini ortaya koymak gibi hareketler sözatma olarak kabul
edildiği gibi, bir kimseye şehvet maksadiyle çimdik atmak, vücudunun
çeşitli yerlerini okşamak, kalabalık yerlerde kadını
sıkıştırmak, sürekli olarak müstehcen sözler söylemek ya da
müstehcen şeyler yazmak, para karşılığında cinsel
birleşme teklifinde bulunmak gibi haller sarkıntılık olarak
nitelendirilmektedir (Bkz. Dönmezer, age., sh. 187 -190 191).
c) Müstehcen yayınlarda bulunmak
TCK. 426. maddesinde belirlenen bu suç, son
yıllarda Türk hukuk uygulaması ve içtihatlarında en çok
tartışılan suç tiplerinden birisini oluşturmuştur.
Açık saçık yayınların, filmlerin, basılı
eserlerin cezalandırılıp cezalandırılmaması
konusu ve sorunu olumlu ve olumsuz görüşlerle birlikte hukuk
dünyasının başlıca konularından birisini teşkil
etmiştir. Müstehcenlik kısaca, sefahat ve şehvet eğilimlerini
tahrik eden, ar, haya ve adabı rencide edebilecek yayın olarak
tanımlanabilmektedir. Bu tanıma toplumdaki ortak hicap, utanma
duygusuna aykırı olan, ahlaksızca nitelik taşıyan
yayınlar şeklinde bir nitelemede eklenebilmektedir. Türk
Yargıtayının kararlarına göre de müstehcenlik ar ve haya
duygularını inciten, çıplak, tahrik edici, cinsel birleşme
ya da buna hazırlığı belirleyen resimlerdeki nitelik olarak
tanımlanabilmektedir (Yargıtay 5. Ceza Dairesi, 6.4.1976, E. 982/K.
1096). Ar ve haya duygusunun ne olduğu konusunda da Yargıtay,
aşırı ve fazla tutucu edep ve ahlak duygularının esas
olarak alınmaması gerektiğini ortaya koymaktadır
(Yargıtay 5. Ceza Dairesi, 18.2.1975, E. 413/K. 427).
Herhangi bir yayındaki belirlemenin,
görüntülerin müstehcen sayılıp sayılmaması hususunda
bazı unsurların varlığının gerekliliği
ortaya konulmuştur. Bu açıdan bir esere müstehcen nitelik nedeniyle
ceza verilebilmesi için eserin tümünün dikkate alınması
gerektiği ileri sürülmüştür. Amerika Birleşik Devletlerinde
Federal Yüksek Mahkeme'nin 21 Haziran 1973 tarihli kararı bu yönden çok
ilgi çekicidir: «... Eğer eser tümü ile ciddi bir değer
taşıyorsa burada yer alan bir ya da birkaç cinsi hareket ya da
eylemin her zaman için esere hukuk yönünden müstehcen sıfatının
verilmesi için yeterli olamaz...» (Bkz. Dönmezer, age., sh. 238). Müstehcenlik
kavramındaki bu öemli unsurun bazı Yargıtay kararlarında da
dikkate alındığı görülebilmektedir (Bkz. Yar. 4. CD.,
12.11.1935, E. 8570/K. 6248).
Bir eserin müstehcen olmasında aranması gereken
ikinci unsuru, yazarın amacı teşkil etmektedir. Yazar ya da eser
yaratıcısı müstehcen harekette bulunduğunu, toplum yönünden
ayıp ve utanma ile karşılanacak bir eser yaratmakta
olduğunu bilecek, bu bilinç ile hareket edecektir. Bu amaç ve bilinç yargılamada
ortaya çıkarılmalıdır.
Müstehcenlikte üçüncü unsur en önemli unsurdur.
Buna göre, ancak şehveti tahrik eden nitelikteki yayınlar ve eylemler
müstehcen olarak nitelendirilebilir.
Bu üçüncüye bağlı dördüncü unsur da,
yayın ile, ya da müstehcen hareket ile toplumdaki kişilerin, mutlaka
utanma, ar ve haya duygularının rencide olması gibi hallerle
rahatsız olacaklarının sabit olmasıdır.
Müstehcenlikte önemle gözönünde tutulması
gereken beşinci unsuru bu yayının, müstehcen eserin hiçbir
edebi, artistik yönünün olmayışı teşkil etmektedir.
Ayrıca gene yayın ile basının haber verme fonksiyonunun
sınırları dışına çıkılmış
olması gerekmektedir. Dolayısıyla şayet bir yayın
sanat özgürlüğü içerisinde düşünülebiliyor ve kabul ediliyorsa,
eserin yapısı içerisinde edebi ve artistik öğeler yer
alıyorsa bu resim açık saçık da olsa müstehcen
sayılmayacaktır. Bu husus Yargıtayımızın
bazı kararları ile belirlenmiştir (Yargıtay Ceza Genel
Kurulu, 18.3.1974, E. 575/K. 170, Yar. 5. Ceza
Dairesi, 18.2.1975, E. 413/K. 427, Yargıtay 5.
Ceza Dairesi, 3.3.1975, E. 714/K. 597, Bkz. Dönmezer, age., sh. 238 - 244;
Çetin Özek Türk Basın Hukuku, İstanbul, 1978, sh. 293 - 313).
d) Kız
- kadın ve erkek kaçırma
TCK. 429 ve 430. maddelerinde yer alan bu
suçların meydana gelebilmesi için şehvet hissi ya da evlenmek
maksadiyle bir kimsenin bulunduğu yerden başka bir yere zorla, cebir
ve şiddetle ya da tehdit ile götürülmesi veya belirli bir yerde
tutulması, alıkonulması gerekmektedir.
Suçun sonucu olarak faile verilecek cezanın
miktarı mağdurun, kaçırılan kimsenin yaşına göre
tesbit edilmektedir. Mağdurun reşit, ergin olması halinde, küçük
olmaya nisbetle daha hafif bir cezalandırma öngörülmüştür.
Kız ve kadın ya da erkek kaçırma
suçunun en önemli unsuru failde şehvet hissinin, ya da evlenme
maksadının bulunmasıdır. Açıkça söylemek ve eklemek
gerekir ki, ülkemizin belirli yörelerinde geçerli olan başlık
parası verme geleneği, bu paraya sahip olmayanların sevdikleri
kişileri kaçırmaları sonucunu meydana getirebilmektedir.
Suç failinin kaçırdığı kimse
üzerinde hiçbir şehevi harekette bulunmaksızın emin bir yere
kendiliğinden bırakması hali cezayı hafifletici bir hal
olarak öngörülmüştür. Aynı zamanda kaçırılan kimsenin fuhşu
meslek edinmiş bir kadın olması hali de cezayı hafifletici
bir hal olarak öngörülmüştür.
Kaçırılan kimsenin, bu eylem nedeniyle
yaralanması ya da ölmesi halinde suça ilişkin ceza
arttırılmaktadır.
e) Fuhşa
teşvik suçu
TCK. sisteminde cinsellikle ve özellikle bunun
ticareti ile ilgili önemli bir düzenleme suça teşvik biçimi olan
fuhşa teşvik suçu ile görülmektedir. Bu suç, on beş
yaşını doldurmamış ya da on beş ile yirmibir
yaş arasındaki kimselerin kandırılması ile fuhşa
yöneltilmesinde teşekkül eder. Yirmi bir yaşından küçük olan
kimselerin kocaları ya da yakın akrabaları ile fuhşa
yöneltilmelerinde suç meydana gelir. Böylece suçun meydana gelmesinde
fuhşa yöneltilen kişi dikkate alınarak üç ayrı şekil
ortaya konulmuştur.
Fuhuş, genel bir belirleme ile cinsel
birleşmelerin, ilişkilerin para, maddi menfaat
karşılığı yapılması olarak
tanımlanabilmektedir. Cinselliğin adeta bir meslek haline getirilmesi
böylece önlenilmek istenmiştir. TCK. 435. maddede geçen kandırmak
terimi doktrinde çok eleştirilmiş ve bu terim ile maddenin uygulama
alanının gereksiz yere daraltıldığı ve şüphelere
sebep olu-nabildiği açıklanmıştır. (Bkz. Dönmezer,
age., sh. 365).
Kandırmanın 21 yaşından küçük
kimselerin yakın akrabaları (kardeş ve üst soy
hısımları) veya gözetim, bakım, eğitimi ile
ilgilenenler tarafından meydana getirilmesinde suça ilişkin ceza
ağırlaştırılmaktadır.
TCK. 436. maddesinde fuhuş için
aracılık, teşvikten ayrı bir fiil halinde
düzenlenmiş ve müeyyide altına alınmıştır.
f) Zina
Cinsellikle ilgili olarak son bir suç biçimini zina
olarak görmek mümkündür. Türk hukukunda Zina, evli erkeğin (koca)
zinası ve evli kadının zinası olarak iki ayrı biçimde
düzenlenmiştir. Bunlardan evli erkeğin zinası, erkeğin
karısı ile birlikte ikamet ettiği evde yahut herkesçe
karı-koca oldukları yolunda bir izlenim yaratacak şekilde
başka bir yerde karı-koca gibi geçinmek için başkası ile
evli olmayan bir kadını tutma, biçiminde tanımlanmaktadır.
Buna karşılık kadının zinası, evli bir
kadının kocasından başka bir erkekle cinsel ilişkide
bulunması biçiminde tanımlanmaktadır.
Böylece hem erkeğin zinasında ve hem de
kadının zinasında suçun oluşabilmesi için nikahın
varlığı ve cinsel ilişkinin gerçekleşmesi
gerekmektedir. Kadın yönünden sadece bir tek cinsel ilişki yeterli
iken erkeğin zinası için birlikte oturma, herkeste karı-koca
izlenimi yaratacak biçimde bir birlik ve süreklilik gerekmektedir. TCK.
kadın ve erkeğin bu şekilde farklı bir düzenleme içinde
öngörmesi ve kadının zinası için bir tek cinsel ilişki
yeterli iken erkeğin zinası için belirli bir süreklilik araması
doktrinde ve uygulamada tereddütler ve eleştirileri davet etmiştir.
Düzenlemenin eşitliğe aykırı olduğu, kadın erkek
eşitsizliğinin bu şekilde ortaya çıktığı
ileri sürülmüştür. Anayasa Mahkemesi bir davada önüne getirilen bu
iddiaları, eşitliğin ihlal edilmediği geekçesi ile
reddetmiş ve özetlediğimiz düzenlemeyi Anayasaya aykırı
bulmamıştır. (Bkz. Anayasa Mahkemesinin 28.11.1968 tarihli ve E.
3/K. 56 sayılı kararı - Bkz. Resmi Gazete, 8.7.1969, sy. 13243).
Karı ve kocadan birinin evi fiilden önce
terketmiş olması veya karı koca hakkında ayrılık
kararı verilmiş olması halinde suça ilişkin ceza
hafifle-tilmektedir.
Zinanın aile birlik ve beraberliği ile
yakında ilgili - bağlı oluşuna dikkat eden kanun koyucu bu
suçtan dolayı koğuşturma açılabilmesi için ilgili
kişilerden birinin şikâyetinin zorunlu oluşunu
belirtmiştir. Böylece zina nedeniyle dava açılabilmesi için karı
ya da kocanın fiili ve faili öğrenmelerinden itibaren 6 ay içerisinde
şikâyet etmeleri gerekecektir.
SAĞLIKLI - HASTA
Cinsel normların çiğnenmesinin bir
tıbbi ve psikiyatrik sorun olarak belirlendiği durumlarda, cinsel
uyumculuk ve cinsel sapıklık, akıl sağlığı
ve akıl hastalığı olarak görülür. Uyumcu cinsel
davranış «olgun», «üretimsel» ve «sağlıklı» olarak
tanımlanırken, sapkın davranış «olgun olmayan»,
«yıkıcı» ve «hasta» olarak adlandırılır.
Tarihsel olarak yaklaşırsak, bu nispeten
daha yakın zamana ait olan bir bakıştır. Kökeni
«aydınlanma çağına» uzanır ve ilk taraftarları da
sapkınların daha iyi tedavi edilmesiyle ilgilenenlerdi. Daha
önceleri, cinsel sapkınlar çoğu kez yoldan sapanlar ya da suçlular
gibi değerlendirilmiş ve böylece nefret edilmiş, zulme
uğramış, hatta vicdani nedenlerden dolayı
öldürülmüşlerdir. Aslında, onların
davranışlarının isteyerek yapılan kötü girişimler
olmadığından hiç kimse kuşku duymamıştır.
Öte yandan, sapkın oldukları iddiası birden hastalığa
dönüşmüş ve bu gelişme, onları hareketlerinden sorumlu
olmak sıkıntısından kurtarmıştır. Ancak
bugün cezalandırma yerine tıbbi terapiye gereksinim duyulmaya
başlanmıştır.
Şimdi yeni «aydınlanmış»
doktorlar engizisyoncular ya da gardiyanlardan en azından
başlangıçta, daha saygın ve sempatiktir kuşkusuz. Onlara
sopa ya da benzer baskı yöntemleri yerine artık özel diyetler, temiz
hava, soğuk banyo ve yatıştırıcı
alıştırmalar salık veriliyor. Karanlık ve kirli zindanlar
yerine temiz, pırıl pırıl ve havadar hastaneler
sağlanıyor. Daha da önemlisi, yakın zamanlarda bu tür hastalarla
ilgili tıpta özel dallar belirdi: Akıl iyileştirme ya da
«psikiyatri». Kısacası, önceki durumlarıyla
karşılaştırıldığında, sapkınlar daha
iyi bir konum kazanmış görünüyorlar.
Bununla
birikte, yıllar geçtikçe
sapkınlığın tıbbi yorumunun aynı zamanda bir
dezavantajı da içinde taşıdığı daha açık
olarak ortaya çıktı. Her şeyden önce, psikiyatrik
gelişmenin
etkisiyle, çok daha kişi önceki, cinsel yoldan sapma ya da
cinsel yönden
suçlanmadan çok, cinsel «psikopatolojiye katlandığı
söyleniyordu. Psikiyatristler sadece oğlancılık
«sodomy», «irza
geçme» ve ensesti değil, aynı zamanda engizisyonun ya da
mahkemenin
önemsediği çok daha başka biçimleri de tedavi
ediyordu. Örneğin,
cinsel eşlerini sık sık değiştiren çiftler,
şehvetlilikle cinsel ilişkiden hoşlanan kadınlar
nymphomania (dişide aşırı cinsel arzu) ile açıklanıyor,
«kendi kendilerine kötülük yapan»
çocuklar ya da gençlerin «mastürbasyon
illetinden»
kurtulması gerekiyor ve kendi cinsiyetinden olanlara erotik ilgi duyan
kişiler, hatta onlar bu duygularını hiçbir zaman
gerçekleştirmeseler bile, patolojik bir duruma girmiş
«eşcinseller» olarak tanımlanıyordu.
Bu insanların hepsi ve genel geçer cinsel
uygulamalara karşı çıkanlar, psikiyatrik tedaviye
kendiliğinden aday oluyor ve iyileşmek için böyle bir tedavi
istemeleri, onların ahlaksal görevi oluyordu. Artık cinsel
davranışlarından sorumlu olmazken, bu tutumlarını
«düzeltmeye» çabalayan psikiyatris-tiyle işbirliğine yükümlü
oluyorlardı açıkça. Eğer bunu reddederlerse «kendi iyilikleri»
için bu kez zorunlu olarak tedavi edilmeleri gerekiyordu.
Cinsel hastalıklar listesi genişletil
irken, bir yandan da terapatik donanım artıyordu. Örneğin, 18.
yüzyılda mastürbatörler serin odalarda, sıkı gözetim ve ahlaksal
ayarımlarla tedavi edilirdi. Sonraları, cerrahi
ustalığın gelişmesi, yetkinleşmesine sünnet edilir ya
da cinsel organı bağlanır hale geldiler, 19. yüzyılda ise
cinsel organları yakıldı ya da yanma sonucu kabarcıklar
oluştu. Penisin sinirleri ayrıldı, ya da klitorisleri kesildi.
(Bu sonraki durum aynı zamanda «aşırı» orgazm olan ve
«aşırı erotik» olan (nymphona-niac) kadınlar için de salık
veriliyordu. Ameliyat teknikleri ilerledikçe, erbez-leri ve yumurtalıklar
da cerrahi yöntemlerle kaldırılmaya başlandı. Özetle,
sonunda mastürbasyonun «tıbbi tedavisi» Ortaçağda uygulanan yöntemler
gibi acı veren baskıcı uygulamalara dönüşürken öncelerin ileri
doktorları, cinsel baskı uygulayıcılar haline geldi.
(Ayrıntılar için bkz. «Cinsel Etkinlik Tipleri-Cinsel Kendi Kendini
Uyarım»).
Bugün biz bu barbarlıklar
karşısında hafifçe ürperebilir ve onları tıbbın
karanlık çağından gelen korkunç hikâyeler ya da talihsiz
sapmalar olarak yorumlayıp bir kenara atabiliriz. Aslında, artık
mastürbasyon deliliğine inanmıyor ve «aşırı»
mastürbasyonun sağlık için tehdit olmadığını
biliyoruz. Hatta, bugün mastürbasyon cinsel yetersizliği tedavi edici
olarak görüp tavsiye eden psikiyatristler var. Bununla birlikte, geçmişe
dönüp de baktığımızda, sorunun çok daha geniş boyutlar
içerdiğini görüyoruz. Örneğin, böylece, biz mastürbasyonun Eski Roma
döneminde bile tedavi yolu olarak önerildiğini ve bu görüşün
Ortaçağ İslâm doktorları tarafından da korunduğunu
öğreniyoruz. Başka bir deyişle, sınırlı Batı
dünyasına mastürbasyona karşı haçlı tutumu, tam olarak
modern bir fenomen olarak giriyor.
Benzer bir gözlem, eşcinsel davranış
için de yapılabilir. Kuşkusuz biz eski Yunan ve Roma'da bu türden bir
davranışın sağlıklı ve ahlaksal olduğunu,
onun mahkumiyetinin daha sonraki Yahudi - Hıristiyan kültürünün etkisiyle
ortaya çıktığını biliyoruz. Bununla birlikte, belki
Hıristiyan Avrupasında arasıra Ortaçağ tıbbi tedavi
yöntemlerinin uygulandığı da oluyordu. Örneğin, Orange'li
William (daha sonra İngiltere Kralı III. William) 17. yüzyılda
çiçek hastalığına yakalandığı zaman, onun
hekimleri genç ve sağlıklı bir bedenden bazı «hayvan
ruhlarının» alınması için oğlanlardan biriyle
uyumasını önerdiler. Hastanın genç içoğlanıyla
uyumaktan hoşlanacağı bilindiğinden, öneri kolayca yerine
getirildi. Doğal olarak genç adam efendisinden hastalık
kapıyordu, ancak eninde sonunda her ikisi de eski haline dönüyordu.
(William içoğlanına verdiği değeri göstererek onu Portland
Dükü yaptı.) İki yüzyıla yakın bir süre eşcinsellik
bir akıl hastalığı olarak açıklandı ve
eşcinseller bunun için psikiyatristlerce tedavi edildiler. 'Kür
yapılması' için hastaların artık herhangi bir eşcinsel
etkinlikte bulunmayacakları üzerine tövbe etmeleri gerektiğini
söylemeye bile gerek yok. Bununla birlikte, yüzyılımızda
bazı radikal psikiyatristler tekrar «hastalıklılık
kuramını» reddettiler ve eşcinsellere «homo aktivizmi» ve
doyurucu cinsel ilişkilerdeki duygusal sorunlardan özgür kalmanın
yolları anlatıldı. Böylece herhangi bir hastalıkla ilgisi
olmayan eşcinsel ilişkilere bir kez daha terapatik bir ölçüye tabi
oldular. (Amerikan Psikiyatri Derneğinin yakın zamanlarda
yaptığı çoğu değerlendirmelere göre, eşcinsellik
bizatihi bir hastalık olarak ele alınmamaktadır.)
Bu örneklerin de gösterdiği gibi, yıllar
boyunca, cinsel sağlık ve hastalık kavramı bazı
alışılmamış değişimlere sahne oldu. Bir
zaman sağlıklı olarak değerlendirilen davranış
başka bir zamanda hastalık olarak ele alındı ve onunla
uğraşan tıbbi otoriteler kendilerini ya övülür ya da mahkûm
edilir buldular. Gerçekte, insan, «patolojik» cinsel hareketlerin hiçbir zaman
bir moda konusu olmadığı ve tarih boyunca doktorların
yaygın bir önyargı dışında, temelde bunu hiçbir zaman
özendirmedikleri izlenimi edinebilir.
Her şeye karşın bu alaycı
bakış yanlış olacaktır. Tıp mesleğinin
yaygın ahlaksal standardın genel çatısı
dışında bir işleme girişemeyeceği
açıktır. Tıp kendi standartlarını yeleştirebilir
ve genelde, herkes tarafından kabul edilen standartlara sahip olabilir.
Başka bir deyişle, hekimlerin önderlik etti-
ği ve genel görüşün onu izlediği
zamanlar da vardır. Tıp yıllıkları böyle
durumları belgelemektedir. Aydınlanmışlığın
cinsel yoldan çıkmaya ve suçlarını tıbbi hastalara
değişiminin belki de kendisi en çarpıcı örnektir ve cinsel
yollardan çıkma ve suçların tıbbi hastalara
«aydınlanmış» dönüşümünün belki bizzat kendisi en
çarpıcı örnektir.
Bununla birlikte, cinsel sapkınlıkla
uğraşan çoğu ileri hekim ya da psiki-yatrist insan
yaşamında «uygun» cinsel rol üzerine bazı değer
yargılarında bulunmaksızın ilerleme gösteremez.
Onun değer yargıları pekâlâ resmi
cinsel ahlaktan farklı olabilir, ancak onlar onun hareketlerinden her
birini kesin olarak etkiler. Hatta o herhangi bir harekette bulunmamaya karar
verse bile bir gerçek olarak kalır. Dahası, herhangi bir tıbbi
ya da psikiyatrik tedavi bazı temellere dayanır, bazen bilinmez
mesleki varsayımlar içerir. Bunların sağlık ve
hastalık ölçütüyle, çeşitli hastalık modelleri arasındaki
seçimle, terapi seçimleriyle bir tür kaçınılmazlığı ve
olasılığıyla ele alınması gerekir. Eğer
kişi cinsel sapkınlığa karşı bu tıbbi ve
psikiyatrik yaklaşımları değerlendirmek isterse
incelenmesi, alıştırılması gereken bu bir dizi
varsayımdır. İşin doğrusu, böyle bir eleştirel
inceleme hasta ve doktor için zorunludur. Her ikisi de açlık fikirli
olursa, birçok durumda herhangi bir tıbbi müdahalenin uygun
olmayacağını ve bu şekilde herhangi bir tıbbi soruna
değinilmeyeceğini keşfedebilirler. Öte yandan, onlar aynı
zamanda, belli zor durumlarda tıp ve psikiyatrinin en iyi umutlar
getirebileceğini de görebilirler.
Aşağıdaki sayfalarda cinsel
sapıklık üzerine bazı tıbbi ve psikiyatrik
varsayımların nereden kaynaklandığını, Avrupa ve
Amerika'da nasıl geliştiğini ve bunların başka
ülkelerde de nasıl geniş bir kabul gördüğünü tanımlamaya
çalışacağız.
SEKS VE PSİKİYATRİ
Bozuk ya da kusurlu akılın çeşitleri
üzerine bilgiler oldukça eski tarihlere uzanmakla birlikte Yunanca akıl ve
ruhun iyileştirilmesi anlamına gelen psikiyatri sözcüğünün ancak
yüzyıla yakın bir geçmişi vardır. Bununla birlikte, önceki
çağlarda sömürü, soğuma, cinnet ve delilik gibi öyle çok akıl
hastalığından söz edilmezdi. Aslında bunlar tıbbi
terimler olmayıp, izleyenlere korku veren ve şaşırtan
herhangi bir anormal insan davranışı türü olarak tanımlanabilir.
Sömürülen ya da deliren insanlar bu nedenle sadece «akıl
doktorlarının çabalarıyla karşılaşmıyor,
aynı zamanda engizisyonun, mahkemelerin, hapishanelerin ve bazen de idam
fermanının uygulamalarına maruz kalıyordu. Hatta
bunların yatırıldığı ya da bulundurulduğu
zindanlar, tımarhaneler vb. yerlerin akıl hastanelerine
dönüşmesi ancak Modern Çağların başlangıçlarında
gerçekleşti. Tabii bunların içinde yaşıyanlar da 'akıl
hastası' oldu ve onlarla özel tıbbi psikologlar ya da psikiyatristler
ilgilenmeye başladı.
Bu, Eskiçağ ve Ortaçağlarda hekimlerin
delilerle uğraşmadıklarını söylememek anlamına
gelmez. Tersine, onlar olayın fiziksel nedenlerini ve deliliğin
tedavisini bulmak için çok uğraştılar, çünkü onlar
deliliğin bazı bedensel hastalıklardan ileri geldiğinden
kuşkulanıyorlardı. Nitekim bu hekimler birçok durumda bedensel
tedavinin akıl sağlığını yerine getireceğine
inandılar. Bununla birlikte, tedavinin başarısızlıkla
sonuçlandığı durumda, çoğunlukla
başarısızlığın, hastanın içindeki kötü
ruhlar, şeytan ya da kötü kişilerden ileri geldiğini kabul
ettiler ve buna da dinsel bir tepki gösterilmesi istendi.
Pagan Avrupasında bu tür şeytani
durumlara dinsel tepki dua etmekti, ancak bazen de büyü ve hatta açık
saçık şeylerin bağırılmasının yararlı
olduğu varsayıldı. Mecnun olanların bazıları
aynı zamanda pis kokulu zehirler içmeye zorlandı, ya da dövüldü,
baskı uygulandı, aç bırakıldı. Bunlar ve diğer
çarpıcı ölçülerle kötü şeylerin kurbanın bedeninden
çıkarılacağı varsayılıyordu.
Ne yazık ki,
Hıristiyanlığın gelmesi bu zalimce ve yararsız
tedavilere bir son vermedi. Hatta Ortaçağların sonlarının
başlarında bu kötü ruhlardan kaynaklanan delilik ya da cinnet
anlayışı, teologlar tarafından daha da güçlendirildi ve
delilik durumunda bulunan insan sayısı öncekinden çok daha büyük
boyutlara ulaştı. Artık artan sayıda genç, yaşlı,
kötürüm, basit düşünceli ya da başka yardıma muhtaç insanlar,
kötü ruhların etkisiyle delilik geçiren «büyücü», «efsuncu» olarak
duyurulmaya başlandı. Bu insanlar profesyonel büyücü
avcıları tarafından yakalanıp resmen teşhis edildiler,
sonra da öldürüldüler. Bununla birlikte, yıllar boyunca, bazı
hekimler bu kutsal katliam yerine tıbbi tedavinin yeni biçimlerinin
uygulanmasını isteyerek karşı çıkmaya
başladılar. Onlara göre, bir büyücü aklen hasta olan bir kişiden
başka bir şey değildi ve tıbbi tedavinin
artışıyla birlikte bunlar iyileştirilebilir-di belki de.
Sonunda, ideolojik mücadeleyle dolu birkaç yüzyıldan sonra, yeni görüş
egemen oldu. Kilise, gücünü devlete bıraktı ve büyücülüğe
değin eski moda görüşler yerine akıl hastalığı
üzerine modern görüşler yerleşti.
Bugün, çok uzun zamandan beri bilimin din
üzerindeki bu zaferini gerçekten çok daha açık bir biçimde görebiliriz.
Psikiyatristler artık kötü ruha inanmıyor, ancak «doğru» insan
davranışı için onların standardı kiliseninkin-den de
çok farklı değil. Gerçekte öncenin tüm günahları tıbbi
terimlerde yeniden tanımlanıyor ve bunlar akıl
hastalığı olarak duyuruluyor. Böylece, cinsel etkinliğin
birleşme dışı çeşitli biçimleri dinsel «sapmadan»
tıbbi «saldırganlığa» dönüşüyor. Gerçekte, psikiyatrik
metinler Ortaçağ dinsel metinleriyle garip bir benzeşme
içerisindeler. Tek gerçek farklılıkları ise, cinsel
sapkınların ruhların yitirmesi değil de, sadece
akıllarını yitirmesidir.
Tarihsel Çerçeve
Cinsel sapkınlıklara karşı
bugünkü tutumları tarih bilgisi olmaksızın anlamak olası
değildir. Ne yazık ki birçok psikiyatrist böylesine bir bilgiden
yoksundur ve bu nedenle kendi mesleki faaliyetlerinin gereği doğru
çağrışımları bulmakta zaafa düşerler. Bu nedenle
«tedavi edici» bazı müdahalelerinin, yalnızca hastalarına
değil, daha büyük ölçekte topluma zarar verdikleri akıllarına
bile gelmez. Aynı anlamda muhtemel yararlı olabilecek psikiyatrik
bilgi kullanımları da keşfedilmeden kalır. Psikiyatristlerin
bulundukları zaman ve zeminin ötesine bakabilecek biçimde
yetiştirilmeleri bu nedenle pek yararlı olacaktır.
Kuşkusuz bu kitabın
sınırları içersinde bütün psikiyatri tarihini
tartışmanın olanaksızlığını söylemeye
bile gerek yok. Bunun yerine kendimizi onun belirli bir yönüyle
sınırlandırmak gerektir. Seçilmiş birkaç örnek bize,
«düzene bağlı» hekimlerin ve psikiyatristlerin cinsel
sapkınlıklar hakkında çağlar boyunca ne düşündüklerini
ve ne yaptıklarını gösterecektir.
Antik Çağda
Antik çağlarda insanlar, fiziksel ve zihinsel
hastalıkları ya da vücut için bir doktor ve zihin faaliyetleri için
ayrı bir doktor diye birbirinden ayırmıyorlardı. Gerçekten
de, tıp, büyü ve din arasında bir ayrım yoktu. İnsanın
her türden acısı ruhlara, Tanrı ya da Tanrılara atfedilir
ve insanüstü güçlere yönelmediği sürece hiçbir tedavi
başarılı olamazdı. Birisi hastalandığında ya
da garip davranışlar göstermeye başladığında
kutsal ayinler yapan bir din adamına, şamana, büyücü kadınlara,
sihirbazlara ya da büyücülere götürülürdü. Bu ayinler sıklıkla ilaç
tatbikini içerirdi. Şurası da açıktı ki, tek
başına insan müdahalesi bir tedavi için yeterli değildi.
Hastalık ya da sıhhat takdiri ilahiye bağlıydı.
Örneğin, Yahova antik İsraillilere şöyle diyordu: «Ben, size
şifa dağıtan Tanrıyım» (Eski Ahit, İkinci kitap
15, 26) ve «Ben yok ederim ve hayat veririm; ben yaralarım ve şifa
dağıtırım» (Deuteronomy 32, 39).
Bu bakış açısını destekler
biçimde İncil'de Yahova'nın Mısırlılar üzerine
nasıl musibetler gönderdiği; emirlerine uymayan
İsrailoğullarına hastalıkların nasıl musallat
edildiği anlatılır. O, aynı zamanda Kral Saul'a eziyet
etmek üzere bir «kötü ruh» gönderir ve Kral Saul, üzerine çöken
karamsarlık sonucu intihar eder (1. Samuel). Aynı yazgı,
Yahova'yı sevmeyen herhangi birini de beklemektedir. Tıpkı
İncil'in uyardığı gibi: «Tanrı senin başına
çılgınlığı bela edecektir» ve «Tanrı senin
başına çılgınlığı, körlüğü ve yürek
şaşkınlığnı bela edecektir» (Deuteronomy 28, 28).
İlginçtir ki, cinsel sapık davranışlar İncil'in
bakış açısında birer delilik belirtisi
sayılmamıştır. Bununla birlikte, sapıklık
bazı zihinsel ya da fiziksel melekelerin yok edilmesiyle
cezalandırılabilir. Bazı cinsel sapıklık biçimlerinin
en uygun tedavisi ise ölümdü. (Daha geniş bilgi için bkz. «Doğal -
Doğal Olmayan»).
Klasik çağ öncesi Yunanlılar da insan
hastalıklarına doğaüstü güçlerin neden olduğuna
inanırlar ve tedavisi için tapınaklarına giderlerdi. En önemli
ilk «sağlık kült»leri tıp Tanrısı Aesculapius'tu. Buna
karşılık, Antik Yunan'in Altın Çağı ile birlikte
çözümleyici bir anlayış yükselmeye ve eski dinsel inançlar
değişmeye, yerini sistematik gözlemler almaya başladı. En
büyük Yunan hekimi Hipokrat (İ.Ö. 460-377) her türden bedensel ve zihinsel
derdin kökenini doğal nedenlerde araştırmaya koyuldu.
Örneğin, önceleri «kutsal» ya da «onulmaz illet» diye bilinen sara
hastalığını, gerçekte hastalıklı bir beynin
yarattığı ileri sürüldü. Bu nedenle tedavide büyünün hiçbir
yararı yoktur. Hipokrat ve izdeşleri, beynin normal
çalışmasının bedensel dört temel salgı arasındaki
mükemmel dengeye bağlı olduğunu kabul ediyorlardı: Kan,
siyah salgı, sarı salgı ve tükürük. (Bunlar hava, toprak,
ateş ve suya ilişkin «dört temel eleman» ve aynı şekilde
bunlara ilişkin «dört temel mizacı» neşeli, hüzünlü, asabi ve
soğukkanlılığı oluşturuyordu.) Bu dört salgı
arasındaki herhangi bir dengesizlik, çeşitli hastalıkları
ya da davranış bozukluklarını yaratırdı. Tedavi,
uygun bir diyeti, istirahati ve bazı durumlarda cinsel perhizi
gerektirirdi. Öte yandan, güya «devingen dölyatağının» neden
olduğu «isteri»den muzdarip kadınlara ise, cinsel etkinlikte
bulunmaları salık verilirdi.
Bir başka büyük antik hekim de, bugün Galen
adıyla bilinen Cladius Galenus'tur (İ.S. 131-200). Galen Bergama'da
doğdu, ancak yaşamının önemli bir bölümünü tıbbi
konularda yazılarıyla ün kazandığı Roma'da sürdürdü.
Kendisine özgü buluşları olmasına karşın
Hipokrat'ın öğretilerini yakından izledi. Bir yandan
Tanrısal bir yaratıcıya inanırken, aynı zamanda her
türden bedensel ve zihinsel bozukluğun akılcı bir yolla
açıklanabileceğinden emindi. Beyin faaliyetinin ve temel bedensel ve
zihinsel bozukluğun akılcı bir yolla
açıklanabileceğinden emindi. Beyin faaliyetinin ve temel bedensel
salgılar dengesinin önemini bir kez daha vurguladı. Galen, aynı
zamanda üreme ve cinsel sağlık üzerine çarpıcı kuramlar
geliştirdi. Örneğin, Galen'e göre her iki cins de tohum
sıvısı üretir ve hem erkek hem kadın uyku
sırasında boşalabilirdi. Galen, bu tür tepkileri doğal ve
gerekli varsayıyordu. Uzayan cinsel perhizler bu nedenle isteri, kuduz,
titreme, kasılma ve çılgınlık gibi ciddi
rahatsızlıklara yolaçardı. Bu tehlikeler
karşısında Galen, kararlı ve düzenli bir cinsel yaşam
öneriyordu. Cinsel birleşmenin olanaksız olduğu yerde
mastürbasyon aynı ölçüde yararlı idi. Galen, gerçekten de
sağlık için sık sık mastürbasyona başvurmasıyla
tanınan Diyo-jen örneğini açıkça övüyordu. (Şu gündüzleri
feneriyle dolaşan tanınmış Yunan filozofu).
Söylemek gereksizdir ki, ne Galen ne de Hipokrat,
çiftleşmeye yönelik olmayan cinsel birleşme biçimlerini hiçbir zaman
bir hastalık belirtisi olarak kabul etmemiştir. Antik Yunan ve
Romalılar cinsel bakımdan hoşgörü sahibiydiler ve bu geniş
hoşgörüleri tıbbi inançlarına da yansıyordu. Çok ilginçtir
ki, bu inançların çoğu Ortaçağa, hatta daha sonralarına
kadar yaşadı. Sözün doğrusu Galen, Batı dünyasında
1500 yılı aşkın bir süre en büyük tıp otoritesi olarak
kaldı. Bununla birlikte, «şehvet»e Hıristiyanca bir lanetleme
atfedilmesiyle Galen'in cinsel kuramları büyük ölçüde kenara itildi,
sonraları reddedildi ve sonunda unutuldu.
Ortaçağda
Roma İmparatorluğunun çöküşü ve
Karanlık Çağ diye adlandırılan dönemin
başlamasıyla antik tıp bilgileri yok oldu. Avrupa, büyüler ve
şey-tancıl inançların etkisi altına girdi. Hıristiyan
Kilisesi hastalık ve sağlık hakkında İncil'e
dayalı vaazlar verdi. Anormal davranışlar, insanın ruhuna
şeytanın girmesi ile açıklanıyordu. Cinleri kovma, ibadet,
günah çıkarma ve tövbe biricik çare olarak görülüyordu. Cinsel
davranış, ancak üremeye yönelik olduğu sürece normal sayılıyordu.
Kendi kendini tatmin, eşcinsel birleşmeler ve hayvanlarla cinsel
temas gibi «sapık» türden cinsel etkinlikler tıbbi deyimlerle
değil, dinsel deyimlerle açıklanıp, büyük günah olarak kabul
edilirdi.
Yedinci yüzyılın başlarında
İslâm inancı bütün Ortadoğu ve Kuzey Afrika'ya, nihayet
İspanya'ya kadar yayıldı. Müslümanların öğrenmeye
büyük saygıları vardı ve bu nedenle Yunanlı ve Romalı
seleflerin eserlerini koruyup incelediler. Tıpla da özellikle
ilgilendiklerinden, bütün antik elyazması tıp bilgilerini gözden
geçirerek kısa sürede büyük hekimler yetiştirdiler. Bunların en
önemlilerinden birisi «İranlı Galen» diye bilinen, ilk «akıl
hastalıkları koğuşunu» Bağdat Hastanesinde açan
Razı (860 - 930), öbürü de bugün Latinceleştirilmiş (Avicenna)
adıyla daha iyi tanınan Ebu Ali el-Hüseyin bin Abdullah İbni
Sina'dır. İbni Sina da Galen gibi sağlığın
korunması için bir cinsel etkinliğin gerekliliğine ve
boşalmayan tohumların zehirli hale geleceğine inanıyordu.
Sonraları İbni Sina düzenli bir kullanımla güçlendirilmedik-çe
insan penisinin kuruyup gideceğini ileri sürdü. Aynı zamanda da
aşırı cinsel birleşme gözleri zayıflatır ve
işitme güçlüklerine yol açabilirdi. Titreme, uykusuzluk, kellik ve sara
gibi hastalıklara neden olabilirdi. «Aşırı» deyiminin tam
bir tanımı insandan insana değişirdi; çünkü bazı
insanlar başkalarından çok daha güçlü olabilirdi. İbni Sina,
cinsel işlevi zayıflatan hastalıkların da kısa bir
listesini yaptı. Bunlar arasında hermafroditizm (çift
cinsiyetli-lik), priapizm (acılı ve sürekli sertleşme hali) ve
edilgen erkek eşcinselliği sayılabilir. Normal bir cinsel
birleşmeyi olanaksız kılan belirli bir bedensel
zayıflık, sözü edilenlerden sonuncusuna neden olur. Bu, ya
doğuştan gelir ya da sonradan kazanılır. Bu
eşcinseller kindar, kötü ruhlu ve kadınsı olur ve
sağlıklı bir erkek gücüne sahip olmaları ya da
kazanmaları olası değildir. Bu nedenle bunları tedavi
etmeye yönelik her girişim başarısızlığa
mahkûmdur.
Bunun gibi kınayıcı kuramlar
İslâm tıp araştırmalarının da dinsel
önyargılardan tümüyle bağımsız
olmadığını gösterir. Bunun da ötesinde, İslâm
hekimleri için Kur'an, bütün önemli konularda tek otoriteydi. İslâm
hekimleri, insan vücudunu kesme ya da otopsi yasağı ile engellendi ve
çıplak
kadın vücuduna bakmaları da
yasaklandı. Bu koşullar altında bilimsel gelişmeleri
sınırlı kalmak zorundaydı. Bununla birlikte, genelde ve
Hıristiyan meslektaşlarına oranla dikkate değer ölçüde
nesnel ve açık fikirliydiler. «Delilere» uyguladıkları tedavi
kesinlikle daha insancıldı; çünkü delilik cin ya da şeytan
işi olmaktan çok, Allah'ın takdiriydi. İslâm bilimi ve tıp
pratiğinin yüksek niteliği Hıristiyan Avrupa'da bile kabul
edildi. Özellikle 13. yüzyılda, Hohenstaufen hanedanından aydın
imparator II. Frederik'in çeşitli ülkelerden pek çok bilgini sarayında
toplayıp Müslümanların çalışmalarıyla ilgilendi.
Salerno Üniversitesi'ni etkin biçimde destekledi ve Kutsal Roma
İmparatorluğu toprakları içerisinde tıp
unvanlarını tek başına verme hakkını
bağışladı. Salerno'dan yetişen hekimler,
Müslümanların korunması altındaki Hipok-rat prensiplerinden
yararlandılar ve büyüklere ya da dinsel ayinlere gerek duymadılar.
Antik yazarların yeniden keşfi ve bilgiye karşı artan
saygı kısa sürede Avrupa'da yeni üniversitelerin temellerini
attı. Bunu izleyen iki yüzyıl içinde öbürlerinin yanı sıra
Padua, Paris, Viyana, Oxford, Cambridge, Prag ve Heidelberg Üniversiteleri
kuruldu. Sözün kısası, insan sorunlarına karşı
akılcı bir tutum temel kazanır gibi görünüyordu.
Bununla birlikte, gerçekte ilerleme güç ve
yavaş sürüyordu. Var olan cin ve şeytan inançlarına
karşı Yunan, Roma ve Arap klinik gözlemlerine dayalı inançlarla
meydan okuyan bazı seçkin Hıristiyan hekimler, engizisyon
tarafından dinden sapmakla suçlandı, hatta ölüme mahkûm edildi.
Ruhban sınıfından olan - olmayan büyük çoğunluk boş
inançlara sahip cahiller olarak kaldı. Aynı dönemde garip kitle
hareketleri de ortaya çıktı. Bütün Avrupa'da geniş halk
yığınları caddelerde kendinden geçercesine dansedi-yor
(tarantizm), ya da açık ayinlerde, kibirlerini yok etmek için kendilerini
kanlar içinde kalıncaya kadar kırbaçlıyordu (Flagellantizm).
Yaşamın bütün alanlarını suçluluk ve günah duygusu sarmaya
başladı ve zaman zaman da Yahudilere, Çingenelere, toplum
inançlarına ters düşenlere ya da günahlarını
yükleyebileceklerine inandıkları toplum kesimlerine karşı
şiddet eylemlerine giriştiler. Ortaçağın sonlarında
kadınlara karşı garip bir korku ve nefret dalgası
yaratılmış gibi görünüyordu. Kadınlar, pespaye,
ahlaksız, büyücü, şehvet düşkünü erkekleri sürekli ayartan ve
yıkıma sürükleyen yaratıklar diye karalanır oldular.
Çoğunlukla da şeytanın aletleri olarak görülüyorlardı ve
süreç içinde bu tutum, öteki korku dolu fantezilerle birleşerek yeni ve
evrensel bir büyücülük sanrısı yarattı.
Modern Çağ
Bugün, büyücülük sanrısı bir Ortaçağ
fenomeni olarak görülür. Ancak, en yoğun ve sistematik büyücü avı
Rönesansın en görkemli dönemlerinde başladı ve 18. yüzyıl
ortalarına kadar sürdü. Büyücülük inancının Ortaçağlara,
dahası antik dönemlere kadar uzandığı doğrudur; fakat
kapsamlı ve tutarlı bir öğreti olarak biçimlenmesi ancak 15.
yüzyıl sonlarında ortaya çıkar. 1486'da, Kolomb'un
Amerika'yı keşfinden sadece birkaç yıl önce, Domini-kan
Mezhebine bağlı iki Alman, Jakop Sprenger ve Heinrich Kramer, Malleus
Maleficarum (Büyücülerin Çekici) adlı tanıtıcı bir el
kitabı yayımladılar. Bu çalışma kısa zamada
kilise, devlet ve bilgin topluluklarınca desteklendi. Her Avrupa
devietinde okundu ve benimsendi, sonraki 250 yıl boyunca 30'dan fazla
baskısı yapıldı.
Söz konusu kitabı burada
ayrıntılarıyla tartışmaya gerek yok. Şu
kadarını söylemek yeter: Kitap insanlık tarihinde
bağnazlık, insafsızlık, cehalet ve fanatizmin
rastlanabilecek en aşağılık belgesidir. Metin öncelikle
büyücülerin varlığını kendince «kanıtlıyor».
(Kanıları reddedenlerin kendileri birer büyücüdür.) Sonra nasıl
anlaşılabilecekleri tanımlanmakta ve sonunda yargılama ve
infaz kuralları ortaya konmaktadır. Cinsel konulara
hastalıklı yaklaşımları bir yana, yazarlar kadınlara
karşı sabit fikirlidir ve kinle doludur. Kadınların büyücü
olma olasılıkları, erkeklere oranla daha yüksektir. «Her türlü
büyücülük kadınların doymak bilmez şehvetli isteklerinden
kaynaklanmaktadır. İğrenç cinsel isteklerini doyurmak için daha
da şehvetli hale gelen hırslı kadınlar bu
hastalığa daha da derinden tutulmuşlardır.»
Büyücüler, şeytan tarafından ele
geçirilmişlerdir ve çoğunlukla da onunla cinsel ilişkide
bulunurlar. Ürünlerde verimsizliğe, sürülerde hastalığa,
çocuklarda ölüme, kadınlarda kısırlığa, erkeklerde
cinsel güçsüzlüğe ve her türlü karışıklık, felâket ve
afetlere neden olurlar. Bu nedenle büyücülerin ortaya
çıkarılması ve yokedilmesi toplum güvenliği ve
sağlığı için gereklidir. Dahası, İncil bu konuda
şaşmaz bir şekilde açıklık getirir: «Bir büyücünün
yaşamasına izin veremezsin.» (Exodus 22; 18) Birkaç yıl içinde
profesyonel büyücü avcıları, özel bir «şeytan
damgasını» büyücülerin vücutlarında araştırmak üzere
yerleştirilmiş hekimlerin yardımlarıyla da cadı
kazanları kaynatmaya, düzinelerle, yüzlerce ve giderek binlerce masum
kadın, erkek ve çocuğu, büyücü diye tutuklamaya başladılar.
Bu talihsizler, suçlarını itiraf edinceye kadar işkence gördüler
ve ölüme mahkûm edilerek yakıldılar.
Bu itiraflar akraba, komşu ve
arkadaşları da kapsıyordu ve bu dehşetli hareket kendini
bunlarla besliyordu. Bu hareketlerin hem Katolik hem de Protestan ülkelerde
aynı şiddetle yürütüldüğünü hatırdan çıkarmamak
gerekir. Büyücülük sanrısı kiliseler çapında, uluslararası
bir duruma geldi ve hiçbir yerde ne bir kuşku uç veriyor, ne de bir
protesto sesi duyuluyordu. Ancak birkaç yürekli kişi, bu yeni tür
barbarlık dalgasına, çoğunlukla da tıbbi
tartışmalarla göğüs germeye çabaladı. Örneğin, Johann
Weyer adında bir Alman hekim, 1563 yılında De Praestiquiis
Daemonum (Şeytan Aldatmacası Üzerine) adlı bilimsel bir
yapıt yayınladı. Weyer kitabında, büyücülüğe
atfedilen hastalıkların gerçekte doğal nedenlerden
kaynaklandığını, büyücü diye nitelenen «zavallı,
şaşkın kadınların» pek çoğunun ruhen hasta olduklarını
ileri sürüyordu. Bunların öldürülmekten çok, tedaviye ihtiyaçları
vardı. Bununla birlikte bu görüş Weyer'in
çağdaşlarının çoğu tarafından reddedildi ve
kilise, eserini yasak kitaplar listesine aldı. Sadece İspanyol
Engizisyonu -ki bu sırada din yolundan sapmışlar, Yahudiler ve
sapıkların koğuştur-ması ile yeteri kadar meşguldü.
- Büyücülerin kovuşturulması ve idamı ile ilgilenmekte isteksiz
kaldı. İspanya'da İslâm mirası hâlâ yaşıyor ve
deliler tedavi ediliyordu. Büyücülükten zanlı olanlar çoğunlukla deli
diye kabul edildi ve manastıra ya da tımarhanelere
kapatıldı.
Bu son yaklaşım 18. yüzyılda
geniş ilgi gördü ve en sonunda yükselmekte ola psikiyatri mesleğince
onandı. Yeni «akıl hekimleri» ipuçlarını Weyer'den
aldılar ve büyücülük sanrısını tıbbi terimlerle ele
almaya başladılar. Bundan başka itiraflarında büyücüler,
havada uçmak, çeşitli hayvanların kılıklarına bürünmek
«nazarla» ya da ilenme yoluyla ölüme sebebiyet verme gibi akıl almaz
işler başardıklarını iddia ediyorlardı. Bu gerçek
ve bunun yanında tanık oldukları olayların çoğunun
açık cinsel karakteri, gerçekte henüz teşhis konmamış
«ruhsal vaka» ile karşı karşıya olduklarını ve
büyücülüğün yanlış anlaşılmış ve
yanlış ele alınmış bir «ruh sağlığı»
sorunundan başka bir şey olmadığını yeteri kadar
kanıtlıyordu.
Ancak, ruhbilimcilerin dışındakiler,
bütün itirafların işkence ya da işkence tehdidi altında
alındığına ve mahkeme kayıtlarının da
kurbanlar tarafından değil de engizisyoncular tarafından
tutulduğunu belirterek, büyücülere atfedilen acayip cinsel fantezileri ya
da «kuruntuları» (kurbanları) değil de
suçlayıcıları daha çok sergilediler. Bu kez bazı tıp
tarihi yazarları tarafından
da benimsendi ve daha sonra büyücü mahkemelerinde
yer alanlar -büyücü avcıları, büyücüler ve uygulayıcılar-
akıl hastası olarak ilan edildi.
İlk «akliyecilerin» ya da «psikiyatristlerin»
toplumun uygunsuzluklarına karşı gerçek bir acıma duygusu
ile yönlendirildiklerinden kuşku duyulmamaktadır. Onlar, birçok
«büyülü» engizisyonun pençelerinden sadece kurtulmakla ve tıp bilimine
göre onları hasta ilan etmekle kalmadılar, aynı zamanda bu
hastalara da o güne kadar alışılmışın ötesinde
nazik davrandılar. Fransa'da Pinel, İtalya'da Ciharugi, Almanya'da
Langermann ve Amerika'da Rush gibi aydın insanlar tımarhanelerde
reformlar yaptılar, tecrittekile-ri zincir ve prangalardan
kurtardılar ve daha insancıl tedavi biçimlerini savundular. Buna
karşın yeni psikiyatrik «aydınlanma»nın, cinsel sapkın
davranışlar açısından ne yazık ki, pek az yararlı
olduğunu ortaya koyduk. 18. yüzyıl sürecinden hekimler,
mastürbasyonun o zamana kadar-öne sürülen zararlarını bulguladılar;
Amerikan ve Fransız devrimleri sırasında bu tehlikelerin son
derece ciddi görüldüğü belirlendi. Bir zamanlar Galen'in bir
sağlık gereği olarak önerdiği periyodik boşalım,
artık bu noktada hemen her türlü bedensel ve ruhsal
rahatsızlığın nedeni olarak suçlanır oldu.
Mastürbasyon; bedeni zayıf düşürür, beyni eritir, cinsel
yetersizliğe, genel bir uyuşukluk, delilik ve nihayet ölüme neden
olurdu. Birkaç on yıl içinde «mastürbasyon deliliği»nin, insanlığın
ruh sağlığına karşı temel bir tehdit haline
geldiği düşünüldü ve bununla birlikte de korunmacı psikiyatrik
tedavi için, zorunlu bir başka neden ortaya çıktı. Sonuç olarak;
psikiyatristler, geçmişte olduklarından çok daha fazla etki ve önem
kazandılar. (Anti-mastürbas-yon kampanyası hakkında geniş
bilgi için Bkz. «Cinsel Etkinlik Tipleri» -«Cinsel Öz uyarım») İffet
budalası 19. yüzyıl; mastürbasyon ve cinsel sapkınlık
biçimlerinin tehlikeleri hakkında yepyeni psikiyatri
kuramlarının yükselişini getirdi. Örneğin, «kendi
ırzına tecavüz»ün (mastürbasyon) kalıtımla geçen psikolojik
zayıflığın bir sonucu olduğuna inanılmaya
başlandı. Başka bir deyişle; mastürbasyon yapanlar zaten
hasta doğmuşlardır ve üzücü durumlarının giderek
ağırlaşmasına engel olamazlar. 1843 yılında Kaan
adlı Rusyalı bir hekim, mastürbasyonun bu ikili tehlikelerini
açıkladığı Psycho-pathia Sexualis (Cinsel Akıl
Hastalığı) adlı bir kitap yayımladı. (Kitap, her
ne kadar Moskova'da yazılmış ve Çarın özel hekimine ithaf
edilmişse de, psikiyatri düşüncesini büyük ölçüde etkilediği Almanya'da
basılmıştır. Gerçekten de Avusturyalı hekim Von
Krafft-Ebing, yeni ve cinsel sapkın davranışlar alanında
çok daha ünlü kitabına 40 yıldan fazla bir zaman sonra Kaan'ın
kitabının adını vermiştir.)
Kaan'a göre, hemen hemen bütün insanların kendilerini
duyusal aşırılıklara doğru iten belirli bir
«sağlıksız hayaMeri vardır. Yanlış bir besin,
yumuşak bir yatak, dar giysiler ya da yalnızca biraz
çapkınlık kaçınılmaz olaylar zincirini başlatır.
Bu karamsar görüşe ek olarak, Kaan, erkek çocuklarına âşık
olmak, karşılıklı eşcinsel mastürbasyon, cesetlere
tecavüz, hayvanlarla cinsel ilişki ve heykellerle cinsel temas gibi
nispeten ikincil cinsel «yarı-delilikler» listesini ortaya koydu.
Kuşkusuz öteki psikiyatristler bu kısa cinsel «psikopatoloji» listesini
genişletmekte gecikmediler. Daha sonra bu her an artan yeni
sapıklıklar, sonuçta bir zamanlar pek fazla önemsenen mastürbasyonu
ikinci sınıf hastalıklar kategorisine attı. Bununla
birlikte, Kaan'ın cinsel sapkınlıklarda soyaçekim inancı
uzun yıllar çekiciliğini korudu ve gerçekten de sonraki yıllarda
daha da güçlendi.
Bu daha ileri «bilimsel» gelişmelere
girişmeden önce, «cinsel psikopatoloji» kavramını kısaca
ele almak pek yararlı olacaktır. Oldukça açıktır ki,
başlangıçta bu deyim eski dinsel dogmaların
dindışı uyarlamasından başka bir şey
değildi. Kaan'ın cinsel «yarı-delilikler» dediği
şeyin, İncil'de belirtilen «iğrençliklerle neredeyse özdeş
olması pek rastlantı olmasa gerek. Dahası, onun
kalıtımsal «sağlıksız hayaMeri ile Agustine'nin
«şehvet»i arasındaki koşutluk da çarpıcıdır.
Kısacası, Kaan'ın uğraşlarının açıkça
ortaya koyduğu gibi, «yeni bir din» olarak bilim, hâlâ eski cinsel
tabuları barındırmakla ve kovmakla uğraşıyordu.
(Ayrıntılı bilgi için «Cinsellik ve Din» - «Tarihsel Çerçeve»
bölümlerine bakınız.)
Fransız psikiyatristlerinden Morel, 1857
yılında deliliğin açıklanması için, yozlaşmaya
yöneldiğinde psikiyatrinin doğrulanmayan dinsel eğilimleri daha
da belirginleşti. İlk dönemlerinde teoloji çalışmaları
sürdürmüş olan Morel, sonunda ilerlemekte olan yozlaşmanın pek
çok bedensel ve ruhsal hastalıklara neden olduğuna inandı.
İlk insan (İncil'de Adem diye nitelenir) sağlıklı bir
«ilkel örnek»ti. İlkel çağlarda insan doğası bozulmaya
başladığında, insanlar zayıflatıcı içsel ve
dışsal etkilerle karşılaştılar. Sonuç olarak,
bugün özgün ve yetkin «ilkel örnek»le karşılaşanlayız, ama
birçok «yozlaş-mış»ın yanı sıra, yetkinlikten
uzak çeşitli ırkları görürüz. Bu «yozlaşmış»lar
çoğunlukla kalıtsal cinsel sapıklıktan muzdariptirler ve
yok olmaya mahkûmdurlar.
Morel'in
kuramı, zamanla pek çok meslektaşı tarafından
«Kitab-ı Mukaddes»e aşırı bağlı bulunduğu ve
böylelikle çok daha moda «nesnel» deyimlerle yeniden açıklandı.
Yozlaşmanın, evrim sürecinin herhangi bir aşamasında ortaya
çıkabileceği kabul edilmeye başlandı. Ancak temel
karakterleri aynı kaldığı halde, evlatlarıyla beraber
yozlaşmış, kaçınılmaz kötü kaderlerine mahkûm
olmuşlardır. Bu anlayışlar; daha sonraları en
çarpıcı ayrıntılarıyla yozlaşmanın
etkilerini tanımlayan İbsen ve Hauptmann gibi 19. yüzyıl büyük
tiyatro yazarları tarafından daha da
yaygınlaştırıldı. Gerçekten de, romancı Emile
Zola, kalıtsal çürümeye örnek olarak, bir ailenin,
Rougon-macquartların, «doğal ve sosyal tarihini» anlatır.
Deliliğe ve cinsel sapıklığa karşı
doğuştan gelen patolojik eğilim anlayışı;
sonraları Sig-mund Freud tarafından sarsıntılı (büyük
ölçüde de bilinçsiz) birey yaşamı, tarihi kavramı ile yer
değiştirinceye kadar, egemen psikiyatrik düşünce olarak
kaldı.
19. yüzyılın, modern
ırkçılığın «bilimsel» temellerini
attığını akıldan çıkarmamak gerekir.
«Yozlaşmış» deyimi; bazı nedenlerden dolayı,
sevilmeyen ve biyolojik olarak aşağı tabakadan yaftası
asılmış bütün sosyal ve etnik gruplara kolaylıkla
uygulandı. Söylemek gereksizdir ki; bu tür yaftalama tutumu, her zaman
cinsel «sapık» ithamını da
çağrıştırmıştır.
Irkçılığın mantıksal
çağrışımları, karşılığında
«üstün ırk yaratma» politikalarına yol açar. Örneğin;
yozlaşmış olanların üremesinin engellenmesi yoluyla nüfusun
biyolojik sağlık düzeyinin yükseltilmesine yönelik resmi
girişimlerde bulunmak gibi. Öte yandan, üstün ırkların yeteri
kadar üremediği keşfedilirdi. Bugün ya da daha sonra, bütün
insanlığın yozlaşabileceği ve yok olabileceğine
ilişkin yaygın bir korku vardı. (1800 ve 1900 yılları
arasındaki nüfus eğrisine bugün bir göz atılırsa, bu korku
özellikle daha da garip görünür.) Her nasılsa, artan ırkçı
gurur, milliyetçilik ve hızla büyüyen endüstri hükümetleri nüfus
artışını teşvik etmeye zorladı. Çocuk
doğurma, cinsel birleşmenin «doğru» amacı olarak tekrar
belirlendi.
Alman psikiyatristi Kraepelin, 1883
yılında akıl hastalarının ilk sistematik
sınıflamasını ortaya koyan bir kitap
yayınladığında psikiyatri, ileri doğru önemli bir
sıçrama yaptı. Kraepelin, bütün hastalıkların bedensel bir
nedeni olduğuna inandığından, her hastalığı
kendine özgü belirtiler sistemi ve olası tedavileri ile birlikte
tanımlamaya çok özen gösteriyordu. Kraepelin'in çalışması,
kendinden sonraki bütün psikiyatrik sınıflamaların temeli oldu.
Bu örnekten esinlenen psikiyatristler, kısa sürede her zamankinden daha da
kılı kırk yarar oldular. Böylelikle, başka şeylerin
yanında yeni ve ayrıntılı bir
cinsel «anormallikler» ve «sapıklıklar»
listesi yaptılar. Bu listeler bazen öylesine olağanüstü boyutlara
ulaştı ki, buram buram Ortaçağ iskolastiğinin ruhu
tütüyordu. Her ne olursa olsun, geleneksel Hıristiyan
ahlakçılarının temel varsayımlarını
paylaşıyorlardı. Yalnızca «uygun» çiftler arasında
cinsel birleşme doğrudur; bunun dışındaki her türlü
cinsellik dışavurumu yanlıştır. Bununla birlikte,
modern ve laik dünyamızda bir ayrıcalık olarak bu gibi
önyargılar bugün artık dini deyimlerden çok tıbbi terimlerle
ifade edilmektedir. («Cinsel Uyumsuzluk» bölümünün girişine
bakınız.)
İlginçtir ki, mastürbasyon yapanlara
karşı açılan Haçlı seferi, 19. yüzyılın
sonlarına doğru hızını yitirmeye başladı.
Bunun yerine dikkatler, yeni bir sapkınlar grubuna, kendi cinsinden
insanlara yönelen kişilere yöneldi. Eşcinsel davranışlar,
kuşkusuz, uzun bir süreden beri hem Yahudi hem de Hıristiyan
inancında lanetlenmişti, ancak hiçbir zaman bir akıl
hastalığının belirtisi olarak
değerlendirilmemişti. (Ortaçağın Müslüman İbni
Sina'sı onu bedensel bir bozukluk sayıyordu.) Bununla birlikte, bu
davranışın, bazı insanların tutuldukları belirli
bir psikolojik «durum»un sonucu olarak ortaya çıktığı
keşfedildi ve bu durum için «eşcinsel (homoseksüel)» terimi
yaratıldı. Bir dönem eşcinselliğin, bütün bütün
«sapıklık», «yozlaşma» işareti ya da yalnızca basit
bir «kişilik bozulması» olup olmadığı
tartışıldı kaldı. Sigmund Freud,
eşcinselliği bir «hastalık» değil, çok daha katı bir
tutum takınıp eşcinselliği,
«olgunlaşmamışlığın» bir göstergesi ya da
karşı cinse duyulan sinirsel korku diye adlandırdılar. Her
ne hal ise, «durum» Amerikan Psikiyatri Derneği eşcinselliği
listeden çıkarmaya karar verinceye kadar «Psikiyatrik Bozukluklar Üzerine
Tanısal ve İstatistiksel Elkitabı» (DSM) listelerinde 1973
yılına kadar yer almadı. O günden bu yana Amerikan
eşcinselleri sağlıklarını resmen kazandılar.
Şimdi yalnızca cinsel yönelimlerinde rahatsız olanların
«Ben'e yönelik eşcinselliğin gücünü kırma» psikiyatrik tedavi
ihtiyacı duydukları söylenmektedir. (Bkz. «Eşcinsel
Birleşme» ve «Cinsel Baskı Altındakiler - Eşcinseller»).
(Not: Aşağıdaki bölüm yalnızca
Alexander/Salesnick ve Zilboorg/-Henry'nin Amerikan Psikiyatri Tarihi (bkz.
«Kaynakça») çalışmalarına dayalı olmayıp,
İngilizceye henüz çevrilmemiş olan Formen des Eros (Cinsellik
Biçimleri, 2 cilt, Annemarie ve Werner Leibbrand, Freiburg, Br., Münih, 1972)
adlı Almanca yapıtın tarihsel bilgilerini de
kapsamaktadır.)
Karşı Kültürel Perspektifler
Öteki ülkelerin psikiyatristlerinin, Amerikalı
meslektaşlarının bütün varsayımlarını
paylaşmaları gerekmez. Özellikle cinsel sapkın
davranışlar hakkında psikiyatrik düşünceler ve uygulamalar
bir kültürden bir başkasına geniş farklılıklar
gösterir. Ama Amerika Birleşik Devletleri ile ortak bir kültürel mirasa ve
siyasal düşüne sahip olan vee Kapitalist diye adlandırılan
Batı ülkelerinde ayrılıkların en az olması şaşırtıcı
değildir. Öte yandan, Komünist diye adlandırılan ülkelerde
psikiyatriye yüklenen işlevi ise Batıdaki
uygulayıcıların çoğu reddedecektir. Cinsel sapkınlara
uygulanan tedavi yine en çarpıcı örneği oluşturur.
Batılı bir gözlemciye göre bugünün komünist toplumları ekonomik
ve siyasal iddiaları ne olursa olsun, Kraliçe Viktorya dönemi kapitalist
burjuvazisinin cinsel standartlarına sıkı sıkı
sarılmışlardır. Ne yazık ki, bu kitabın kapsamı
sözkonusu olgu üzerine geniş bir tartışma yürütmeye elvermiyor. Bununla
birlikte, aşağıdaki kısa notlar sorunun
boyutlarını toparlamaya yardım edecektir.
Batı Avrupa
Batı Avrupa'da her ne kadar daha az
psikiyatrist varsa ve bu nedenle ağırlıklı sosyal etkileri
o derece büyük değilse de, psikiyatri pratiği Birleşik Devletler'deki
uygulamanın aşağı yukarı benzeridir. Her şeyden
önce, şurası akıldan çıkarılmamalıdır ki,
1930-40'larda ırkçılığın yükselişi ile pek çok
önde gelen Avrupalı psikiyatrist sürgüne gönderildi. Özellikle
psikoanalitik okula bağlı olanlar Nazi istilasına uğrayan
ülkelerde koğuşturmaya uğradılar. Psikoanalitik kuram,
«Yahudi bilimi» diye lanetlendi ve bütün psikoanalitik eserler yasaklandı,
hatta alanlarda yakıldı. Dahası, cinsel reformlar talep eden
çeşitli Avrupalı hareketler acımasızca yok edildi.
Avrupalı psikiyatristlerin savaştan
önceki öncü durumlarını kazanabilmeleri, İkinci Dünya
Savaşı'nın sona ermesinden önce gerçekleşmedi. Buna
karşın, önce kendi geçmişlerini yeniden keşfetmeleri
gerekiyordu. Böylece, 1950 ve 60'lı yıllar psikoanalizde, en azından
cinsel sapkınlıklar açısından, günümüzde de Avrupa
psikiyatri düşününe hâlâ egemen olan bir Rönesans anlayışı
getirdi. Bu anlayış, bugün tam anlamıyla Freudçu bir
bakış açısıyla kavranabilen resmi ve yarı resmi cinsel
eğitim kitap ve programlarında özellikle belirgin hale gelir. Şu
ilginç noktayı da belirtelim ki, bugün en çağdaş psikanalistler,
yaşlı Freud'un eleştirel yaklaşımlarına
saygı duyar ve cinsel sapkın davranışlara «hastalık»
yaftası .vurmakta nispeten isteksiz davranırlar. (Genelde, Freud'u
bir tedavi uzmanından çok bir filozof ve toplumsal eleştirmen olarak
değerlendirirler.) Aynı zamanda geçerli bir cinsel standart «normali»
soruşturmaya kendilerini zorunlu hissederler.
Kuşkusuz ki, bu özgür düşünce, belirli
bir ölçüye kadar cinselliğe Avrupa resmi yaklaşımının
daha hoşgörülü olduğunu yansıtır. Genel olarak
mağdurları olmayan cinsel suçların koğuşturması
pek az görülür ve bunun sonucu olarak da resmi sistemde psikiyatrik ilgi asgari
düzeyde tutulabil-miştir. Ancak, cinsel suçların mağdurları
olduğu yerlerde suçlunun psikiyatrik tedavisi mahkeme tarafından
tavsiye edilebilir. Böyle bir tedavi pek seyrek olarak psikanalitik kavramlara
dayandırılır.
Normal olarak ilaç tedavisi, davranış
düzeltme teknikleri, hatta hadım etme ve yeni tip beyin ameliyatları
(psikoşirururji) uygulanırdı. Bu arada «radikal» Amerikan
psikiyatristlerinin kuramları etkin olmaya başlayınca bu tedavi
biçimlerinden derin bir kuşku duyulmaya başlandı. Geleneksel
psikiyatrik varsayımlara karşı çıkış yine
Avrupalıların kendilerinden gelmiştir. Bunların en
tanınmışı, İngiliz psikiyatristi Ronald D. Laing'dir.
(Ayrıntılı bilgi için bkz. «Tıbbi Modelin Eleştirisi»)
Sovyetler Birliği
Bugün artık iyi biliyoruz ki, psikiyatri
Sovyetler Birliğinde siyasi muhalefetin baskı altına alınmasında
bir araç, akıl hastaneleri ise çoğu Batı ülkesinde «hasta»
sayılmayacak olan düzen karşıtlarının
barındırıldığı yerlerdir. Şunu da biliyoruz
ki, bugünkü Sovyet yöneticileri çok katı bir cinsel ahlak
anlayışını benimsemiştir.
Durum başından beri böyle süregelmiş
değildi. Tam tersine, Devrimin ilk yıllarında Sovyetler
Birliği dünyanın en özgürlükçü, en ilerici cinsel
politikasını izlemişti. Böylece, ötekilerin yanında
Çarlığın baskısı cinsellik ve evlilik
yasalarının yerini Batıdaki cinsel araştırmaları
mevcut bulgularına dayanan bütünüyle çağdaş yasalar
almıştı. Dahası Komünist Parti cinsel
önyargıların üstesinden gelebilmek için çok yoğun bir çaba
gösteriyordu. Örneğin, Büyük Sovyet Ansiklopedisinin «Cinsel
Sapkınlık» maddeleri Freud ve Hirschfeld'in
çalışmaları temel alınarak yazılmıştı.
Aynı zamanda Sovyet bilim adamları da yeni araştırmalara
giriştiler ve baskısız bir eğitim sisteminin deneylerine
önderlik ettiler. Bu deneyler arasında en çok bilineni Moskova'da özel bir
çocukevi açan Vera Schmidt'in deneyimidir. Burada çocuklar, doğal cinsel
meraklarını gidermek ya da canları istediğinde mastürbasyon
yapmak için serbest bırakılıyorlardı. Sonuç olarak, hiçbir
cinsel suçluluk duygusuna kapılmaksızın ve birbirlerine
karşı arkadaşça ve sorumluluk tavrını
geliştirerek yetiştiriyorlardı.
Pek doğaldır ki, başlangıçta
Sovyet örneği Batılı cinsel reformcular için kendi hükümetlerine
model olarak gösterdikleri bir gurur ve esin kaynağı
oluşturuyordu. Ne yazık ki kısa zamanda her şey sona erdi.
1930'lu yılların başında Çarlık döneminin erkek
eşcinselliğine karşı iğrenç yasaları yeniden
hayat buldu ve eski burjuva cinsel değerleri resmen eski
saygınlığını kazandı. Bekaret göklere
çıkarıldı ve geleneksel cinsel rolleri ile çekirdek aile tekrar
bir ideal olarak öne sürüldü. Stalin etkileri bugün bile duyulagelen genel bir
siyasal baskı dalgasını başlattı.
Günümüzde bile Sovyetler Birliği
yurttaşlarına fazla cinsef özgürlük tanımaktan
kaçınılmaktadır. Sovyet Psikiyatrisi, Freud'u açıkça
dıştalar ve «normal» çocuklarda cinsel ilginin
varlığını yadsır. Çocukluk mastürbasyonu, cinsel
oyunlar ve «erken gelişme», normlardan sapma sayılır.
Delikanlılar ve yetişkinlerde mastürbasyon hâlâ «onanizm» diye
niteleniyor. Mastürbasyona, akıl üzerinde yıkıcı etkisi
olduğundan ve vücudu zayıflattığından, düzeltilmesi
gereken bir «ayıp» olarak bakılıyor. Erkek
eşcinselliği hem hastalık hem de suç sayılıyor.
Bununla birlikte, daha önceleri olduğu gibi kadın eşcinsel
davranışlarına daha az önem veriliyor. (Bkz. «Seks ve Hukuk -
Karşı Kültürel Perspektifler»).
Küba
Küba sosyalist devriminin açıklanan
amaçları arasında bütün alanlarda kadın ve erkeğin tam
eşitliği ve cinsel sorunlara akılcı ve insancıl
yaklaşım da vardı. Bununla birlikte, uygulamada, cinsel
konularda çifte standart ve aşırı erkeklik kibiri şeklinde
toparlayabileceğimiz İspanyol kültür mirası bu alanda
başarılar sağlanmasını büyük ölçüde engelledi.
Dahası, zararsız sapkınlık biçimlerine bile pek az resmi
hoşgörü gösteriliyordu. Fahişelik,«pornografi», karşı cins
giysi fetişizmi ve eşcinsel davranışlar, hükümetin
baskı altına almayı öngördüğü özel hedefler arasında
yer alıyordu. Gerçekten de o dönem çok sayıda eşcinsel, «yeniden
şekillenme» adına insanlıkdşı muameleler görerek
hapishanelere atıldı ya da çalışma kamplarına gitmeye
zorlandı. Amerikalı ve Avrupalı ziyaretçiler, Küba'nın bu
tutumunu öğrenip ülkelerine döndüklerinde kınayınca, Küba
hükümeti, tutumunu yumuşatmak için pek utanmış göründü. Buna
karşın, bu yaklaşım prensip olarak bugün dahi
değişmiş değildir. Eşcinsellik, hâlâ düzeltilmesi
gereken mikrop saçıcı bir «sapıklık» olarak görülür.
«Eşcinsel sapkınlıklar» Küba Eğitim ve Kültür Ulusal
Kongresi'ne göre «toplumsal olarak patolojik»tir ve
«yaygınlaşmasından sakınılmalıdır».
Eşcinseller «anti-sosyal karakter» gösterirler ve bu nedenle sanatsal ve
kültürel etkinlikler yoluyla gençlik üzerinde yaratabilecekleri her türlü
etkiden kaçınılmalıdır. «Çürüme derecelerine» göre «kontrol
altında tutulmalı», «nakledilmeli» ve «yeniden yerleştirilmelidirler.
Kısacası, Küba yöneticileri, Kübalı eşcinselleri ikinci
sınıf yurttaş düzeyine indirgemek ve onları en temel
yurttaşlık yurttaşlık haklarından yoksun bırakmak
için sözde tıbbi tartışmaları hâlâ sürdürmektedirler.
Çin Halk Cumhuriyeti
Çin Halk Cumhuriyetine «akıl hastalarının»
tedavisi geleneksel Çin tıbbı, Batı tıbbı ve yeni
siyasal tekniklerin öğelerinden oluşmaktadır. Akıl
hastaneleri yalnızca doktorlar ve hastanenin öteki personeli
tarafından değil aynı zamanda ordu mensupları ve
profesyonel politikacı işçilerin oluşturduğu Devrim
Komiteleri tarafından da yöneltilmektedir. Hastalara yalnızca ilaç ve
akupunktur tedavisi uygulanmaz aynı zamanda ideolojik öğütler de
verilir. «Üretici çalışma»da bulunmaları ve Mao Zedung
düşüncesini kavramaları istenir. Dahası, grup etkinliklerine
katılmalarına, «kolektif yardımlaşmada» bulunmalarına
büyük önem verilir. Gerçekten de akıl hastalığının
toplumsal ve siyasal yönü, tıbbi yönünden önemli sayılır ve bu
nedenle psikiyatristler «siyasetin emrine girmekte» sakınca görmezlerdi.
Bugün, Çinlilerin cinsel sapkınlıkla
akıl hastalığını ne ölçüde eşit gördüklerini
belirlemek güçtür. Bununla birlikte, Freud ve psikanalitik kuramın Çin'de
kabul görmediğini biliyoruz. Her ne kadar eşcinsellik tıbbi bir
sorun olmaktan çok ahlaksal bir sorun sayılsa da, hoşgörüyle
karşılanmadığını da görüyoruz. (Sonraları
Halk Cumhuriyeti döneminde sıradan bir yurttaş statüsünde
yaşamını sürdüren son Çin imparatoru bir eşcinseldi. Belki
de bu nedenle eşcinsellik feodalizmle özdeşleştiriliyordur.)
Dahası, mastürbasyonun ezilmesi için resmi bir kampanya yürütülmektedir.
Bu kampanya, bütün göstergelere göre yüz yıl önce Batı ülkelerinde
sürdürülen kampanyalarla oldukça benzer özellikler taşımaktadır.
Viktorya Dönemi Burjuva Avrupasında olduğu gibi, mastürbasyonun, «beynin
aşırı uyarımı, başdön-mesi, müzmin uykusuzluk ve
genel bitkinlik» ile sonuçlandığı inancı
yayılmaktadır. Şimdilerde, eski bir masalın yeni tefsirinde
mastürbasyonun «devrimci şevki azalttığı» da
söylenmektedir. Bu gibi tehlikelerden sakınmak için Çin gençliğine
yeteri kadar cimnastik yapmaları, bol iç çamaşırı
giymeleri, Marx, Lenin ve Başkan Mao'nun yapıtlarını
incelemeleri salık verilmektedir. Aynı püriten ruhla yeni evli genç
çiftler fazla cinsel ilişkide bulunmamak için uyarılmaktadır.
Örneğin, resmi bir Çin gazetesinin danışma sütununda, genç bir
kadına, kocasıyla yapacağı cinsel ilişkinin haftada
1-3'den fazla olmaması gerektiği, çünkü düşkünlüğün
sağlığa zarar verdiği açıklanıyordu.
(Not: Sovyet, Küba ve Çin psikiyatrisi hakkında
kapsamlı ve sistematik çalışmalar bulmak güçtür. Bu konuda
Batıda öğrenilebileceklerin çoğu sayısız kitap ve
mesleki dergilerdeki makalelere yayılmıştır. Bununla
birlikte, cinsel sorunlar üzerine resmi Sovyet ve Çin
açıklamalarının bazıları Stewart E. Fraser'in Cinsellik,
Okullar ve Toplum, Uluslararası Bakış Açıları (Sex,
Schools, and Society, International Perspectives Nashville, Tenen., 1972)
adlı kitabında yer almaktadır. Sovyetler Birliği'nde
burjuva cinsel değerlere geri dönüş Wilhelm Reich'in Cinsel
Devrim (Türkçe basımı Payel Yayınla-rınca
yapılmıştır.) adlı kitabında
tartışılmaktadır. Bugünkü Çin Psikiyatrik tedavi yöntemleri
ise Ruth Sidel'in Labeling Mental llness adlı kitabında
tanıtılmaktadır. Küba'da eşcinsellerin yurttaşlık
hakları üzerine tartışmalar K. Jay ve A. Young'un Out of the
Closets, Voices of Gay Liberation adlı yapıtında ve yine A.
Young'ın Under the Cuban Revolution adlı kitabında
bulunabilir.)
TIBBİ CİNSEL SAPKINLIK MODELİ
Daha önce belirttiğimiz gibi, bir toplum,
cinsel uyumculuğu gerçekleştirmek ya da sürdürmekle ciddi bir biçimde
ilgilenirse, cinsel sapkınlara zararsız bireyler olarak
davranmayı bir yana bırakır. Bunun yerine onları günahkâr,
suçlu ya da hasta olarak kabul eder. Bir başka deyişle, bir toplumsal
sorun olarak görülen sapkın cinsel davranış, dinsel, resmi, ya
da tıbbi terimlerle tartışılma eğilimi
taşır.
Önceki iki bölümde, dinsel ve resmi başvuru
çerçevesini, onları kullananların
algılayışını nasıl biçimlendirdiğini
göstermiştik. (Bkz. «Doğal -
Doğal Olmayan» ve «Yasal - Yasaldışı») Aynı zamanda
modern çağda soruna bu geleneksel yaklaşımın tıbbi ya
da psikiyatrik bir yaklaşımla giderek düzeltildiğini ya da
bütünüyle onların yerini aldığını görmüştük.
Aşağıdaki sayfalar bu gelişmeyi daha iyi açıklayabilir
ve dile getirilmek istenenlere dikkat çekebilir.
Modellerin İşlevi
İnsanlar, bilinmeyen ya da umulmayanla
karşı karşıya kaldıkları zaman genellikle bildik
bir şeye benzetme yoluyla onun hakkında en azından bir
kavrayış elde etmeye çalışırlar. Örneğin, beyin
çalışması karşısında
şaşkınlığa düşen bir adam, beynin
çalışmasını açıklayabilmek için bunu bir bilgisayara
benzetebilir. Bu kıyaslamayı yaparak insanın, beyninin
aslında elektronik devre, teyp, daktilo vs. içeren bir bilgisayar
olduğunu kastetmediğini söylemek bile gereksiz. Bunun yerine, o,
bilgisayarı yalnızca bir model ya da kıyaslama aracı
anlamında kullanılır. Beynin sanki bir bilgisayar olduğunu
dikkate alarak onun nasıl çalıştığını biraz
daha yakından araştırmaya koyulur.
Benzer biçimde, bazı garip insan
davranışlarıyla karşılanan biri, onu kendisi için
belli kavramsal model ya da başvuru çerçevesi içinde
yapılandırarak anlamayı deneyebilir. Örneğin, bunları
kötü ruhun «delice» davranışına yorabilir; ya da yaşamın
bir günahı olarak Tanrının verdiği bir ceza gibi görebilir.
Bu şu demektir: O insan, deliliğin doğaüstü bir nedeni
olduğunu varsaymaya karar verebilir. Sonra bu varsayım
ışığında delilik ve şimdiye değin
kavranmayan etkinlikleri birdenbire anlam kazanır ve açıklanabilir
bir hale gelebilir. Kısacası, bu noktada deliliğin dinsel
modelini kullanarak başka yolla elde edilemez bir görüşe
ulaşır.
Bununla birlikte, başka bir gözlemci,
Tanrıya ya da şeytanlara inanmayabilir ve böylece deliyi talihsiz
kişisel deneyimlerin sıradan kurbanları olarak ve yaşam
süreçleri boyunca başlarına gelenlerle «deliliğe itildiklerini»
varsaymayı yeğleyebilir. Böyle bir gözlemci, deliliği sanki
öğrenilmiş bir davranışmış gibi dikkate alır
böylece o, deliliğin «öğrenme modeli»ni kullanmaktadır.
Üçüncü bir gözlemci, bu modellerin her ikisini de
yadsıyabilir ve deli davranışına sağlık yitimi ya
da eksikliğin neden olduğuna inanmayı yeğleyebilir. Böylece
o, deliliği sanki bir hastalıkmış gibi değerlendirir.
Bu, onun deliliği bir tıbbi model olarak kullanması
anlamına gelir.
Kuşkusuz daha birçok olası delilik
modelleri vardır. İlerde bunların bir kısmını
tartışacağız. Burada belirtilen üç model bile,
ayrıntıya girildiğinde çok daha fazla alt modellere bölünebilir.
Örneğin, Hıristiyanlar, Hindular,
Budistler ve çok tanrıcı «ilkeller», deliliğin doğaüstü
kaynağı konusunda aynı görüşte olsalar dahi farklı
dinsel delilik modellerini kabul edebilirler. Aynı nedenle, farklı
modern bilimadamları, psikanalitik kuramdan uyarımsız
koşullanmaya değin, deliliğin çok farklı öğrenim
modellerini kullanabilirler. Sonuç olarak, tarih boyunca hekimler, en
azından fiziksel ya da psikolojik durumuna bağlı olup
olmadığına göre, deliliğin iki ana tıbbi modelini
kullanmışlardır. Duruma göre, onlar bazen deliliği
hastalıklı bir bedene, bazen de hastalıklı bir zihne
bağladılar.
İnsanlar kendi önyargıları,
gereksinimleri ve amaçlarına uygun olması için özel bir model
seçerler ve genellikle kendilerine işe yarar açıklamalar sunduğu
sürece ona sıkı sıkıya sarılırlar. Bununla
birlikte, daha yakından bakılacak olursa, belli bir görüngü (fenomen)
öyle çok yeni sorunlar çıkarır ki önceleri, yararlı bir modelin
yetersizliği ve bunun değiştirilmesi gerektiği görülebilir.
Örneğin, insanlar deli davranışa beyindeki fiziksel hasarın
yol açtığını keşfedip doğaüstü güçlere inanmamaya
başladıklarında, dinsel delilik modelini terkeder ve tıbbi
modele yönelirler.
Şunu da belirtelim ki, modelin bir
başkasıyla yer değiştirmesi, onun başlangıçtaki
asıl amacını ortadan kaldırmaz. Ancak bu yer
değiştirme, tüm model yaratımlarının temel ilkesini
pekiştirir. Modeller zorunludur. Ancak tanıma göre, onlar hiçbir
zaman geçici yapılar olmakta ileri gidemezler. Bir model, bilinmezi
bildik, anlamsız görüneni «anlamlı» kılmalıdır. Bu
işlevi yerine getirmekte başarı sağlanmadığı
sürece, artık kullanabildiği kalmamıştır. O nedenle
biz daha başka, kapsamlı ya da daha yetkin, daha iyi sonuçlar
çıkarabilen modeli aramakta özgür oluruz. Bu yüzden, modellerin
yalnızca sınanmak için yaratıldığı pekâlâ
söylenebilir.
Modeller, başka modellerle
karşılaştırma yapmak için de ortaya konur. Bu model her
zaman başka kavramlar, fikirlere, kuramlar ve bakış
açılarıyla karşılaştırmayı gündeme getiren
bir biçimde belli kavramlar, fikirler, kuramlar ve bakış açıları
düzenler. Örneğin, deliliğin hem dinsel hem tıbbi modeli, deli
davranışa neyin neden olduğunu, kim tarafından ve ne
yapılması gerektiğini, bir delinin
davranışlarından ötürü hangi ölçülere kadar sorumlu
tutulabileceğini ayrıntılarıyla açıklar. Dinsel modele
göre, deli davranışa kötü ruhlar neden olur. Kötü ruhların kovulması
için uğraşılmalıdır ve onların kovulması bir
rahip ya da başka bir dinsel yetkili tarafından
yapılmalıdır. Deli, muhtemelen Tanrı tarafından
suçlanarak kendi durumunun suçlusu olur. Ancak bir kez tövbe etti mi, kötü ruh
onu terkeder ve ruhu kurtulur.
Tıbbi modele göre, deli davranışa
bir hastalık neden olur. Tıbbi tedavi yoluyla mücadele gereklidir ve
bu tedavi bir hekim tarafından yönetilmelidir. Deli, hemen hemen hiçbir
zaman talihsizlik dışında, durumundan sorumlu değildir.
Bununla birlikte, bir kez ilaçlar, elektroşok, psikocerrahi
başarıyla yanıtladı mı, tedavi edilmiş
sayılır.
Doğal olarak, herhangi biri eğer isterse
bu karşılaştırmayı daha ileri noktalara götürebilir.
Çünkü her iki model de birçok ek ayrıntıda
karşılıklı bağlantı ve iletişim içindedir.
Nitekim dinsel modelin taraftarlarının kötü ruhlar, insan ruhu, ilahi
buyruklar, günaha teşvik, günah, ceza, bağışlama, inan ve
kurtulmadan söz ettiği durumda, tıbbi modelin savunucuları
mikroplar, virüsler, parazitler, insan vücudu ya da insan aklı,
sağlık bilgisi kuralları, bulaşım, yaralanma,
sarsıntı, pataloji, terapi, sağlık ve rehabilitasyondan söz
eder.
Her noktada karşılaştırma
yapabileceğimiz olgusu kuşkusuz tüm modellerin eşit
olduğunu ya da ısrar ettiğimiz sürece istediğimiz herhangi bir
modeli seçmede haklı olduğumuzu göstermez.
Tersine, farklı modelleri birbirleriyle
karşılaştırdığımızda, onların
görece değerlerini keşfedeceğimiz açıktır.
Şunu akıldan
çıkarmamalıyız ki, tarih, pek çok durumlarda belli bir modelin
tam «doğru» olduğunu, modası geçmiş öteki modellerin
geçerliğini yitirdiğini kaydeder.
Örneğin, deliliğin belli biçimleri
dikkate alarak eski bir tıbbi model, daha sonraki bilimsel buluşlarla
öyle güçlü bir biçimde pekiştirilir ki, gerçekte o bir model
özelliğini yitirir ve kabul edilen olgusal gerçek haline gelir. (Bu
durumların en iyi bilineni, belki frenginin neden olduğu cinnettir.)
Öte yandan, deliliğin tıbbi modeli, sadece
doğrulanmamış olmakla kalmaz, olumlu bir biçimde bilimsel olarak
çürütülür de. (Bu durumların en iyi örneği, belki de sözde
mastürbasyonun neden olduğu cinnettir.)
Modellerin ayrıntılı bir
karşılaştırması, aynı zamanda bizim ayrı bir
kavram olarak her modeli tanımamıza ve onu bulandırmamamıza
yardımcı olur. Yani çeşitli modeller arasındaki
ayrımları netleştirerek kendimizi bazı
bilimadamlarının «model bulanıklığı» diye
nitelendirdikleri bazı kavramsal
karışıklıklardan koruyabiliriz.
Modeller birbirine karıştırılmamalıdır.
Parçaları mantıken birbirine uygun değilse, olasılıkla
işlemezler. İlgisiz varsayımların aşuresi ya da
heterojen modellerin bir amalgaması hiçbir zaman anlamlı bir
görüş üretemez.
Bu, basit ve apaçık bir gerçek olarak
görünüyorsa da, pratikte her zaman böyle olmaz. Yine, «mastürbasyon cinnet
durumu» belki en iyi illüstrasyonu burada ortaya koyar. 18. ve 19.
yüzyılda birçok Avrupalı ve Amerikalı hekim, mastürbasyonun
beynin sulanmasına ve zihinsel bozukluğa yol
açtığını ileri sürmüşlerdi. Bazıları da
zararlı alışkanlıkların bedensel anormalliklerden ya
da zihinsel yapıdan miras kaldığını kabul ederler.
Böylece mastürbasyon, deliliğin hem nedeni, hem de sonucu
sayılıyordu. Ne de olsa mastürbasyon yapanlar hastaydı ve
hastalıkları, cinsel organlarının bağlanması
(infibulation), klitoris sünneti (clitoridectomy) ve hadım etme gibi kesin
terapatik önlemler gerektirirdi.
Açıktır ki, bu görüşte bir hayli yol
alanlar, bu yüzden modern «aydınlanmış» tıbbi bir model
yarattıklarına inandılar. Ne var ki, bu modele daha
yakından baktığımızda, hâlâ birtakım
«aydınlanmamış» dinsel öğeler içerdiğini görürüz.
Örneğin, hekimlerin tıbbi olduğunu ileri sürdüğü pek çok
terim (onanizm, mastürbasyon yapma) ya doğrudan Kutsal Kitaptan ya da
benzer bir hükmî kaynaktan alınmadır. Ayrıca bu hastalık
durumunun tedavisi de yararsız ve zalimce, üstelik iyileştirmeye yönelik
değil, cezalandırma özelliğindedir. Sonuç olarak, gerçek
tıbbi hastalar dışında, mastürbasyon yapanlar hâlâ ahlaksal
bakımdan mahkûm edilir. Böyle bir hastalığa
yakalanmasının nedeni de kendinde aranır. Bundan dolayı,
'mastürbasyon cinneti' diye ele alınan tıbbi model, aslında
tıbbi kılıf altında dinsel ya da ahlaksal bir modeldi.
Modellerdeki bu
karışıklığın geçmişte kaldığı
da sanılmamalıdır. Bütün zamanlarda güçlü (ve çoğunlukla
bilinmeden) süregiden bir günaha teşvik unsuru görülür. Bu,
çağdaş psikiyatri alanında, herhangi bir gözlemci için bilinen
bir şeydir. Bugün bile aynı hastanede çalışan
psikiyatristler farklı varsayımlara dayalı bir uygulamaya
girebilirler. Böylece, ameliyattan ilaçla tedaviye, elektroşoktan
davranış düzenleme, grup tartışması,
karşılıklı seanslar ve ruh çözümlemesine değin,
aynı «hastalığa» farklı «tedavi» tipleri uygulamaya
kalkışabilirler. Dahası, aynı hastanın hasta olup
olmadığına dikkat etmeksizin, psikiyatristlerin farklı
teşhislerde bulunması da oldukça yaygındır. Doğal
olarak bu tutumlar bir karışıklık yaratır.
Karışıklık, sadece genelde değil, psikiyatri
mesleğinin kendisinde de ortaya çıkar. Sonuç olarak, bu arada bir
kısım öfkeli psikiyatrist, geleneklerde köktenci bir
değişim yapmaya ve psikiyatrinin ölümünü ilan etmeye
başladı.
Ölüm ilanları her ne kadar
abartılırsa da, gerçek olan bir şey var: o da modern
psikiyatrinin başının yeter ölçüde dertte olması. Uygun bir
benzetme yaparsak; 'kimlik sorununun' (identiy crisis) her derinleştirilmesinde
bir sıkıntıya giriyor. Hatta uzun vadede, tıbbi bir
disiplin olarak kalamayabilece-ği olasılığı da
görünüyor. Bunun nedeni de modellerin süregiden
karışıklığında bulunabilir. Aslında temel
sorun kolayca belirtilebilir: Anormal davranışa değindiği
zaman, psikiyatristler bazı tıp biçimlerini
uyguladıklarını sanıyorlar. Oysa, onların mesleki
etkinliklerinin gerçekte artan ölçüde tıbbi bir modele
uymadığı açıkça görülüyor. Bunlar başka modeller
bağlamında çok daha anlamlıdır. Örneğin, yukarıda
belirtilen davranış düzenleme teknikleri, grup
karşılaşmaları, kişisel konuşma seansları,
terimin dar anlamıyla tıbbi tedavi yöntemi değildir. Ve bu
yollarla tedavi olmak isteyen insanların bir hekime niçin gitmesi
gerektiğinin mantıksal nedeni de yoktur. İşin doğrusu
bugün pek çok insan psikologa gider, psikanalistin önüne uzanır ve aile,
evlilik, seks, ya da başka alanlardaki tüm ilgileri için
danışmanların kapısını çalar. Bunlarla
uğraşan «uzmanların» birçoğunun tıbbi bir eğitimi
bile yoktur ve yaptıklarında herhangi bir tıbbi nesnellik de izlemezler.
Aynı nedenle, onlardan yardım isteyenler hasta sayılmaz ve bu
yüzden hasta diye değil, müşteri diye adlandırılır.
Onların zorlukları bir hastalık belirtileri olarak değil,
sorunu, 'duygusal bozukluk', 'geri kalmış toplumsal beceriler',
'kusurlu öğrenim' ya da 'yaşam sorunları' diye
tanımlanır.
Günümüzde en iyi bilinen ve tıbbi olmayan, çok
önemli psikiyatri tekniği, kuşkusuz ruhçözümlemedir. Gerçi kurucusu
Sigmund Freud bir hekimdir ve bu kavramı hastalarını tedavi
ederken bulmuştur ama, oldukça kapsamlı olan kuramı tıp
pratiğine bağlanamazdı. Bunun yerine, her zaman bütünüyle yeni,
eleştirel bir eğitim ve araştırma sistemi
yarattığını görmüştü. Bu yüzden de psikiyatristlerin
hekimlik mesleğine girme zorunluluklarının
olmadığı kararına vardı. Ancak tam tersine, biyoloji,
psikoloji, sosyoloji, uygarlık tarihi, mitoloji, edebiyat ve edebi
bilimlerde başka konuların öğelerini birleştiren
içdisiplinli çalışmalarda bulunmalarını bekledi. Tıbbi
olmayanın daha iyi tanınması için, artistler, yazarlar vb. gibi
hasta olmayan çeşitli insanların analizlerinin
yapılmasını önerdi. Ne yazık ki, belli tarihsel
koşullardan ötürü, Freud'un amaçları, izdeşlerince sürdürülmedi.
Ölümünden son-
ra, ruhçözümleme tıbbi bir alan olarak yeniden
belirlendi ve de geniş modern psikiyatri dünyasının parçası
oldu. Gelişme, buna karşılık artan genel
karışıklıktan başka bir şey getiremedi.
(Ayrıntılı bir tartışma için bkz. «Yeni Modeller.»)
Burada, genelde «delilik» ya da «akıl
hastalığı» üzerine söylenilegelen-ler aynı zamanda cinsel
sapkınlık psikiyatrik bir sorun olarak
tanımlandığında uygulanır. Modern psikiyatristler çok
farklı cinsel sapkınlık modelleri kabul edebilir ve bu yüzden de
mesleki çalışmalarında büyük ölçüde farklı uygulamalar
içinde olabilirler. Bir kısmı ise, her cinsel sapkını hasta
bir insan gibi değerlendirebilir ve ona çeşitli geleneksel tıbbi
terapiler önerebilir. Bazıları da cinsel sapkınların
çoğunu sapasağlam kabul edebilir ve onları tedavi etmeyi her
zaman reddederler. Bununla birlikte, bir başka grup psikiyatrist, üçüncü
bir yolu benimseyebilir ve bir sonuca ulaşmak için hasta olmayan
sapkını bile herhangi bir yöntemle düzeltmeyi deneyebilir.
Kısacası, psikiyatrinin açıkça görülen tıbbi özelliği,
psikiyatristlerin hekimler gibi davranacağını ve hastalara uygulanan
yolun cinsel sapkınlara da aynı biçimde
uygulanacağının garantisi değildir.
Bu koşullar altında, belki tıbbi
model ve onun ne olduğuna daha yakından göz atmak gerekebilir.
Tıbbi Modelin
Çağrıştırdıkları
Tıbbi cinsel sapkınlık modeli, en
iyi bir hastalık gibi açıklanabileceği varsayımına
dayandırılır. Ya da daha çok, çeşitli sapkın cinsel
davranış biçimleri kendi neden ve belirtileri olan ve tıbbi
olarak tedavi edilebilir birçok farklı hastalıklar gibidir.
Varsayımı biraz daha açarsak, cinsel sapkınların tıbbi
hastalar olduğu, davranışlarının
sınıflandırılmasının tıbbi teşhise
girdiği, bu davranışın bir hekim tarafından düzeltilmesi
gerektiği ve bu girişimlerin böyle bir terapi oluşturduğu
kastedilir. Sonuç olarak, cinsel uyumculuğun
sağlıklılığa eşit olduğu ve uyum göstermek
için de bir tedavi gerektiği varsayılır.
Bu varsayımlarda bulunan insanlar aslında
bir cinsel sapkının «aklen hasta» olduğunu ya da «akıl
hastalığı» gibi bir şeyin varolduğunu kabul etmezler.
Tersine, onlar tüm cinsel sapkınların bedenen hasta ve dünyadaki her
hastalığın da bedensel olduğuna inanırlar.
Kısacası, tıbbi sapkın dav-
ranış modeli'nin bizzat kendisi
«akıl tedavisi» ya da psikiyatriye gerek duymaz. Birkaç kısa örnek bu
noktayı biraz daha iyi açıklayabilir:
Bedensel hastalıklar nedenlerine göre
geleneksel olarak üç ana kategoride ele alınabilir:
1 -
Bulaşıcı Hastalıklar, yani bazı mikrop ya da
virüslerin neden olduğu hastalıklardır. Örneğin
belsoğukluğu, frengi, tüberküloz, yaygın soğuk algınlığı.
2 - Vücut
Oluşumuyla İlgili Hastalıklar (Sistemsel): Bazı bedensel
tıkanıklıkların neden olduğu hastalıklar.
Örneğin damar sertliği, prostat büyümesi, ya da şeker
hastalığı.
3 -
Travmatik Hastalıklar: Vücut üzerinde bazı dış
unsurların etkisiyle ortaya çıkan hastalıklar. Örneğin
gıda zehirlenmesi, kırık, çıkık, kesik ya da yanma.
Bu kategorilerin üçü de şu ya da bu zamanda
sapkın davranışı sınıflandırmakta ve
açıklamaktadır. Örneğin:
•
İnsan, frengisel bir bulaşımın beyne
ulaşıp acı veren temaslara yol açacağını
keşfettiği zaman, belli, benzer anormal davranışların
böyle bir nedeni olduğu kuşkusuna kapılır (Bu
bakışa göre, sapkınlık bir bulaşımlı
hastalığı göstermektedir.)
•
İnsanlar yozlaşmaya inandıkları zaman, sapkın
davranışı kendisini «bozuk sinirlerle» gösteren ve
aşırı uyarılmış ve yanlış
yönlendirilmiş cinsel iştahın genetik maddesinin kalıtsal
bir zayıflığına, ileri düzeyde bozulmasına atfettiler.
(Bu bakışla sapkınlık, bir sistemsel hastalık
göstermektedir.)
•
İnsanlar, «mastürbasyon cinnetine» inandıkları zaman
sapkın davranışı tahrip edici «kötüye kullanım»
alışkanlığı takip eder ki, beyni aşırı
şehvet ateşleri içinde bırakır ve belli gerekli sıvılardan
vücut yoksun kalır. (Bu bakışa göre sapkın, travmatik bir
hastalık göstermektedir.)
Üç örnekte de sapkın davranışın
yalnızca bedensel nedenlere atfedildiğine dikkat etmek çok önemlidir.
Başka bir deyişle, bu kişinin davranışı
«yanlış»sa, bunun nedeni bedeninin hasta olmasıdır. Bedeni
sağlıklı olsaydı davranışı da «doğru»
olacaktı ve tedavi edilir edilmez yeniden «doğru» hale gelecekti.
(Öte yandan, bedeni tedaviye olumlu yanıt vermezse
davranışları «yanlış» olarak sürer.) «Akıl»,
«ruh», «akıl hastalığı» ya da «psikiyatrinin sözü bile
edilmiyordu. Bütün sorun kesinlikle bedensel hastalık ve bedensel tedavi
terimleriyle ifadesini buluyordu. Hastanın yalnızca sıradan bir
doktora gereksinimi olabilirdi.
Bununla birlikte bu ilk dönemlere ait kısa
öykümüzden şunu hatırlamalıyız ki, bugün artık modern
çağlarda sapkın davranış bedensel değil, salt
akıl hastalıklarına giderek artan bir biçimde
yorulmaktadır. Buna göre, sapkının vücudunda kötü herhangi bir
şey yoktur, ama aklında bozuk bir taraf vardır.
Bildiğimiz hekimin bunu tedavi
edemeyeceği ve yerine onun bir akıl iyileştirici ya da
psikiyatriste gereksinim duyduğu anlayışı yerleşir.
Her şeye karşın, tüm psikiyatristler tıp eğitimi
aldıkları sürece hekimle belli varsayımları
paylaşır ve böylece bulaşıcı, sistemsel ve travmatik
akıl hastalıklarının da ayırt edebilirler.
Ne yazık ki, pratikte bu yaklaşımın
çok yararlı olduğu kanıtlanamamış-tır. Özellikle
cinsel sapkınlığa ilişkin geleneksel tıbbi kategoriler
çoğunlukla karışıklığa ve karşıt
önerilere yol açmıştır. Örneğin, yıllar içinde, tek
başına «eşcinsellik» akıl hastalığı
sayılmış, bu nedenle farklı üç türün üçünü de
yaşamıştır. Özel olarak bu konuda aşağıdaki
görüşler öne sürülmüştür.
•
İnsanlar çoğunlukla yaşlı eşcinseller
tarafından ayartıldığı için eşcinseldir. Bu
nedenle, eşcinseller, genç insanlardan uzak tutulmalıdır. (Bu
bakışa göre, eşcinsellik bir bulaşıcı
hastalıktır.)
•
İnsanlar belli «zayıf kişilikle» doğdukları
için eşcinseldir. Çünkü onlar zamanla yaşlanmış oluyor ya
da hareketleri organizasyon yitimine uğruyor, (Bu bakışa göre,
eşcinsellik sistemsel bir hastalıktır.)
•
İnsanlar nevrotik ana-babalı ya da ilk cinsel
karşılaşmaları travmatik olduğundan eşcinsel
olurlar. Çünkü bu, onların normal cinsel girişimlerini önler (Bu
görüşe göre eşcinsellik, travmatik bir hastalıktır.)
Kuşkusuz bu psikiyatristler ortaya
attıkları bu savları netleştiremediler, hatta birçok
durumda onlardan habersiz kaldılar. Üstelik, bir kısım
psikiyat-rist de, bu varsayımlar bazı eleştirel gözlemciler
tarafından ele a'ındığs zaman, açıkça mahcup oldular.
Aslında akılsal ve bedensel hastalıkların herhangi bir
biçimde doğrudan eşitlenmesinde bazı kaba ve beceriksizce bir
yan vardır. Aklın bulaşıma uğrayan, bozulan ya da
yaralanan somut, elle tutulabilir bir şey, bir organizma olduğunun
ima edilmesi basit düşüncelilikmiş gibi görünüyor. Bütün
çağrışımlar psikoloji dünyasında bulunursa da, bunlar
gerçek değil, ancak mecazi olarak dikkate alınmalıdır.
Bulaşım, sistemsel işlevsizlik ve travma kavramları,
akıl hastalığına ancak şiirsel ya da benzetme anlamında
atfedilebilir. «Akıl mikropları» ya da yaralanabilir «ruhsal organlar»
yoktur. Bu yüzden birisi akıl hastalıklarını bedensel
hastalıklar gibi aynı doğrultuda sınıflandırmak
isterse, başka birinin sığınacak yeri benzetmelerde
araması gerekir.
Gerçekte, daha yakın bir incelemenin ortaya
koyduğu gibi, «akıl hastalığı» terimi bir benzetmeye
dayanmaktadır, mecazidir. Yani sözcüğün dar anlamıyla
konuşursak bir akıl, herhangi bir zihnin şişman
olmasından ya da bir içgüdünün kanser olmasından daha çok
hastalıklı olamaz. Bir insan, «hasta akıl» üzerine,
yalnızca bir insanın «kötü şakası» ya da
«hastalıklı ekonomisi anlamında konuşabilir. Gerçekten de,
«şaka» ve «ekonomi» sözcükleri gibi «akıl» sözcüğü de bir
soyutlamaya ilişkindir. «Fikir, akıl» bir kavramdır, sanıdır
ya da insan beyninin etkinliği ve işlevini özetleyen bir düşüncedir
(idea). Beynin bizatihi kendisi olmadığı açıktır. (Bir
beyin hastalığı bedensel hastalıktır.) Bu yüzden bir
insan akıl hastasıdır dediğimiz zaman, gerçekte «beyninin
işlevinin» kötü, hastalıklı olduğunu söylemiş
oluyoruz. İşin doğrusu, duruma göre, beynin kendisi
sağlıklıyken, işlevinin hasta olduğunu da söylüyor
olabiliriz. Olayın itibari değeri alınırsa, böyle bir
ifadenin anlamsız olduğunu görmek için kişinin mantık
profesörü olması gerekmez. Bu, motorda her şey yolundayken, bir
otomobil motorunun performansının (başarımının)
düşüklüğünü söylemek gibidir. Umutsuz bir karşıtlık...
Ne var ki, insan soyut bir kavrama somut bir koşul atfetmekte diretirse,
başka bir deyişle, insan «aklın da beden gibi hasta
olabileceğini» ve «öteki hastalıklar gibidir» fikrini ciddi olarak
ileri sürerse, bu karşıtlık kaçınılmazdır. Bu
iddia, eğer akıl gerçekten bir varlık olsaydı ve böylece
beden gibi mantıksal bir kategoriye sokulabilseydi, ancak o zaman anlamlı
olurdu. Bununla birlikte, gördüğümüz gibi, hiçbir modern bilimadamı
bu varsayımda bulunamaz.
Durum, insanların, yalnız bedenin
değil, aynı zamanda aklın da somut olduğuna
inandığı eski zamanlardan farklıydı. Örneğin,
Grekçe akıl için kullanılan «psyche» sözcüğü (modern «psikiyatri»
sözcüğünün bir kısmını oluşturur) esasen «nefes» ve
daha sonra da «can» anlamına gelmekteydi ve bu can'ın vücudun belli
bir özgün noktasında konumlandığı varsayılıyordu.
(Yürek, diyafram, ciğer ya da beyinde). Aynı zamanda can'ın göksel
bir yaratık ya da bir tür ruh olduğu ve bu yüzden etkilenebileceği,
hatta başka ruhlara geçebileceği kabul edilirdi. Bugün hiçbir hekim,
hatta hiçbir psikiyat-rist ne ruha ne de can'a inanıyor. «Psyche»
sözcüğü de, şimdi soyut, salt teknik bir terim oldu ve artık
canlı ve nefes alabilen, görülebilir varlığa ait değil.
Kısacası, modern psikiyatristler «bir akıl
hastalığı hakkında» konuştukları zaman,
aslında gerçek bir organizmanın hastalığı
hakkında değil, kuramsal olarak önerilen bir mecazi hastalıktan
söz etmiş oluyorlar.
Deneyimlerin gösterdiği gibi, bu basit nokta
çok kolaylıkla unutulduğu içindir ki, bunu döne döne vurgulamak
gerekir. Dahası, psikiyatristler tarafından kullanılan meslek
dili, çoğunlukla yeni arkaiktir, kesin değildir ve
yanıltıcıdır. Örneğin, yalnızca «psikiyatri»
(aklın iyileştirmesi), «psikoterapi» (akıl tedavisi) ve
«psikopatoloji» (akıl hastalığı) den değil, aynı
zamanda «psikoaktif ilaçlar» (aklı etkileyen ilaçlar) ve «psikocerrahi»
(akıl üzerinde yapılan ameliyat)den söz edildiğini sık
sık duyarız. Bununla birlikte, bunlar ve benzeri terimler, gerçekte
söylemek istediğimizden farklı şeyler içerir. Bunların
mecazi karekterini kavramakta başarısız olan kişi,
onları anlamakta da sınırlanmıştır. Başka
bir deyişle, mecazi anlamın dışında hasta
olamayacağına göre, o zaman ancak mecazi anlamda
iyileştirilebilir ya da tedavi edilebilir. Gerçekte, psiko aktif ilaçlar,
akıl üzerinde bir etki yapmaz. Ancak belki beyne ya da vücudun bir
başka parçasına etki yapıyorlardır. Psikocerrahi ise her
zaman bir beyin ameliyatıdır.
İnsan, kuşkusuz, sorunu çok daha iyi
bilmesi gereken uzmanların, rast-gele bir terminoloji kullanmalarına
şaşıp kalıyor doğrusu. Böylece, birisi «eğer bir
psikocerrah gerçekte bir beyin ameliyatı yapıyorsa, niçin öyle
söylemiyor? Niçin işinden bir beyin ameliyatı olarak söz etmiyor?»
diye pekâlâ sorabilir. Yanıtı, onun doğrudan beynin kendisiyle
ilgilenmediği, sadece bazı şeyler üzerinde dolaylı etkisini
sağlamak için ameliyat ettiği biçiminde olacaktır.
Psikocerrahın amacı hiç de beyni değiştirmek değil,
yalnızca beynin belirlendiği bir davranışı
değiştirmektir. Gerçekte o, beynin kendisinin sağlıklı
ve sadece davranışının hastalıklı olduğunu
kabul eder. Bir anlamda, ele alınan yalnızca beynin
davranışıdır. Bu yüzden kendi kendisini bir beyin
cerrahından çok, bir davranış cerrahı olarak düşünür.
Beyin cerrahları yalnızca hastalıklı beyinleri ameliyat
eder ve hiçbir zaman sağlıklı bir beynin ameliyatını
kabul etmezler. Sağlıklı bir beynin ameliyatı bu nedenle
«psikocerrahi» terimiyle adlandırılmalıdır, yani
akılda ameliyat. Deyim yerindeyse, vekaletle ameliyat... Bu mantıksal
temel kabul edildi mi, bütün işlem birdenbire bir anlam kazanmaya
başlar: Sağlıklı bir beyin, cerrahi olarak
yarılabilir, yani ameliyat edilebilir, çünkü bu yara, hasta bir aklın
iyileşmesiyle sonuçlanır.
Psikocerrahinin Batı dünyasında
yaygınlaştığı bir sırada ruhi cerrahi
ameliyatı için, çeşitli bedensel hastalıkları bulunan
Batılı hastaların belli geri kalmış ülkelere koşturması
hayret verici bir rastlantıdır. Amerika ve Avrupa'da
yasadışı olan bu tipte ameliyatla bir «ruhi iyileştirici»
kısmen bazı büyülü ayinler yoluyla hayali ameliyatını icra
eder. Burada cerrahi aletler kullanılmaz, yarma işlemi yapılmaz
ve nihayet iyileştirici tıpkı bir bıçak kullanmış
gibi emin bir şekilde sadece akılsal güçlerinin yardımıyla
hastalıklı organı kesip attığını iddia eder.
Üstelik işinin tamamladığının bir kanıtı
olarak da çoğunlukla hastaya, güya vücuttan kesilip atılan bir
kısım kanlı organ parçaları gösterir.
Modern Batılı hekimlerin böyle herhangi
bir büyüsel ayini cezai bir şarlatan hekimlik ve zalim, alaycı bir
hileden başka bir şey saymayacağını söylemek bile
gereksiz. Her şeye karşın, onun kuramsal nedeninden söz
edilirse, bir kimse yalnızca bedensel ve akıl
hastalığı kavramlarını
tartıştığında, bu hilenin ardındaki ideoloji
dikkate alınmaya değer. Aynı zamanda bu yaklaşım,
fiziksel ve akılsal terapi biçimleri arasındaki farklılık
üzerine dramatik ve çarpıcı bir ışık saçar.
İşin doğrusu, bu aydınlatılan bakış
açısıyla, aşağıdaki biçimde terminolojimizi
netleştirebiliriz.
Kültürümüzde savunulan davranışın
cerrahi düzeltimi, aslında her zaman beyin cerrahlığından
geçer. Yani gerçek bir organda icra edilen cerrahlık. «Psikocerrahi»
terimi böyle bir ameliyatı açıklamakta yanlış bir noktaya
götürüyor. Çünkü o, bir kişinin bütünüyle bir imgesel organ ya da
organizmada, akılda cerrahlık uygulayabileceğimizi ortaya
koyuyor. «Ruhi cerrahlık» (psychic surgery) terimi, öte yandan, beyin,
mide, ciğer, ya da yürek gibi gerçek bir organ üzerinde imgesel bir
cerrahlığa ilişkindir. Sonuçta, dördüncü bir mantıksal
olasılıkla, kişi, akıl gibi imgesel bir organ üzerinde icra
edilen imgesel cerrahlığı anlayabilir. Bu belki en iyi «ruhi
psikocer-rahlık» diye tanımlanabilir.
Belki de sorun şöyle özetlenebilir: Bir
kişi, beyin gibi gerçek bir organ ve akıl gibi imgesel bir
organın her ikisinden ameliyat edilebilir bir hastalığa
yakalanabileceği fikrine inanırsa, o kişi aynı zamanda
pekâlâ gerçek ve imgesel cerrahlık biçimleri önerebilir. Böylece, kişi
tamamen mantıksal olarak dört farklı olası bileşime
(kombinezon) varacaktır.
1 -
Alışılmış cerrahlık, yani beyin gibi gerçek bir
organ üzerinde yapılan gerçek cerrahlık.
2 -
Psikocerrahlık, yani akıl gibi imgesel bir organ üzerinde
yapılan gerçek cerrahlık.
3 - Ruhi
cerrahlık, yani beyin gibi gerçek bir organ üzerinde yapılan imgesel
cerrahlık.
4 - Ruhi
psikocerrahlık, yani akıl gibi imgesel bir organ üzerinde
yapılan imgesel cerrahlık.
Bu terapilerin ilki ve sonuncusu «saftır»,
yani teori ve pratiğin uyumlu kavramlarına ve böylece mantıksal
tutarlılığa dayandırılır. «Ruhi psikocerrahi»
kuşkusuz, salt büyüsel bir ayin ve bilimsel bir uygarlıkta kapı
dışarı edilen bir törenden başka bir şey değildir.
Onun şu ya da biçimi eski ya da «ilkel» halklar arasında pekâlâ
varolabilir; ancak artık günümüzde pratik bir anlam taşımaktan
yoksundur.
Alışılmış, yani
bildiğimiz cerrahlık -ki, binlerce yıl gerilere gider,- hâlâ
bilinmekte ve bu arada hayret verici ölçülerde gelişme göstermektedir.
Herkesin bildiği ve kavramsal sorunları olmayan bir türdür. Gerçekte
sorunsal-lık, yalnızca yukarıda sıralanan kategorilerin
ikinci ve üçüncüsündedir, çünkü onlar mantıken «saf değildir».
Bereket versin, günümüz kültüründe «ruhi cerrahi» hileli ve yasadışı
olduğundan kolayca atılır, ancak «psikocerrahi» başka bir
konudur. Örneğin biz, taş devri (trepaning) cerrah testeresi aletini
biliriz. (Yani bazı insanların beyninde delik açma ve açılan
delikten beynin içine yuvarlanmış kötü ruhların kovalanması
pratiği.) Aynı zamanda ucu sivriltilmiş en ilkel taşların
imgesel güçleri etkileyeceği umuduyla, bunların gerçek cerrahide
kullanıldığını da biliyoruz. Aslında bu eski
umutlar kendilerini korumuş ve bugün cerrahi alet ve tekniklerin süregelen
gelişimiyle kuwetlendirilmiştir. Ruhlara inanç azalabilir, ancak bazı
modern cerrahlar doğru bıçak ya da elektrodun, hastanın
kafatasının içinde doğru bir yere konulduğunda «ruhunu»
kontrol edeceği konusunda ikna olmuş görünüyorlar.
Gerçekte, «psikocerrahi»nin sonuçları
çoğu kez yeteri kadar dramatiktir: Önceleri saldırgan hastalar
uysallaşıyor, cinsel bakımdan saldırgan hastalar ise sekse
karşı tüm ilgilerinde bir gevşeme içine giriyorlar... Bununla
birlikte, henüz hiç kimsenin psikocerrahi alanına koymak istemediği
hadım etme gibi başka bedensel kötürüm bırakma biçimleri için de
doğrudur. Bu yüzden, birçok eleştirel gözlemci etkilenmedi ve
sistemde daha dürüstçe ve daha iyi kuramsal doğrulamalar
olmasını istedi. Bununla birlikte, pratiğe ciddi karşı
çıkışlar, mahkûmlar ve akıl hastaları gibi isteksiz ve
savunmasız durumda ve üstelik bir kısmı ilk anda suçlu ya da
hasta olmayan kişilere dayandırılmış olması
olgusu üzerinde kuruldu. Özellikle son birkaç yılda psi-kocerrahiye
karşı kamuoyunun tepkisi o denli güçlü oldu ki,
uygulayıcıları daha çok dikkat etmek zorunda kaldılar, en
azından ABD'de bunların yaptığı ameliyatların
sayısında çarpıcı bir düşüş ortaya
çıktı.
Bu değişimin başka önemli bir
nedeni, şimdi hızla, şiddetli, bastırılmış,
dinlenemeyen ve şizofrenik hastaların tedavisinde kullanılan
yeni «psikoak-tif ilaçlar»ın gelişmekte olmasıdır. Cinsel
sorunları olan insanlar, aynı zamanda, vücudun testosteron üretimini
azaltan «ilaçlarla» «kimyasal hadımlaş-ma»ya uğrayabilir ve
böylece kişinin cinsel arzusu da bir azalma gösterebilir. Bununla
birlikte, cerrahi bir hadımlaştırmanın tersine, bu kimyasal
hadımlaştırma kalıcı değildir, ilaç almadan
vazgeçilerek kolayca cinsel potansiyel eski haline getirilebilir.
Kısacası, bugün çeşitli insan davranışı sadece
içitimler (enjeksiyon) ve haplar yoluyla kışkırtılabilir,
durdurulabilir, değiştirilebilir ve yeniden
canlandırılabilir. Bununla birlikte, «psikocerrahi» durumunda
olduğu gibi, bu müdahalenin, açıkça vücut üzerinde etkileme yoluyla,
akıl üzerinde de etkilerde bulunacağını söylemek bilimsel
olarak doğru değildir. Bedensel değişimler sonucunda,
davranışta da değişimler ortaya çıkar. İşin
doğrusu, psikoaktif ilaçlar ve psikocerrahinin her ikisi de birçok
psikiyatristi önceki uğraşları olan akıl kavramından
uzaklaştırıp dikkatlerini yeniden vücut üzerinde
odaklaştırdı. Aslında bir hasta cerrahi ve ilaç alma gibi
fiziksel tedaviyle iyileştirilebiliyorsa, bu pekâlâ bedensel
hastalıktan başka bir şey değildir. Akıl gibi
anlaşılması güç bir kavram için ona doğru sürüklenir? Akıl
hastalığının salt bedensel nedenlerine duyulan eski inanış
yeniden su yüzüne çıktı ve gelecekte de pekâlâ pekiştirilebilir.
Ne de olsa, çoğu eleştirel modern psikiyatristlerin
bazıları tam anlamıyla, tıbbi, ya da daha çok biyolojik
araştırmanın üzerinde durulmasını savundu. Ahlaksal ve
toplumsal sorunlara gelince, yapabilecekleri hakkında çok alçakgönüllü
davrandılar.
Bu yeni oluşan alçakgönüllülük,
hastalığın yakın zamanlarda kullanılmaya başlanan
genel kavramlarında da görüldü. Artık aynı derecede kesin ve
değişmez bir hastalık durumuyla bazen yer değiştirebilen,
yine kesin ve değişmez bir sağlık durumu gibi bir
şeyin varolduğu düşünülmüyor. Yerine, şimdi insanların
bütün yaşamını uyarlaması ve değiştirmesi
gerektiği ve açık olarak bu uyarlama ve değişimlerin normal
işlevi bozmadıkları sürece kaygılanmaya yol
açmayacağı düşünülüyor. Aynı nedenle, bedensel ve ruhsal
işlevlerin bozulduğu, yani normal süregiden değişimlerin
kötü uyumlu hale geldiği noktada artık tıbbi bir müdahale
sözkonusudur. Bu açıdan, sağlık ve hastalık, bıçakla
kesilmiş gibi iki ayrı alternatif ya da uzlaşmaz
karşıtlık değildir, ancak onlar yaşam sürecinin
parçalarıdır ve bir sürekliliğin içinde yer alırlar.
Bütün bunlar, bilimsel temellere dayanan öteki
girişimlerde olduğu gibi, tıpta da dogmatizme yer yoktur
anlamına gelir. Özellikle psikoloji dünyasında neyin kötü uyumlu olup
olmadığını belirlemek, kendi bütünlüğü içerisinde
dikkate alınması gereken önemli ölçüde bireysel ve toplumsal
etmenlere bağlıdır. Dahası, başkasına kendi
teşhis ve tedavisini önermekte hırslı görünenler, kendi
değer yargılarını hesaba katmayı
unutmamalıdırlar. Sonuçta, geçmiş tıbbi bir psikiyatrik
kötü kullanımlar, sıradan insanın bile, şu noktayı
açık seçik anlamasını sağlamıştır: Tedaviye
yöneldiğinde kişinin kendi yargılarını dikkate
almamazlık etmesi olası değildir. Kişi, geçmişte
abartılan belirli iddialara karşın, bütün sorunlarının
tıbbi bir çözümü olmayacağının bilincindedir.
Tıbbi Modelin Eleştirisi
Daha önce görüldüğü gibi, «akıl
hastalığı» kavramının gelişmeleri tıp
biliminin dört olası teşhis koymasını sağlamıştır.
Bir insan:
1.
Kafaca ve vücutça sağlamdır;
2. Vücut
hasta, kafaca sağlamdır;
3.
Vücutça ve kafaca hastadır;
4.
Vücutça sağlam, kafaca hastadır.
Birinci örnekte hiçbir tıbbi tedavi gerekli
değildir. İkinci örnekte «doktor» gerekmektedir. Üçüncü örnekte ise
bir «doktor»a, bir de «ruh doktoruna gereksinim duyulmaktadır. Sonuncu
örnekte ise sadece bir «ruh doktoru tedavide bulunabilir.
Bu durum, tıbbın gelişen
uzmanlaşmasıyla ortaya çıkmıştır. Her ne kadar
uygulamacıları hâlâ klasik tıp eğitimi alıyorlarsa da,
psikiyatri ya da «ruh tedavisi» ayrı bir dal olarak ortaya
çıkmıştır. Böylece onlar yalnızca bedensel
rahatsızlıkları değil, aynı zamanda ruhi
rahatsızlıkları da tedavi etmesini öğreniyorlardı.
Gerçekte öteki geleneksel meslektaşlarından daha yetkili ve daha
hünerli «süper doktor» haline geliyorlardı. Öte yandan, vücut tedavisinde
yetkin olmayan, ama ruh tedavisinde yetenekli tıpdışı
«psikoterapistler» ortaya çıktı. Hastalıkların hem bedensel
hem de ruhsal yönleri olduğunu varsayan «psikosomatik tıb»bın
(Grekçe psyche: ruh ya da akıl, soma: beden)
izdeşlerince uğraşı alanı haline gelen bir ortak nokta
doğdu.
Buna bağlı anlaşmazlık Amerikan
Psikiyatri Derneği'nin Tanısal ve İstatistiksel El Kitabi (Diagnostic
and Statistical Manual DSM)'nda ortaya çıktı. Birkaç kez
çağdaşlaştırmasına karşın, temelde
Kraepel'in ruhsal bozukluklar sistemine dayalı el kitabı, hâlâ eski
izlerini taşımaktadır. 1968 baskısı (DSM II)
örneğin, anormal davranışları altı ana
başlık altında toplamaktadır. Bunların ilk ikisi
(«Zeka Gerilikleri» ve «Organik Sendromu») bedensel sorunlara
değinmektedir. Daha sonraki üç bölüm («Bedensel Koşullara
Bağlı Olmayan Psikozlar», «Nevrozlar» ve «Kişilik
Bozuklukları») salt ruhsal sorunları tanımlamaktadır. Son
bölüm ise (Psikofizyolojik bozukluklar) Hem ruhsal hem bedensel yönleri olan
«karışık» durumları içermektedir.
Şurası da vurgulanmalıdır ki,
bu sınıflandırma sistemi psikiyatristlerin kendileri
tarafından da gelişigüzel, heterojen, güvenilmez ve geçersiz diye
sık sık eleştirilmiştir. Örneğin, «psikoz»
yalnızca kendi başına bir kategori oluşturmakla kalmaz,
aynı zamanda «Organik Beyin Sendromlarının» bir alt kategorisi
olarak da ortaya çıkar. «Nevroz» gibi bozukluklar geniş ölçüde
psikanalitik varsayımlar temelinde açıklanır ve böylece öteki
kategorilerin farklı kuramsal çerçevelerine dahildir. Sonuçta,
«Kişilik Bozuklukları» kategorisinde «Cinsel Sapkınlık»
«Alkolizm» ve «Uyuşturucu Bağımlılığı» gibi
acayip alt kategoriler sayılmıştır. Alkolizmin kendisinin
uyuşturucu bağımlılığı olup
olmadığı sorusunu bir yana bırakalım, bu terimlerin
hangi bilimsel bilgiyi gerçekten içerdiğini insan kendisine
sormalıdır. Herhangi bir kimse cinsel sapkınlık ve uyuşturucu
bağımlılığının bir hastalığa
işaret olduğunu varsaysa bile, (bu oldukça su götürür bir
varsayımdır) sınıflandırmaların kendileri
hastalık hakkında pek fazla bir şey ortaya koymaz. Bu, bir
doktorun hastalığa «zayıflık», «bitkinlik», «ateş»,
«öksürük» ya da «başağrısı» gibi teşhisler
koyması gibi bir şeydir. Bütün bu şikayetlerin binlerce
farklı nedenleri olabildiği gibi, kişilik bozuklukları diye
nitelendirilen rahatsızlıkların da binlerce nedeni olabilir.
Ayrıca bunların nevrozlardan hangi noktalarda
ayrıldıklarını belirlemek de oldukça güçtür.
Tanısal elkitabına yapılabilecek en
ciddi eleştiri, sınıflandırma sisteminin
bazılarının hiç de bilimsel olmayışında yatar.
Yani, bu kategoriler «nesnellik» kılığına bürünmüş
ahlaki önyargılardan başka bir şey değildir. Bu tür
kuşkular, eski dönemlerde bütün psikiyatri tarihi boyunca «mastürbasyonal
çılgınlık», «patolojik yalancılık» ve «serserilik»
gibi hastalık iddialarıyla beslendi. Gerçekten de, 1973
yılına gelinceye değin eşcinsellik, Amerikan
psiki-yatristlerince resmen hastalık kabul ediliyordu. Bu yaftayı,
eşcinsellere özgürlük verilmesi için mücadele eden grupların artan
baskıları karşısında en sonunda kaldırdılar.
Böylelikle bazılarının da gururla gözlemlediği gibi; basit
bir kalem darbesi bütün dünyada yüz milyonlarca «hasta»yı aniden ve
mucizevi bir biçimde tedavi etmiş oldu. Bu, tıp tarihinde herhangi
bir büyük kitle tedavisi olsa gerek.
Çeşitli eleştiriler
karşısında Tanrısal ve İstatistiksel El Kitabı
1980 yılında bir kez daha çark etti. DSM III diye bilinen yeni
baskı, tanımsal olmaya çalışır ve böylece önceki
geniş kategorilerden vazgeçer. Bunun yerine birbiri ardı sıra
«öz kullanım bozukluğu»ndan «kuruntu bozukluğu», «uyum
bozukluğu» ve «kişilik bozulmasına kadar birçok heterojen
«bozukluklar» sıralar. Yine bu sınıflandırma bir tür
gelişigüzellikler ve pek fazla şey açıklamaz, ancak bu kez daha
ılımlı davrandıkları gözlemlenir. Ne yazık ki
«psiko-seksüel bozukluklar» diye nitelenen yeni bir tür, tıbbi
kılıkta değer yargıları, karşımızda
tartışılması gereken bir karmaşa olarak
durmaktadır. «Eşcinsellik» listeden çıkarılmıştır
ama «menedilmiş cinsel arzular», «menedilmiş erkek orgazmı»nda
boşalma ile erkek orgazmının doğrulanmamış
eşitliği ve açıkça ideolojik bir kavram olan «sapkın
aşk» (paraphilias) gibi pek az kavrayabildikleri kategoriler bütün
işleri altüst etmeye devam eder. Psikiyatrinin cinsellikle gerçekten
bilimsel bir tavırla ilgilenip ilgilenmeyeceğini anlamak için ciddi
cinselbilimciler (seksolojistler) galiba DSM IV'ün basılmasını
beklemek zorunda kalacaklar. (Daha ayrıntılı bir eleştiri
için bkz. «Cinsellik Tedavisinde Temel Dokular.»)
Deneyimler psikiyatrik teşhislerin
«tarafsız» tıbbi açıklamadan daha başka bir şey
olduğunu göstermiştir. Bunların çoğunlukla dolaysız,
bazen de kapsamlı toplumsal sonuçları vardır. «Ruhen hasta» diye
etiketlenen insanlar, herhangi bir kuruma teslime, tedavi ve başka zorba
müdahalelerin her türlüsüne zorlanmaya konu edilebilir. Cinsel
davranışlarından dolayı böyle damgalanmışlar için
bu, özellikle bir vakıadır. «Hastalık»ları onları
tercih etmek, kısıtlamak, çamur atmak ve cezalandırmak için bir
bahane olarak pekâlâ kullanılabilir. Bu yüzden gerçekten hasta olup
olmadıkları konunun
dışında kalır. Burada
yalnızca önemli olan gösterdikleri belirtilere ne gibi toplumsal ve
ahlaksal anlamlar yüklediğimizdir. Topal, astımlı,
şaşı ya da miyop bir insan kuşkusuz ki normal
değildir, hastadır; onu rahat bırakır ve bir kişi
olarak haklarına saygı gösterirsiniz. Ölümcül hasta olsa bile
insanın isteklerine karşın onu tedavi etmeye kalkışmazsınız.
Ancak tam tersine, zararsız bir «cinsel sapkın»ı hasta ya da
olmayabilir, davranışlarını değiştirmeye zorluyor
ve ona bayağı bir yaratık gibi davranıyoruz. Bu nedenle
cinsel sapkınlık öteki «akıl hastalıkları»
örneklerinde de olduğu gibi özünde tıbbi olmaktan çok ahlaksal bir
sorundur.
Anormal davranışların tıbbi
modeline karşı bazı son dönem eleştirmenlerin
aldıkları tavır en azından budur. Amerika'da
düşüncelerini özgürce açıklayan eleştirmenlerin
başında Sosyolog Erving Goffman ve Thomas J. Scheff, psikiyatrist
Thomas S. Szasz gelmektedir.
Goffman, 1959 yılında, hastaneye
yatırılıp «akıl hastalığı» tedavisi gören
insanların deneylerini inceledi, daha sonra Mülteciler adlı
kitabında da yer vereceği «Akıl Hastasının Ahlak
Kariyeri» başlıklı etkili bir deneme yayınladı. Bu
deney, aşağılama ve yoldan çıkarmanın bir
örneğini ters yüz eder. Tedavi edici dedikleri önlemler, aslında
toplumun kendi mensuplarının bir kısmını
karaladığı ahlak ayinlerinin bir parçası olarak kendini
açığa vurur.
Aynı görüş, birkaç yıl sonra
Scheff'in Akıl Hastası Olmak (1966) adlı kitabında
özenle işlenir. Kronik akıl hastalıklarını,
günahlardan arınma ve kurban arama çabasının sonucu olan
toplumsal bir fol olarak tanımlar. Gerçekte akıl
hastalığı, bazı sapkınları özel bir etiketle
yaftalamaktan ve bununla onları esas olarak toplum dışına
itmekten ya da onları yurttaşlık haklarından yoksun
bırakmaktan başka bir şey değildir. Bütün uygulama,
«kuralları çiğneyen tortular»ın kontrol altında
tutulması amacına hizmet etmektedir. Tıp dili ve psikiyatri
donanımı, topluluğun vicdanını huzura kavuşturmaya
yarayan aldatmacanın araçlarıdır.
Bununla'birlikte, belki de
sapkınlığın tıbbi modeline en şiddetli
saldırı bizzat psikiyatri mesleğinin içinden geldi. Szasz, Akıl
Hastalığı Miti (1961) ve Delilik Üretimi (1970)
adlı kitaplarında akıl hastalığını mit diye
niteler ve kurumsal psikiyatride akıl hastalarının tedavisini
engizisyonda büyücülerin tedavisine benzetir. Ona göre akıl
hastalığının varlığına inanmak
büyücülüğe inanmak kadar yanlış ve zararlıdır;
kişiyi aynı aşırılıklara sürükler. Psiki-yatristler,
aslında, akıl hastalığı ve tedavisi ile değil,
«yaşamın kişisel, toplumsal ve ahlaksal sorunları» ile
ilgilenmektedirler. Bu sorunları hastalık
diye yanlış ele alıp böylece
kişinin kendi dışındaki güçlere karşı antisosyal
davranışlarının kınanmasına yardımcı
olmaktayız. Bu ise kişisel sorumluluklar prensibini
zayıflatmakta ve toplumsal çatışmaların tıp bilimi ile
çözümlenebileceği hayalini güçlendirmektedir.
Bunlar ve öteki eleştirel yeniden
değerlendirme çağrıları, bu arada yalnızca kamuoyunda
değil, aynı zamanda tedavi edici ve yardımcı
işkollarında da dikkate değer yankılar yarattı.
Eleştirinin esas hücumunu reddeden bir çok tutucu psikiyatrist bile
onları rahatsız etmeye yetecek gerçeklikler
taşıdığını itiraf etmek zorunda kaldı.
Görüş alanlarını genişletmeye ve belki de ilk kez mesleki
etkinliklerinin toplumsal boyutlarını tanımaya zorladılar.
Yalnızca «hasta» ve «hastalık» üzerinde yoğunlaşmak yerine,
toplumsal kontrolün temsilcileri olarak kendi rollerini de gözden geçirmek
zorundaydılar. Sonuç olarak, bildirimlerinde daha dikkatli ve sapkın
davranışlara karşı daha hoşgörülü hale geldiler.
Özellikle şimdi, cinsel sapkın
davranışlar, psikiyatri çevrelerinde birkaç on yıl öncesine
oranla çok daha ılımlı biçimde ele alınıyor. Bundan
başka, Kinsey İstatistikleri ve son yıllarda yapılan
sayısız araştırmanın da gösterdiği gibi, bu tip
davranışlar önceleri düşünüldüğünden çok daha
yaygındı. Gerçekten sözde cinsel sapkınlığın
birçok biçimi hiç de sapıkça değildi ve «normal» bir
davranış olarak kabul edildi. Eğer ceza kanunumuz bu
anlayışı her an yansıtmıyorsa, bu, cinsel
reformların en ateşli savunucuları arasında olan
psikiyatristlerimizin bir kusuru değildir.
Toparlarsak, bugün hâlâ
sapkınlığın tıbbi modelini kullananlar artık bu
işi çok daha incelikle yapıyorlar diyebiliriz. Bununla birlikte,
bazıları da (bazı yetkili psikiyatristler dahil) yeniye, kendi
deneyimlerinden çıkardıkları tıbbi olmayan modellere
yöneldiler.
Yeni Modeller
Bu bölümün başlarında psikanalizin
tıbbi olmayan karakterini tartışmış ve Freud'un
yalnızca tıp pratiğine bağlanamayacağı
şeklindeki umudundan söz etmiştik. Gerçekten de, psikanalitik
yöntemin herhangi bir tarafsız tanımlaması,
davranışı öğrenilen modelde yattığını
ortaya koyar. Çözümlenecek olan kişi uzak geçmişte unutulmuş
olan deneyimlerini serbest çağrışımlar ve
halihazırdaki rüyalarının yardımıyla hatırlamaya
çalışır. Sözel bilgiler analist tarafında dikkatle gözden
geçirilir. Analist, bastırılmış bazı eski deneyimleri
ima edebilecek belirli ipuçları, tekrarlayan temalar ya da şablonlar
aramaktadır. Bu deneyim ya da deneyimler dizisinin kimliği belirlenir
ve bilincine varılır varılmaz, çözümlenen kişi,
deneyimlerine bu kez akılcı ve uygun tarzda yaklaşma
şansını yeniden kazanmış demektir. Kısacası,
psika-nalitik yöntem esas olarak tarihsel ya da çok daha özgül deyimle,
otobiyografik bir yöntemdir. Sorunlu kişi, bir zaman «yanlış»
dersler çıkardığı özgeçmişinden doğruyu
öğrenir. Yaşamın belki de onun için sakladığı
gelecek derslerden yarar sağlamadaki bu anlayış, onu o zaman
özgür kılar.
Psikanaliz, Birleşik Devletler ve Avrupa'da
uzun zamandan beri yaygındır ve ünlü taraftarlar
kazanmıştır. Örneğin Marie Bonaparte ve Erik Erikson gibi
bazıları psikanaliz tekniklerini tanınmış tarihi
kişilikleri, Edgar Allan Poe, Martin Luther gibi, incelemekte
kullanmışlardır. (Freud, Leonardo Da Vinci üzerine bir inceleme
yazmıştı.) Bu nedenle psikanalizin tıp dışı
kullanımı iyi tanınmıştır. Aynı anlamda psikanalistlerin
yardımına başvurmuş olan pek çok kadın ve erkek
şimdi artık yoga, meditasyon, biyolojik geri itilim (biofe-edback)
vs. gibi tıbbi olmayan tedaviler aramaktadır.
Farklılıklarına karşı bütün bu tedavilerin ortak bir
noktası vardır. Herhangi bir «hastalık» varsayımında
bulunmazlar ve acı çeken bazılarına yardımda bulunabildikleri
gibi aynı zamanda sadece kişisel gizilgüçlerini artırmak
isteyenlere de uygulanabilmektedir.
Bir başka gelişmekte olan yaygın
tedavi ise «davranış düzenlemesi» diye bilinir. O da insan
davranışım öğrenim modelini temel almaktadır ve kabul
edilebilir davranışları güçlendirmek için ödül kabul edilemez
davranış biçimlerini azaltmak için cezalandırma gibi
değişik teknikler kullanır. Yine bu da hiçbir hastalık
varsayımında bulunmaz. Buna karşılık süreç bütünüyle
faydacıdır:
Kapsamlı metafizik spekülasyonlara başvurulmaksızın
«hatalı öğrenim» düzeltilir. Buna karşılık, bu
yöntemde kullanılan cezalandırma tekniklerini oldukça tiksinti verici
bulan pek çok özgürlükçünün kafasını bu eleştirel olmayan
yöntemin karıştırdığını söylemek hiç de
şaşırtıcı olmayacaktır. Dahası,
başlangıç yıllarında «davranış düzenlemesi»
aslında rahat bırakılsa daha iyi olacak durumlarda bile
davranışları değiştirmek için kullanıldı.
Örneğin, eşcinseller, karşı-cinsel hale getirmek niyetiyle
bazı acayip ve korkunç tedavilere konu edildi. (Şimdiye kadar aksi
hiç denenmedi.) Böylesine kötü kullanımlar, bu arada aklanmış
açık zulümlere ve daha büyük mesleki önlemler alınmasına yol
açtı. Bununla birlikte, hiç kuşku yok ki, sıkı bir önderlik
altında ve hassas uygulamacıların ellerinde davranış düzenlemesi
hâlâ pek çok iyi şeyler yapabilir.
Son yıllarda bile tıbbi olmayan
sapkınlık modelleri önerilmektedir. Örneğin, akıl
hastalığını bir mit olarak niteleyen Thomas S. Szasz, insan
davranışlarına ya da kötü davranışlarına «kural
izleyici model» ya da «oyun modeli» önermektedir. Bu öneriye göre insanlar,
yaşamın pek çok değişik oyunlarının
kurallarını yavaş yavaş öğrenir ve hangi durumlarda
hangi oyunların önceliğe sahip olduğunu anlamaya başlar.
Çatışmalar, insanlar belirli kuralları kabul etmediklerinde,
oyunun ortasında kurallar değiştirildiğinde ya da yeni
oyunlar için yeni kuralları öğrenmeyi reddettiklerinde ortaya
çıkar. Bu çatışmaların bazıları
dışsaldır ve kendilerini toplumsal tartışmalarda,
mücadelelerde ya da devrimlerde gösterir; bazıları ise içseldir ve
«normal» birey davranışlarını çarpıtır. Bu
çarpıtmalar, «akıl hastalığı» diye yanlış
ele alınırken aslında bunlar sadece yaşamın
getirdiği sorunlardır: Güç bir durumdan başarıyla
sıyrılmakta karşılaşılan tükeniş...
Başka durumlarda, başkalarına çirkin göründüğü bir
toplumsal oyundan çıkarmak için insanlara akıl hastası
sıfatı yakıştırılır.
Söylemeye gerek bile yok ki, Szasz'ın modeli
Goffman ve Scheff'in kullandığı «etiket modeli» ile kolayca
uyuşur. Döne döne belirttiğimiz gibi herhangi bir tür
sapkınlık, en iyi kurallara uyan büyük çoğunluğun
kuralları ihlal edenlere taktığı bir etiket ile
anlaşılabilir. Herhangi bir sapkınlık incelemesi ya da
sapkın tedavisi bu nedenle olayın içinde cereyan ettiği bütün
toplumsal içeriği dikkate almak zorundadır.
Sapkınlığı (akıl hastalığı dahil)
bireysel bir sorun gibi ele alanlar burunlarının ucunu bile
göremezler. Bu modele göre sapkınlık kuşkusuz ki, tıbbi bir
sorun değildir. Bereket versin, en yaygın sapkınlık
modelleri, psikiyatrinin iki savunucusu olan Miriam Sieg-ler ve Humphry
Osmond'ın parlak bir çalışma ürünü olan Delilik Modelleri,
Tıbbın Modelleri (1974) adlı kitaplarında derinlemesine
incelenmiştir. Delilik, uyuşturucu
bağımlılığı ve alkolizme ait farklı
modelleri birbirleriyle kıyaslayarak her modelin bir diğerine göre
üstünlüğünü, sınırlarını ve kapsamlarını
gösterebilmekte ve böylece mevcut bazı mesleki
karşılıkları sona erdirmektedir. Bununla birlikte,
çalışmalarının önemi sadece bununla kalmaz. Kendileri bu
doğrultuda hiçbir girişimde bulunmamalarına karşın,
yöntemleri cinsel sapkınlık sorununa da kolayca uygulanabilir. Bu
nedenle metnimize onların tablolarından basitleştirilmiş
bir uyarlamasını almak pek uygun olacaktır. Tablo, kendini
yeteri kadar açıkladığı için fazladan bir yoruma gerek
kalmamaktadır. (576 ve 577 sayfadaki tabloya bakınız.)
Daha önce de söz edildiği üzere, Siegler ve
Osmond, tıbbi modeli epey terketmiş gibidirler. Buna
karşılık eşsiz üstünlükleri ve geleceğe yönelik büyük
bir gizligücü olduğuna inanırlar. Kuşkusuz meslektaşlarından
da tedavi kısıtlamaları yanında yüksek düzeyde bir
eleştirel bilinçlilik de beklerler. Psikiyatristler
şurasını iyi anlamalılar ki, onların
yardımını isteyen her bir kimse ya da onlara her başvuran
ruhen hasta değildir. Gerçekten de böyle sözde «hasta»ları «elekten
geçirmek» meselesi görevlerinin bir parçasıdır. Pek çok durumlarda
kesinlikle tıbbi olmayan tedavi önerileri en iyi çaredir ve bunu unutmamak
gerekir. Buna karşılık tıp kaynaklı psikiyatrinin
yardımlarıyla çözülebilecek yeter sayıda bireysel ve toplumsal
sorun hâlâ vardır. İşin aslına bakılırsa,
geçmişte pek çok psikiyatrist tıbbi modele yeterince güven
duymadıkları ve ona sıkı sıkıya
sarılmadıklarından başarısızlığa
uğradılar. Yine cinsel sapkınlık bu noktada ilginç bir
durum oluşturur.
Kraliçe Viktorya döneminde «mastürbasyonal
delilik», «nimfomanıa» ya da «eşcinsellik» gibi bozukluklardan
muzdarip sözde akıl hastalarına, kendi doktorları
tarafından bile çoğunlukla hem hasta hem de ahlaken düşkün gibi
davranıldıklarını daha önceki bölümlerde görmüştük.
Bununla birlikte iyi kavranılırsa tıbbi modelde ahlaksal
suçlamalara hiç yer yoktur. Bir de tam tersi var: Birisini hasta ilan etmek ve
onu bulunduğu koşullarda bütün sorumluluklarından affetmek doktorun
biricik yetkisi arasındadır. Bu nedenle tanımlamanın
katı anlamıyla, hasta kişi sapkın değildir. Hasta,
kabul edilmiş standartlardan sapma gösterebilir; o, resmi bir izinle böyle
davranmaktadır, çünkü hasta bir kişi olarak öyle yapmamak onun
«elinde değildir.» Bu demektir ki, bir psikiyatrist, bir doktor olarak
cinsel uyum gösteremeyenleri törel olarak olumsuz sapkın rollerinden
kurtarmak ve onları törel olarak olumlu ya da olumsuz bir niteliği
olmayan hasta rolüne geçirme gücüne sahiptir. Bu karar bile başlıbaşına
onları eza ve tedirginlikten kurtaracaktır. Aynı anlamda kesin
bir karara varmakta başarısızlığa düşen bir
psikiyatrist, kendi mesleğinin kuyusunu kazmaktadır. Herhangi bir
kararsızlık ya da tıbbi yaklaşımların ahlaksal
yaklaşımlarla karıştırılması yalnızca
hastalara değil, psikiyatri pratiğinin kendisine de
zararlıdır. Gerçekten de «akıl hastaları» birer sapkın
olarak görüldükçe, bu, gerçek psikiyatrinin tarihsel bir
başarısızlığı olarak ortaya çıkacaktır.
Öte yandan, «anormal» cinsel davranışlar
karşısında insanların kendi ahlak
yargılarını bir kenara bırakmayı neden güç
buldukları anlaşılır bir tutumdur. Her şeyden önce,
bizim kültürümüzde ahlak ve cinsel uyumluluk neredeyse eş anlamlı
hale gelmiştir. En önemlisi de, kamuoyu pekâlâ bilir ki, psikiyatrik
tanı çoğunlukla bir «mızıkçılıktır. Yani
öyle profesyonel bir manevra ki, ahlaksal sorunlarla yüz yüze gelmemekte hem
doktora hem de «hasta»ya yardımcı olur. Son olarak, cinsel
önyargılı doktorların getirip dayattıkları hasta rolü
oynamayı reddederek aklandıklarını da
hatırlamalıyız. Böylece örneklerimize dönerek, mastürbasyon
yapanlar, «nimfomanyaklar» ve «eşcinseller» sadece mahvedici günah ve suç
yaftalarına karşı değil, aynı zamanda pek merhametli
hastalık etiketine karşı da başarıyla mücadele
etmişlerdir.
Bu gibi gözlemler her ne kadar kendi ahlakları
pekâlâ geleneksel anlayışlardan farklı olabilirse de sorunu
ahlaksal terimlerle değerlendirmekte ısrar eden tıbbi modelin
eleştiricilerini desteklemeye vesile olmaktadır. Sonuçta, insan
cinselliği üzerine açık görüşlü yeni çalışmalar, bütün
ilgili kesimler arasında süregiden tartışmalar ve bütün taraflar
arasında ortak çalışma için ümitlenmeliyiz. Zor olmakla
birlikte, usavurma için genel bir kararlılık, uyum gösterememeyle
ilgilenmek için hâlâ en iyi umuttur.
CİNSEL SAPKINLIK MODELLERİ