10. UYUMCULUK VE SAPKINLIK

Her toplum, üyelerinin cinsel davranışı için standartlar, kurallar ve normlar geliştirir. Bu normlar, bir toplumdan başka bir topluma, bir tarihsel dönemden öbürüne, çok farklı olabilir, ama bunların her durumda yol açtığı sonuç, insanları iki gruba bölmek olmuştur: Normlara uyum gösteren «normal» kişiler ve normlardan sapan, yani «anormal» kişiler ya da «sapkınlar». Örneğin, yüzyılımızın başlarına kadar K. Afrika Siwanları, bütün «normal» erkekleri eşcinsel sayıyorlardı. Buna karşılık, Arap Yarımadasında yaşayan Rwala bedevileri, eşcinselliği öyle «anormal» ve iğrenç görüyorlardı ki, eşcinsel eylemlerde bulunanları idamla cezalandırıyorlardı.

Kendi toplumumuza bakınca, Viktorya çağında «normal» kadınların orgazma ulaşmamaları gerektiğinin düşünüldüğünü görüyoruz. Orgazma ulaşanlar ya da mutlaka ulaşmak isteyenler, çoğu kez hafifmeşrep, ahlaksız ve hatta hasta diye damgalanıyorlardı. Bugün ise «normal», «işlevsiz» ya da «yetersiz» sayılıp tedavisi öngörülenler, orgazma ulaşamayan kadınlardır.

Bu birkaç örnek, yalnızca cinsel normların göreceliğini değil, bu normlardan sapmaların çok farklı toplumsal tepkiler doğurabileceğini de göstermektedir. Bir başka deyişle, bir kültürde cinsel uyumluluk sayılan şey, bir başka kültürde cinsel sapkınlık olabilir; üstelik sapkın sayılanlar da çok farklı akıbetlere uğrayabilirler.

Gördüğümüz gibi, cinsel sapkınlığa en az dört şekilde yaklaşılabilir:

•   Kişisel bir yabansıdık olarak alaya alınabilir (Tamamen karşıcinsel Siwan erkekleri gibi)

•   Bir ahlaksızlık belirtisi olarak kötülenebilir (Orgazma ulaşan Viktorya çağı kadınları gibi)

•   Bir suç olarak cezalandırılabilir (Eşcinsel Rwala bedevileri gibi)

•   Bir hastalık ya da bozukluk olarak tedavi edilebilir (Orgazma ulaşamayan çağdaş kadınlar gibi)

Yukarıdaki durumların ilkinde cinsel sapkınlık önemli bir sonuç doğur-mamaktadır. Sapkınlık gösteren kişi, kolayca hoş görülebilen tuhaf bir insandır. Ancak, öteki üç durumun çok daha ciddi sonuçları vardır. Sapkınlık, bir kez ahlaksal, yasal, ya da tıbbi açıdan belirlenmeyegörsün, hemen kiliseleri, mahkemeleri ya da tıp mesleğini ilgilendirmeye başlar. Bunun sonucu olarak, sapkınlık gösteren kişi, artık itilmemesi gereken zararsız bir uyumsuz olarak görülmekten çıkarak, kurtarılması gereken bir günahkâr, cezalandırılması gereken bir suçlu ya da tedavi edilmesi gereken bir hasta haline gelir.

Kuşkusuz, demin saydığımız durumlara uyan dört örnekteki cinsel davranışın özel bir dikkat çekmeyeceği ve gerçekte hiç sapkınlık sayılmayacağı toplumlar da vardır. Böyle «hoşgörülü» toplumlarda cinsel standartlar birçok kişisel özellikleri kapsayacak biçimde geniş ve esnek olabilmekte ve böylece hem eşcinsel, hem de karşıcinsel erkekler, orgazma hem ulaşan hem ulaşmayan kadınlarla aynı normallik sınırları içinde sayılmaktadır.

Öte yandan, özellikle katı cinsel normları olan bir toplum, bütün bu farklı insan gruplarından herhangi birini ya da tümünü yalnızca bir değil, birkaç sapkınlık kategorisine yerleştirebilir. Viktorya Çağı Avrupa ve Amerika' sında orgazma ulaşan ve cinsel istekleri olan kadınların, çoğu kez hem ahlaksız hem de hasta sayıldığını daha önce belirtmiştik. Böylece onlar yalnızca dinsel öğütlere değil, aynı zamanda psikiyatrik tedaviye de katlanmak zorunda kaldılar. Günümüzde de bazı ülkelerde, erkek eşcinselliğine yalnızca günah değil, bir suç ve bir hastalık gözüyle de bakılmaktadır. Bu ülkelerin erkek eşcinselleri sonuçta üçlü bir toplumsal tepkiyle karşılaşıyorlar. Gerçekten de moral bozucu bir durum.

Ancak modern toplumlarda cinsel normlar oldukça hızlı değişebildiği ya da iki ayrı tip sapkınlık sayılan bir şeyin birdenbire basit bir sapkınlık ya da tam bir uyum düzeyine indirgenebildiği unutulmamalıdır. Böyle ani ve çarpıcı bir değişimin örneği son yıllarda ABD'de yaşanmış ve bu ülkede psi-kiyatristler artık eşcinselliği hastalık saymaz olmuş, birçok eyalette yasama organları, eşcinsel davranışlara karşı olan geleneksel yasaları kaldırmış ve Hıristiyan kiliselerin bazıları böyle davranışları günah sayarak lanetlemekten vazgeçmiştir. Böylece, oldukça kısa bir süre içinde çok sayıda Amerikalı eşcinsel, toplum dışına itilen kişiler olmaktan çıkarak saygın yurttaşlar haline gelmişlerdir. Yalnızca tutucu kiliselere mensup insanlar, tutucu eyaletlerde oturanlar ya da tutucu psikiyatrlara tedaviye gidenler, kendilerini, «düzeltilmesi» gereken sapkınlar olarak tanımlanır durumda bulmaktadırlar.

Böylece sorunun bir başka önemli yönüne ulaşmış bulunuyoruz. Hızla değişen dünyamızda cinsel davranışa ilişkin ahlaksal, yasal ve tıbbi standartlar her zaman birbirine uymayabilir ve hatta tümüyle kendilerine özgü olabilir. Yani bu standartlardan biri ile tümüyle uyum sağlamamız, öbüründen sapmamız sonucunu doğurabilir. Örneğin, terapist, orgazma ulaşamayan bir kadından, «tümüyle işlevsel» hale gelmesi için sık sık mastürbasyon yapmasını isteyebilir. Ancak, aynı kadına papaz, mastürbasyonun Tanrı tarafından cezalandırılacak bir günah olduğunu söyleyebilir. Kısacası o, ya sağlıklı ve ahlaksız, ya da ahlaklı ve hasta olmak arasında bir seçim yapmak zorunda kalacaktır. Kararı ne olursa olsun, sonuçta cinsel bir normu çiğnemiş olacaktır. Aynı nedenle, mastürbasyon yapmasını salık veren terapist de ceza yasasını çiğniyor olabilir. (Bugün bile, ABD'nin bir eyaletinde başkasını mastürbasyona zorlamak suçtur) Buna karşın, meslek ahlakı açısından terapistin böyle bir teşvikte bulunması gerekebilir. Yani terapist de ya yasalara uymak ve ahlaksız olmak, ya da ahlaklı ve suçlu olmak arasında bir seçim yapmak zorundadır. Böylece o da bir ikilemle karşı karşıyadır. Terapistin dinsel inançlarını ya da papazların tıbbi görüşlerini göze alarak, bu normlar çatışması daha derin olarak incelenebilir, ancak sorun daha şimdiden açığa çıkmıştır:

Gerek sapkınlık, gerekse uyumculuk görece deyimlerdir ve bunların somut anlamları, içinde bulundukları toplumsal koşullara göre değişir.

Geçmişte ne yazık ki bu basit gerçek her zaman anlaşılamamıştır. Bugün birçoğumuz için çok açık olan bu sorun, tarihte çoğu kez en aydın ve parlak zihinler tarafından görülememiştir. Tam tersine, cinsel sapkınlığı, kişiden kaynaklanan ve toplum tarafından denetlenmesi gereken nesnel bir nitelik olarak görmüşlerdir çoğu kez. Bu görüşe uygun olarak, bir «sapkın kişilik» bulunduğunu varsaymışlar ve çabalarını, onun özelliklerini bulgulamaya ve gelişmesini açıklamaya yöneltmişlerdir. Bu alandaki bulgularına dayanarak, sapkın kişiliği uyumluluğa zorlayacak çeşitli yöntemler geliştirmişlerdir. Cinsel sapkınlığa yüzyıllar boyunca kabul gören tek yaklaşım bu idi. Arasıra, bunun üslubu ya da vurgulanan sapkınlıklar değişmekle birlikte, sonuçlar her zaman şaşılacak ölçüde benzer idi.

Egemen toplumsal iktidarın dinsel içerikli olduğu ortaçağlarda sorun, temelde dinsel ve ahlaksal deyimlerle dile getiriliyordu. Böylece, cinsel uyumculuk ile cinsel sapkınlık arasındaki fark, doğru yol ile günah arasındaki fark olarak görülüyordu. Cinsel sapkınların içine şeytan ya da kötü bir ruh girmişti. Bunlar, yalnızca dua ederek ve tövbekar olarak «normal» insanlara dönüşebilirlerdi. Cinsel sapkınlığı denetleyebilmek için, toplumun daha fazla papaz ve kiliseye gereksinmesi vardı. (Bunun ussal sonucu olarak cinsel uyumculuk en iyi bir «kilise devleti»nde sağlanabilirdi.)

Modern çağın başlamasıyla birlikte, kilise iktidarını giderek laik makamlara bıraktı ve böylece sorun, temelde yasal deyimlerle dile getirilmeye başlandı.

Cinsel uyumculuk ile cinsel sapkınlıklar arasındaki ayrım, artık yasalara uyma ve suç arasındaki ayrım olarak görülüyordu. Cinsel sapkınlar «suçlu tipler» idi. Bunlar ancak ceza ve ıslah ile «normal» insanlara dönüştürülebilirdi. Cinsel sapkınlığı denetim altına alabilmek için toplumun daha çok polise ve hapishaneye gereksinmesi vardı. (Bunun ussal sonucu olarak, cinsel uyumculuk en iyi biçimde bir «polis devleti»nde sağlanabilirdi.)

Sonunda, 19 ve 20. yüzyıllarda siyasal otoriteye güven azalırken, bilime duyulan saygı arttı. Sonuç olarak sorun, temel tıbbi terimlerle tartışılmaya başlandı. Cinsel uyumculuk ile cinsel sapkınlık arasındaki ayrım, ruh sağlığı ile ruh hastalığı arasındaki ayrım olarak görüldü. Cinsel sapkınlar «psikopatlar» idi. Bunlar ancak psikiyatrik tedaviyle «normal» insanlara dönüşebilirlerdi. Cinsel sapkınlığı denetim altında tutabilmek için toplumun daha çok psikiyatriste ve akıl hastanesine gereksinimi vardı. (Bunun ussal sonucu olarak, cinsel uyumculuk en iyi bir «terapatik devlet»te sağlanabilirdi.)

Bu durumların her birinde aynı temel ideolojinin geçerli olduğunu görebiliriz: Varolan cinsel normlar üzerine kafa yorulamaz. Cinsel sapkınlık hoş-görülemez. Sapkın, sapkın davranışta bulunma hakkına sahip değildir. Suçluları yola getirmek ve cinsel uyumculuğu evrenselleştirmek için özel yetkilerle donatılmış özel toplumsal sözcüler ve kurumlar gerekmektedir. Genelinde insanlar «en iyi» cinsel davranışlara ancak bir tür totaliter denetim altında ulaşacaklar ve bunu koruyabileceklerdir.

İkinci bir gözlem yapmak da yerinde olur. Cinsel davranışın toplumsal denetimi, «Tanrı», «yasal düzen», ya da «tıp bilimi» adına yapılabilir. Ama hangi gerekçeye dayanırsa dayansın, bu, nesnel yansızlıkla ve «doğal» olarak sunulmalıdır. Toplumlar bunun gerçekte, bir insan grubunun başka bir insan grubu tarafından denetim altına alınması olduğunu itiraf etmekten hoşlanmazlar. Düzenlemenin toplumsal ve aslında siyasal olan yönü pek tartışılmaz ve dinsel, yasal ve tıbbi maske altında gizlenir.

Ancak sapkınlık sorununu anlamak isteyen biri, olaya çok daha geniş bir açıdan bakmak zorundadır. Sapkın birey ve onun kabul edilebilir türden «normal» bir kişiye dönüştürülmesi üzerine dikkatleri toplamak yeterli değildir. Bu dönüşümün yapılması için direten ve zaten onu peşinen sapkın olarak tanımlamış olanların incelenmesi gerekir. Gerçekten de böyle bir incelemede çoğu kez görülebileceği gibi, uyumu çoğunluğun haklılığını, saygınlığını ya da ruh sağlığını geniş ölçüde besleyen ve doğrulayan şey; günahkârlar, suçlular ve ruh hastalarının görünür varlığıdır. Bunlar, gereksinim duyulan «uyarıcı örnekler»i sağlamakta ve böylece nüfusun geri kalan kısmında toplumsal yakınlık ve denge kurulmaktadır. Bunların varlığı, aynı zamanda olumsuz yoldan, toplumun egemen değerlerini doğrular: Tanrıtanımazların varlığı dinin önemini vurgular, yasa tanımazların varlığı, yasaların ve düzenin önemini vurgular. Aklı yerinde olmayan insanların varlığı, psikiyatrinin önemini vurgular.

Öyleyse, sapkınlık ve uyumculuk birbirini desteklemekte ve ortak bir kaynaktan fışkırmaktadır. Sapkınlığın belli kişilerde kendiliğinden doğduğu ve toplumun da buna ilişkin bir tür eyleme zorlandığı görüşü, dar bir görüştür.

Toplumların, belli ölçüde sapkınlık yaratacak ve bunların yardımıyla seçilmiş belli normları geçerli kılacak biçimde kendi kendilerini örgütlediklerini söylemek daha doğru olur. Yani diyebiliriz ki, toplumlar hem kendi sapkınlıklarını hem de kendi uyumculuklarını öğretir; ayrıca sapkınlığın bazı kişilerde nesnel olarak varolduğunu ve bizatihi sapkın bir kişiyi ya da bizatihi sapkın bir eylem olabileceğini düşünmek, sorunu fazla basitleştirmek olur. Sapkınlık, kişilerin bir özelliği ya da onların davranışlarının niteliği değildir. Tersine, sapkınlık insanların etkileşiminin bir sonucudur. Toplumsal ilişkilerle yaratılır, sürdürülür ve yok edilir. Kısacası, sapkınlığı bir toplumsal rol olarak tanımlamak en doğrusudur.

Erkekler ve kadınlar, ya başkaları ya da kendileri tarafından sapkın olarak etiketlendirildiklerinde sapkın olurlar. Örneğin, bir kişinin dinsel inançları, resmi dinsel yetkililer tarafından yalnız ve tehlikeli bulunduğunda kâfir olur. Sonuçta bu yetkililer onu afaroz ederler ve eğer güçleri varsa zor kullanarak sustururlar. Öte yandan, bir kişinin eyleminin yasaya aykırı olduğu yetkililer tarafından anlaşılırsa, o kişi suçlu olur. Nihayet, bir kişi, davranışlarının ruh sağlığına aykırılık gösterdiği resmen anlaşıldığı zaman ruh hastasıdır. Ondan sonra psikiyatrik makamlar onu hasta ilan ederek tedaviye koyulurlar.

Aynı ölçütlere göre, erkekler ve kadınlar, başkaları ya da kendileri tarafından sapkın diye etiketlendirildikleri zaman sapkınlıktan çıkarlar. Örneğin, küfürlerini geri alarak ve tövbekar olarak, cezalarını çekerek ve suç işlemekten vazgeçerek ve ruh hastalığından kurtularak yetkili makamların isteğini yerine getirirler. Sonuçta, «kâfir», «suçlu» ve «ruh hastası» etiketleri resmen sökülüp atılır. Artık eski sapkınlar, uyumcu çoğunluğa katılır. Kilise de bağrına basar bunları, ya da toplum saygın kişiler olarak benimser, böylece sağlıklılar dünyasına katılırlar.

Özüne indirgendiğinde, uyumculuk ve sapkınlık arasındaki ilişki budur. Ancak uygulamada bazı ek etmenler durumu karıştırır. Bunlardan birine az önce kısaca değindik:

İnsanların kendi kendilerini sapkın olarak etiketlendirmeleri, yani kendi istemleriyle inançlarının küfür olduğunu itiraf etmeleri, işledikleri suçu itiraf etmeleri ya da bir ruh hastalığı için tedavi edilmeyi istemeleri sık sık görülür. Bazı durumlarda da tam tersine, kendilerine yükletilmek istenen sapkın rolü reddederler. Bunun korkunç bir yanlış olduğunu söylerler. Böylece afaroz edildikten sonra bile iddia eder, hapishanede bile masum olduklarını ileri sürer, akıl hastanesinde bile aklı başında kişiler olduklarını ısrarla söyleyebilir, ya da yükletilmek istenen sapkın rolünü başka bir nedenle reddederler: Resmi standartları çiğnediklerini kabul etmekle birlikte, bunların yasadışı ve geçersiz olduklarını ilan ederler. Böylece, geleneksel dinsel inançların batıl, ceza yasasının adaletsiz, teşhis yöntemlerinin bilimdışı olduğu ileri sürülebilir.

Yetkili makamlara gelince, onlar da bazen, belirli bir kişinin sapkınlığını onaylamaya çekinebilirler. Davranışları tümüyle gelenekdışı olmasına karşın, bunda olağandışı bir şey görmeyi reddedebilirler. Ya da, kendisi sapkın olmakta diretmesine karşın, arzusu hilafına onu hatalı ilan edebilirler. Ek olarak, bir kişinin üzerindeki sapkın etiketi başka iki yolla da olabilir: Birincisi, işgüzar sorgu görevlilerinin, rüşvet yiyen yargıçların ya da bilgisiz doktorların bir hata işlemiş olduğunu kabul edebilirler. Böylece «kâfir» diye yakılan bir kişi daha sonra aziz olarak ilan edilebilir, bir suçlu aklanabilir ve bir ruh hastası hatalı bir teşhisin şanssız bir kurbanı olarak taburcu edilebilir. İkincisi de, yetkililer, dogmalarında reform yapmaya, yasalarını yürürlükten kaldırmaya ya da psikiyatrik sınıflama sistemlerini gözden geçirmeye karar verebilirler. Bu durumların hiçbirinde sapkın, davranışını değiştirmediği halde tekrar uyumcu hale gelebilir.

Bütün bunlar, önemli bir başka noktayı ortaya çıkarıyor: Resmi standartları çiğneyen herkes sapkın diye etiketlendirilmiyor ve sapkın diye etiketlenen herkes resmi standartları çiğnemiyor. İmansızların tümü kilisenin dikkatini çekmiyor. Yasa çiğneyicilerin tümü yakalanıp hüküm giymiyor ve şaşırtıcı davranışlarda bulunanların tümü, soluğu psikiyatristin karşısında almıyor. Tersine, uyumcu olmayan bu kişilerin tümü, çevreleri tarafından az çok «normal» sayılıyor. Öte yandan, tümüyle «normal» olan kişilerin yanlış kanıtlara dayanarak kâfir, suçlu ya da deli rollerine itilmesi de pekâlâ olasıdır. Bu kişiler, biçilen rolü kabul ya da reddedebilirler ama her iki durumda da sapkınlıkları yadsınamaz bir olgu haline gelir ve sonuçlarına katlanmaya başlarlar. Belki hâlâ gerçek inançlarını yitirmemiş olabilirler. Ama yine de sapkındırlar. Belki gerçekten de yasaları çiğnememişlerdir ama yine de sapkındırlar; belki gerçekten «delilik» etmemişlerdir, ama yine de sapkındırlar.

Bu gözlemlerin ışığında, çağımızda sapkınlığı inceleyenler bakış açılarını çoktan genişletmişler ve sapkınlığın toplumsal içeriğini bütünüyle göz önüne almaya başlamışlardır. Yalnızca bireydeki sapkın davranışın kökenlerini merak etmekle kalmayıp, şu soruları soruyorlar şimdi: Belli kişiler, niçin ve nasıl toplumdan dışlanarak sapkın rolüne itiliyorlar? Bu kişiler kendilerine biçilen role nasıl tepki gösteriyorlar? Toplum buna nasıl tepki gösteriyor?

İnsanlar, sapkın rolünü hangi koşullarda red ya da kabul edebilirler? Toplum etmeninin, sapkın kişi için yararları ve zararları nelerdir? Öteki insanlar için yarar ve zararları nelerdir?

Kitabımızda bütün bu soruları olanca derinliği ile incelemek olanaksızdır kuşkusuz. Bunların karmaşıklığını anlamamız yeter. Amacımız sınırlı olduğu için kısa ve yüzeysel bir betimleme ile yetineceğiz. Bu yüzden de son bir noktayı vurgulayarak tartışmamızı kısa kesiyoruz. İnsanların, bir kez kendileri ya da başkaları tarafından sapkın olarak etiketlenmesi benimsen-meyegörsün, bu kişilerin, kendi toplumlarının özellikleri içinde bu rolün algılandığı biçimde sapkın rolünü oynamaktan başka seçenekleri kalmaz. Gerçekte bu kişiler çoğu kez sapkınlığı tam bir kariyer haline getirerek öteki sapkın arkadaşları ile birlikte özel sapkın alt kültürünü oluşturuyorlar. Böylece, örneğin bir münkir, yeni bir dinsel mezhebin tanınmış önderi olabilir: bir suçlu, profesyonelleşerek yeraltı dünyasına katılabilir ya da bir akıl hastası, «çılgınlığını» gözler önüne sererek bireysel izdeşlik kazanabilir. Bu sapkın alt kültürler, eninde sonunda kendi sapkınlarını yaratıyor ve bunlar da kendi alt kültürlerini oluşturabiliyor ve bu süreç devam ediyor.

Bütün bunların özellikle cinsel sapkınlıkla ilgisi nedir? İlk örneklerimize dönersek, bu soruyu en özlü biçimde şöyle yanıtlayabiliriz. Viktorya çağında orgazma ulaşan ve cinsel istek gösteren kadınların, çoğu kez hasta ve günahkâr sayıldığını ve gerek papazlar, gerekse psikiyatristler tarafından kurtarılmaya çalışıldığını görmüştük. Bu kadınlar, yalnızca şehvetli diye ahlaki açıdan yerilmekle kalmıyor, eğer mastürbasyon yaptıkları anlaşılır ise «mastürbasyon deliliğinden kurtarmak için tıbbi tedaviye alınıyorlardı. Eğer kocalarının cinsel başarısından hoşnut değillerse, «nimtomani» ya da «erotomani» tedavisine alınıyorlardı. Bu tedavilerde şaşırtıcı aşırılıklara gidildiği, klitoridektomi yapıldığı (klitorisin alınması), hatta daha radikal cerrahi müdahalelere gidildiği oluyordu. Eğer hastalar tedavi sonucu iyileştirilemez-se, ya «hafifmeşrep kadın» ya da «tımarhanelik deli» olarak sapkın bir statüye zorlanıyorlardı.

Ne var ki, orgazma ulaşan kadınların hepsi bu akıbete uğramıyorlardı. Eğer durumları fark edimlmezse ya da kocaları buna dayanabil irse, sapkın olarak etiketlenmiyor ve oldukça normal bir yaşam sürüyorlardı. Dinsel ve psikolojik görüşler nihayet değiştiğinde ve orgazma ulaşmaya çok eğilimli kadınlar bile normal sayıldığında, kadınlarda aşırı cinsel istek sorunu bütünüyle ortadan kalkmaktadır. Gerçekte durum bu arada neredeyse tersine dönmüş ve artık orgazma ulaşamayan kadınlar suçluluk duymaya itilmiştir. Böylece yine bazıları tedavi için psikiyatristin yolunu tutmakta ve hatta

daha «etkin» mastürbasyon için dersler almaktadırlar. Öte yandan, eğer gerçekten iffetli bir yaşam yeğliyor ya da kocaları, onların orgazma ulaşmamalarını yeğliyorsa, sapkın olarak nitelendirilmeleri tehlikesi pek yoktur.

Eşcinsel erkek örneği daha da öğreticidir. Kitabımızda daha önce de gördüğümüz gibi, eşcinselliği sorun etmeyen toplumlar vardır. Bu toplumlarda eşcinsel davranışlar hoş görülmekte, hatta özendirilmekte ama hiçbir «eşcinsel»e de rastlanmamaktadır. Bizim toplumumuzda da eşcinsel için özel bir rol ayrıldığını ve bazı insanların bu rolü az çok keyfi olarak benimsediklerini görmüştük. Kinsey'in sınıflandırma ölçeği, karşıcinsellerle eşcinsellerin kesin çizgilerle ayrılmadığını, birbirini dışlamadıklarını ve bu olgunun kalıcı olmadığını göstermiştir. Bu yüzden de herhangi bir kişinin eşcinsel olup olmadığı sorusuna nesnel bir yanıt verilemez ve yanıt ancak toplumsal etkileşim yoluyla belirlenir. Örneğin bir tek eşcinsel eylemde yakalanan bir asker ömür boyu sapkın bir kariyer sürmeye itilirken, genç bir erkek fahişe kendini karşıcinsel sayabilir ve toplum da onu öyle benimseyebilir. Bu kişi eşcinsel eylemlerini salt para için yaptığından, bunlar «gerçek sayılmamaktadır». Eğer polis tarafından yakalanmazsa, eninde sonunda evlenerek «normal» bir aile babası sayılabilir. (Ayrıntılar için «Eşcinsel Birleşme» bölümünün girişine bakınız.)

Ne var ki, bir erkek eşcinsel diye etiketlenmişse, yani kendini «eşcinsel», «ibn...» ya da «homo» saymaya ve herkes tarafından da böyle sayılmaya başlanmışsa, rolünü herkesin beklediği gibi oynar. Bu beklentilerin farklı toplumlarda ve farklı durumlarda değişik olacağını söylememiz bile gerekmez. Bazen eşcinsel rolü tümüyle olumludur: Bir şaman ya mübarek bir adam (belli «ilkel» kültürlerde olduğu gibi), ya da örnek bir yurttaş sayılabilir (Melji öncesi Japonya'da olduğu gibi). İnce ruhlu bir dahi de sayılabilir (bazen batı folklorunda olduğu gibi). Başka zamanlarda ise bu rol tümüyle olumsuzdur. Ortaçağ Avrupa'sında olduğu gibi bir münkir, bugün ABD'nin kimi eyaletlerinde olduğu gibi bir suçlu, ya da yine bugün ABD'nin kimi eyaletlerinde olduğu gibi «psikopat» sayılabilir. Ayrıca, aynı toplum içinde bile eşcinsel rolünün olumlu ya da olumsuz niteliğinin değiştiği unutulmamalıdır. Yani insanlar bu rolü terketmeden anlamını tersine çevirebilmektedirler. Böylece, bir toplumda eşcinseller farklı görülmeye devam edilirken, yine de kendileri hakkındaki ahlaksal değerlendirme değişebilir. Bizzat eşcinseller için de geçerlidir bu. Örneğin, kamuoyunun istediği gibi kendilerini «kötü» kişiler sayarak bu yüzden sorumsuz davranabilirler. Ancak vicdani yargı olarak «eşcinsellik iyidir» sonucuna vardıktan sonra, sorumlu yurttaş davranışına girebilirler. (Eşcinsel alt kültürü hakkında da aynı gözlemler yapılabilir.) Eşcinselliği sorun etmeyen toplumlarda ne «eşcinseller» ne de bir «homo alt kültürü» bulunmaz. ABD'de ise her ikisi de bulunmaktadır. Gerçekten de Amerikan homo alt kültürünün bizzat kendisi de, örneğin «teyzeler ve çıtkırıldımlar», «uzatmalı kraliçeler», «fahişeler», «bisikletliler ve deliler takımı» gibisinden birkaç ikinci derecede alt kültüre bölünüyor. Bütün bu gruplar kendilerine özgü toplumsal ve cinsel biçimlerini geliştiriyorlar. Buna karşın son yıllarda tümü de bazı ortak değişikliklere uğramıştır. Geçmişte genellikle ketum, kuşkulu, hoşgörüsüz ve dışlayıcı olmalarına karşın, bugün daha rahat ve açık hale gelmiştir. Üstelik artık onlara yeni, övünçlü ve liberal homo alt kültürleri katılmıştır. Bunlar arasında homo kurtuluş grupları, homo öğrenci birlikleri, homo spor kulüpleri, homo kiliseleri, homo siyasal gruplar ve homo meslek kuruluşları bulunmaktadır.

Bu ve öteki gelişmelerin sonunda, eşcinsellerin hem kendileri hem de kamuoyu katında, görüntüsü çok düzelmiştir. Giderek daha çok sayıda kişi eşcinsel rolünün içsel ya da kalıcı olmadığını anlamaya başlıyor. Çeşitli toplumsal baskılar altında edinilen özellikler dışında, eşcinsellerin cinsel yönelimlerinden başka bir ortak yanları yoktur. ABD'de eşcinsel sapkınlık yaratan sapkınlıklar böylece kırılmaktadır. En azından, geleneksel stratejilerden bazıları artık başarılı olamamaktadır. Örneğin, eşcinselliğin nedenlerinin psikiyatrik yöntemle araştırılmasının nesnel bir bilimsel çalışma olmadığı artık kabul edilmeye başlanmıştır. Bu anlayış, gerçekte eşcinsellerin denetim altına alınması için yeni mazeretler bulma ve yeni yöntemler geliştirme çabasından başka bir şey değildi. İşin aslına bakılırsa, eşcinselliğin nedenlerini araştıran bir psikiyatrisi, Protestanlığın nedenlerini araştıran bir Katolik engizisyon yargıcına oldukça benziyordu. Kuramsal bilgi sağlamak isteyen nesnel bir gözlemci değil, bir sapıncı ezip yoketmeye çalışan, kurulu düzenden yana bir ajandı. Üstelik, tıpkı Protestanlık gibi eşcinselliğin de belli bir nedenler grubu olmadığı anlaşılmıştır artık. Bu iki olayın bizzat kendilerine parmak basmak hemen hemen olanaksızdır, çünkü gerek Protestanlar gerekse eşcinseller, çeşit çeşit ve boy boydur. Son yargıda, dinsel ve cinsel sapmaların tek başlarına incelenmesinde yarar olmadığı anlaşılmaktadır. Bunlar dinsel ve cinsel Ortodoksluğun doğal ürünleridir.

Bundan bütün cinsel standartların eşit olduğu ya da tümünün birden terkedilmesi gerektiği anlamı çıkarılabilir mi? Sapkınlık yalnızca onu görenin gözünde midir? Her şey belirsiz midir? Kesin cinsel ölçütler hiç mi yoktur? İnsanları cinsel ahlaksızlık nedeniyle kınamaktan, cinsel suçlar nedeniyle cezalandırmaktan ya da cinsel sorunlar nedeniyle tedavi etmekten vaz geçmeli miyiz? Elbette hayır. Bütün bunları yapmak hem hakkımız hem de görevimizdir. Her şey bir yana, çatışma ve mutsuzluğa yol açan ciddi cinsel uyumsuzluk örneklerini hemen her gün görüyor ya da işitiyoruz. Bu örneklerin kimilerinde cinsel saldırganlığın çeşitli biçimlerine karşı korunma isteyen kurbanlar, kimilerinde ise insanı kötürümleştirici cinsel çekingenliklerden, zorlamalardan ya da yıkıcı eğilimlerden muzdarip ve profesyonel yardım isteyen kişiler vardır. Bunlardan ne ilki ne de ikincisi uzun bir süre yok sayılamaz. Hiçbir toplum belli cinsel idealleri olmadan yaşayamaz. Bu standartların uygulanması ve bu ideallere yönelinmesi, bu ideallerin amaçlanması, bir toplumun ahlaksal değerinin doğrudan yansımasıdır:

Ama aynı nedenle her toplumun yaşadığı deneyimlerin ışığında, cinsel deneyimlerin tekrar tekrar incelenmesi gerekir. Bir toplum, cinsel değerlerinin sorumluluğunu açıkça yüklenmeli, bir «doğal düzen» kuruntusu ardına saklanmamalıdır. Tarihsel ve karşılaştırmalı kültürel incelemeler cinsel şiddet ve mutsuzluğun çoğu kez doğrudan doğruya gerçekdışı, usdışı ve gereksiz toplumsal düzenlemelerden kaynaklandığını açıkça gösteriyor. Bizim uygarlığımızın bu konuda çok sefil bir geçmişi olduğu kesindir. Avrupa ve Amerika'da, cinsel sapkınlık tarihi resmi iki yüzlülüğün, zulmün ve bağnazlığın dehşet verici örnekleriyle doludur ve hepimizin önünde çok hüzün verici bir ders olarak durmaktadır.

Bundan sonraki sayfalarda, cinsel davranış üzerine Batının geleneksel, dinsel, yasal ve tıbbi standartları ayrıntılı olarak incelenecektir. Ortaya çıkan cinsel sapkınlık biçimleri ve bunlarla başa çıkmak için geliştirilen çeşitli yöntemler de uzun uzadıya tartışılacaktır. Başka kültürlerle birkaç aydınlatıcı karşılaştırmaya, gözleme de gidilecektir. Metin, kolayca anlaşılması bakımından üç bölümde düzenlenmiştir.

«DOĞAL» - «DOĞALDIŞI»

 

Dinsel ve ahlaksal sorunlar gibi, cinsel normların çiğnendiği yerlerde, cinsel uyumculuk ve sapkınlık, doğruluk ve günah olarak görülür. Cinsel davranışa «uyum halinde», «uygun» «ahlaken yerinde» ve «doğal» gibi tanımlar verilirken, sapkın davranış da «uygun olmayan», «ahlaksız» ve «do-ğaldışı» diye adlandırılır.

Özellikle «doğal» ve «doğaldışı» sözcükleri, doğanın bahşettiklerinin her zaman salt edeplilik ya da ahlaklılıktan çok daha etkin olması nedeniyle, oldukça yaygın bir biçimde kullanılır ahlakçılar arasında. Doğa, insanın saçma istek ve kaprisleriyle karşılaşmaz görünür. Bu nedenle, doğa, gerçekten nesnel bir otorite, doğru ve yanlış sorularda başvurulabilecek yanıl-maz bir yargıç olarak görülebilir. Doğal bir ahlaklılığın değiştirilemez, sonsuz, evrensel geçerlilikte olduğu ileri sürülebilir. Aynı nedenle, ahlak yargılarını doğa üzerine temellendirenler, kişisel eğilimlerinden uzak olduklarını düşleyebilirler. Onlara göre, yaşamamız gereken kuralları doğanın ta kendisi biçimlendirir. Doğanın yönelimleri doğru aklın yardımıyla bulunabilir ve biz insanlar bir kez onları bulduk mu, izlemeye zorlanırız. Ahlaksal olan şeyler yalnızca doğal olan davranışlardır. Bununla birlikte, bu kanıt doğa ve ahlaklılığın her ikisinin de yanlış bir temele dayanmasından kaynaklanır. Doğa yönelimlere sahip değildir ve bizim kişi olarak değerlerimizden sorumlu olduğumuzu yadsımakta ahlaklılık yoktur. Doğanın efendisi insandır ve onu kendi değişken çıkarlarına göre biçimlendirir. Buna göre insan uygun gördüğü doğal olayları özendirir ya da önler ve başka birine karşı koymak için de doğanın tek bir yasasını uygular sürekli. Gerçekte onun yaşamı büyük ölçüde doğanın işleyişini sürdürmesi için karşı çıkmak zorunda olduğu şeylere bağlıdır. Eğer insanlar yalnızca «doğal olanı» benimserse, sonunda sabun ve suyu istemeyerek tüm bedeni iltihaplı yaralarla kaplanan, ayrıksı aziz Simon Stylites gibi yok olacaktır. Yarasının üstünde kaynaşan kurtçuklardan yere düşenleri alıp eski yerine koyarken şunları söylüyordu Aziz Simon: «Tanrının size verdiğini yiyiniz!»

Şükür ki, çoğu insan bu aşırı dindarlık örneğini izlemeyecek denli akıllı. Böyleleri insanın ilerlemesinin her zaman doğayı 'olduğu gibi' izlenmemesi gerektiğine bağlı olduğunu biliyorlar. İnsanın tarihi, doğanın dönüşümünün tarihidir. Özcesi, uygarlaşmış yaratık olana değin kendi yaptığı bir dünyada yaşar insanoğlu.

Normal Anormal?

Bu eski Yunan Vazo resmi İsa'dan önce 6. Yüzyıla, Yunanistan'da «Mm Çağın» başlama dönemine aittir. Burada cinsel ilişki biçimlerini deneyen beş kişi daha sonra, geç dönemlerde Hıristiyan Teologlar ve Psikiyatrlar tarafından «anormal» ya da «sapık» olarak yorumlanmıştır. Soldaki iki erkek anal ilişkiye başlamak üzereler, ortadaki adam çift bir «olisbos»u (suni bir penis ya da «Dildo») kadının Vaginasına sokmaktadır, sağdaki kadın ve erkek oral ilişki yapmaktadırlar.

Bu insan yapısı dünyanın önemli bir parçası, insan davranışını belirleyen ahlaksal değerler sistemidir. Birçok eski ve yeni cinsel ahlaklılıkları sınadığımız zaman bu özellikler daha açık bir biçimde görülür. Hepimizin bildiği gibi, Yahudi - Hıristiyan kültürü seksin doğasının üretimsel olduğuna ve bu amacı güçlendirmeyen herhangi bir cinsel davranışın bundan ötürü «doğal olmadığına» inanmıştır, bunca zaman. Dinsel dogmalar, yaygın mitler, gelenekler, tutumlar, sivil-cezai yasalar ve dilimiz pek güzel bir biçimde yansıtır bu inancı. Örneğin, insanın cinsel organlarını genital organlar (Latince döllenme organları) ya da «üreme sistemi» olarak belirlediğimizde, onların döllenmeden ileri gelen doğal işlevlerini belirtmiş oluruz. Bununla birlikte, cinsel organların daha başka birçok özellikleri bulunduğundan, bu bakış oldukça seçmeci bir anlayışı yansıtmış olur. (Bkz. «Erkek Cinsel Organları» ve «Kadın Cinsel Organları».) Kuşkusuz bilimadamları bu olgunun bilincindedirler ve bu terimleri öyle uluorta, olur olmaz yerde kullanmaktan kaçınırlar. Bununla birlikte, bazen bilimadamları dışındakiler, uygun organlara «uygun» işlevler üretmeye çalışmakta ısrar ediyorlar. Bu anlayışa göre, Tanrı, doğa, ve akıl, üreme organlarının başka herhangi bir amaç için kullanılmasını yasaklıyor. Ancak ağız, diş, dil ve boğazın hep birlikte «gıda ya da beslenme sistemi» olarak tanımlanması pek anlamlı olacağa benziyor. Çünkü bu anlayış sürdürüldüğünde, sonraları insanların konuşması, şarkı söylemesi, ıslık çalması ya da öpmesini yasaklamaya değin uzanacaktır.

Aydın dürüstlüğü, böyle önceden tasarlanmış bir sonuca varan, katı, basitleştirilmiş düşüncelerden kendimizi uzak tutmamızı gerektirir. Bunun yerine, doğanın insan vücudunun nasıl kullanılacağını belirlemediği ve bunun her zaman insan iradesince belirlendiği gerçeğini koymalıyız. İnsan ağzını yalnız yemek yemek için değil, aynı zamanda konuşmak, şarkı söylemek, öpmek, sigara içmek, çalgı çalmak için, bacaklarını yürümek, koşmak, atlamak, zıplamak, tırmanmak, seksek oynamak ve tango yapmak için, cinsel organlarını da üreme ve aynı zamanda zevk almak ve eşine zevk vermek için kullanabilir.

Bu kullanışların herhangi biri kişiye göre «doğal» ya da «doğal değildir». Doğada değişiklik yapmak ya da yetkinleştirmek insanın bir parçasıdır. Üstelik kültürün de temelidir bu. İnsanlar günümüzde saçlarının ya da tırnaklarının «doğal olarak» büyümesine izin vermiyor, onları modaya göre kesip boyuyor. Ayrıca yiyeceklerini de doğal olarak, yani çiğ yemeyip pişirerek, ızgara yaparak ya da fırında pişirerek yiyorlar. «Doğal» acılara katlanmak zorunda olmadıklarından, bunları önleyici, yok edici ilaçlar yapıyorlar. Çeşitli bitki ve hayvanları olduğu gibi, yani doğal görünümleri ve biçimleri içinde bırakmayıp, onlardan yeni cinsler ve türler yaratıp yeni meyveler, yeni sığırlar yetiştirmeye girişiyorlar. Doğa, insanın uçmasını amaçlamadığı için ona kanat vermemiş, oysa insanoğlu çok doğal olarak, doğal sorunlarının üstesinden gelmiş; balonu, zeplini, uçağı, roketi ve uzay gemisini keşfederek doğayla ilişkisini bir kez daha göstermiş oluyor.

Özcesi insan kendisi için neyin «doğal» olduğuna yine kendisi karar verir ve ahlak değerlerini de bir başına oluşturur: Sonra da, kendi ahlak anlayışı içine girmeyen ve çevresindeki doğal dünya içinde görülen ahlak değerlerini bir kenara atar. Doğa da değer bakımdan özgürdür gerçekte. Doğanın tercihleri, yönelimi soncul amacı yoktur. Çürüme kadar gelişme, hastalık kadar sağlık, ölüm kadar yaşam da doğaldır. Doğa güneşi yağmuru da, sıcağı da soğuğu da yenebilir ve yenmez bitkileri de kısırlıktan kurtarıcı, gebelik önleyicileri ilaçları da, özcesi buna benzer her durumu sağlıya-

bilir. İnsan aklı bunlar arasında bir seçim yapıp kendi yaşamı için çeşitli ahlak ve ahlaklılık sistemleri yaratır. Şimdiye değin bu sistemler doğada sunulmakta olduğundan, insanların sahip olmadığı bir nesnellikle donatılmış görünürler. Bununla birlikte, bugün bu strateji kabul edilemez. Zaman, kendini bilen bir gerçekle yüzyüze gelmiş bulunuyor: Hepimiz inançlarımızdan ve inançlarımız adına dostlarımıza, insanlara yaptıklarımızdan sorumluyuz.

SEKS VE DİN

Ahlaksal sorunlara binlerce yıl tam anlamıyla dinsel içerikli kararlar getirildi. İnsanlar kimi üstün insan yetkesinden ayrıcalığın ne olduğunu öğrendikleri için doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırt edebiliyorlardı. Ama ruhlar; Tanrılar ya da Tanrı, belli bir yolda davranılmasını buyurdu, herhangi bir biçimde bu yoldan sapıp başkaldıranlar cezalandırıldı. Özcesi, ahlaklılık ve din bir anlamda özdeşti. Tanrıtanımaz ahlak sistemi ise ancak insanlık tarihinin son çağlarında görüldü, yani uygarlığın bir ürünü olarak ortaya çıktı.

Bununla birlikte, dinsel olsun ya da olmasın, geçmişin çoğu ahlak sistemleri, kendilerini evrensel geçerlilikte sunmaya çabaladılar ve bu yüzden kendilerinin insan etkisinden bağımsız olduğunu ileri sürdüler. Yalnızca kiliseler değil, aynı zamanda otoriter yönetimler de her zaman herhangi bir dolaysız ahlaksal sorumluluğu yükümlenmekte garip bir isteksizlik göstermektedir. Bu güçler, çok özgün olan ahlak ölçütlerini uygulamakta diretirken, bu ölçütleri kendilerine uygulamaya çoğun yanaşmadılar. Dindar ahlakçılar «Tanrının iradesi» ya da «Doğanın yönelimi»ne, Tanrıtanımaz ahlakçılar da tarihin mantığı «diyalektik materyalizmin yasaları» ya da bunlar gibi inanılmaz, karşıkoyulamaz güçlere dikkat çektiler. Bir nedenle sapkınlık ya «günah», «putperestlik», «yoldan çıkma» «günaha girme» gibi dinsel terimlerle, ya da «hainlik», «tepkisel davranış», «öznelcilik» ve «burjuva yozlaşması» gibi bu dünyaya özgü terimlerle tanımlandı. Sapkın kişilerin itirafta bulunması ya da herkesin gözü önünde özeleştiri yapması gerekirdi. Her iki durum sonucunda da bu kişiler yeniden eğitiliyor ve kimi resmi dogmalar uğruna kişisel ilgilerini kesmeye zorlanıyordu.

Genei ahiak üzerine söylediğimiz cinsel ahlak için de geçerlidir kuşkusuz. Burada da yine, dindar olsun. Tanrıtanımaz olsun, her iki uçta insan, eylemlerini onların zevk, doyum ya da mutluluk gibi «öznel» etkilerine göre değil de, ilgili eylemlerin iddia edilen «nesnel» karekterine göre yargıladı. Cinsel davranışın kimi yüce deneyüstü (transendental, aşkıncı) yasaya uyması gerekirdi. Bu yasa kimileyin yardımsever, hoşgörülü, esnek ve sekse yaklaşımı açısından olumlu, kimileyin ise baskıcı, dar, katı ve sekse yaklaşımı açısından olumsuzdu. İlk yaklaşımda insanların büyük çoğunluğu cinsel doyuma erdi. İkinci örnekte ise yalnız küçük bir azınlık bu doyuma kavuşabiliyordu. Geri kalanların tümü cinsel bakımlardan çeşitli düzeylerde engellenmiş olarak kaldı. Sonuçta, yaşamları oldukça tiksinç, sıkıcı ve acı-masızcaydı. Aynı zamanda kendi içlerinde mutsuz, başkalarına karşı da hoşgörüsüzdüler. Kimi toplumların kendi üyelerini cinsel çileciliğe zorlarken, başkalarına neden böyle davranmadıklarını çözemiyoruz. Friedrich Engels, Sigmund Freud ve Wilhelm Reich gibi yazarlar «Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni», «Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları» ve «Cinsel Ahlakın Boygöstermesi» adlı yapıtlarında, uzak geçmişte insan tarihi her nasılsa «yanlış bir yola sapıldığında» cinsel bastırmanın nedenlerini bulmaya çabalarken farklı kuramlar ileri sürdüler. Bununla birlikte, bunlar oldukça parlak kuramlar olmasına karşın, sorunların çoğunu çözümlemeden bırakıyor. Günümüzde yalnız tek bir şeyden emin olabiliriz: Cinsel ahlakı yaratan insanın ta kendisidir ve bu yüzden kendi iyiliğini tehdit etmeye başladığı zaman doğal olarak onu değiştirme hakkı da yine kendi elindedir. Gerçekte, koşullara göre bu hak onun ahlaksal görevi haline gelebilir.

Aşağıdaki sayfalarda, geçmişte ve günümüzde görülen çeşitli dinlerin bu alandaki öğretileri özetleniyor. Bununla birlikte çağcıl, dinci olmayan ahlak sistemlerinin de cinsel tutumlarda çeşitlilik gösterdiği anımsanmalıdır.

Tarihsel Zemin

Batı uygarlığının kökleri antik çağlara değin uzanır. Gerçekte ayrımında olalım ya da olmayalım, günümüzün ahlak değerleri yüzyıllardır akıp giden zaman içinde olayları, koşulları ve ortak deneyimleri yansıtır. Örneğin, eski pagan döneminden Yahudiliğe ve Hıristiyanlığa varıncaya dek, cinsel ahlak çok çeşitli dinsel inançlarca etkilenegelmektedir. Bu etki yalnızca doğrudan ve açık bir biçimde değil, aynı zamanda dolaylı, sıkça, ince ve gizlice görülüyordu. Birçok örnekte görüldüğü gibi, inançlar zayıflayıp değiştikten sonra bile etki göstermekte diretiyordu. Bu nedenle, kimi önemli Batı dinlerine ve özellikle insanın cinsel davranışı üzerine ortaya koydukları öğretilere, en azından şöyle bir göz atmak yerinde olacak.

Eski Yunan ve Roma

Genel olarak konuşursak, eski Avrupa uygarlıklarının sekse karşı çok olumlu bir biçimde yaklaştıklarını söyleyebiliriz. Oysa şimdi irdeleyeceğimiz anlamda, Kuzey Avrupa uygarlıklarını atlayıp, Batı ahlak anlayışını uzun zamandır etkisi altında tuttuğu için Akdeniz Bölgesinde görülen uygarlıklar üzerinde yoğunlaşabiliriz.

EROSVN KUCAKLAYIŞI

Yunanlılar, tüm cinsel isteklerin, gençlik, oyun ve güçlülük Tanrısı Eros'tan esinlendiğine inandılar. Onun kucaklayışına direnmek salt boşa gitmekle kalmayacak, aynı zamanda kutsal bir şeye saygısızlık olarak kabul edilecekti.

Eski Yunan'da yaşamın temel güçlerinden biri olarak görülürdü seks; olgudan çıkışla, tüm cinsel tepkilerin iyi bir şey olduğu kabul edilirdi. Gerçekten de çeşitli Tanrılar, ayrıca bereket, güzellik ve cinsel zevk Tanrıçalarına görkemli törenlerle, özel biçimde, özel tapınaklarda tapınılırdı. Yunanlılar aynı zamanda tüm Tanrılarının seks yaşamlarına gerçek bir güç ve çeşitlilik verdiklerine inanırlardı. Bu nedenle Yunanlılar, bu gücü o Tanrısal örneği izleyen ölümlüler için uygun bulurlardı.

Öte yandan, Yunanlılar cinsel perhize öylesine az ilgi gösteriyorlardı ki, bu nedenle dillerinde iffet, fazilet gibi kavramları karşılayacak bir sözcük bile yoktu. Bu kavramlar yerine «hazcılık», yani tanımlarının tümünde cinsel zevk anlamına gelen «hedone» sözcüğünü kullandılar. Bununla birlikte, eski Yunan'da hazcılık, «hedonizm» kesinlikle cinsel izin için bir buyruk, bir reçete anlamına geliyordu. Hazcılık, yaşamın oldukça hoş bir eğlencesi, insan bedeninin ve özellikle cinsel işlevselliğin vazgeçilmez bir öğesiydi. Zevk akıldan ayrı değildir ve onunla uyum içindedir her zaman. Beden, taşıdığı ruh uğruna asla cezalandırılmaz ya da ölme noktasına değin aç bırakılmazdı. Yunanlılar ölümden sonra bir yaşamın varolacağına inanmadıklarından, bu dünyada her anın dolu dolu yaşanmasıyla yükümlü saydılar kendilerini.

Gençlik ve fiziksel güzellik büyük hayranlık uyandırdığı için, gencecik bedenler her zaman giysilere bürünmüyor ve sık sık gururla sergileniyordu. Birçok dinsel tören ve güzellik yarışmalarında çıplak bedenle görünmek olağan bir durumdu. Genç erkekler cimnazyumda çıplak bulunuyor, spor karşılaşmalarında (özellikle olimpiyat oyunlarında) kadın seyirciler olmaksızın çıplak bedenle yarışıyorlardı. Öte yandan, Sparta'da oğlanlar ve kızlar arasındaki güreş karşılaşmalarında bile yarışmacılar çıplaktı. Erkek ve dişi dansçılar, partiler ya da başka türde toplantılarda konukları çıplak vücutla eğlendiriyorlardı. Ayrıca tapınaklar, tiyatrolar, meydanlar ve evler, çıplak erkek ya da kadın yontuları ve resimleriyle süsleniyordu. Cinsel çıplak görünümler olağan karşılanıyor, nitekim çıplak cinsel etkinlikleri konu alan birçok sanat çalışması bunu doğrulayan resimler sunuyordu. Yunanlılar sürekli bir güzellik arıyor ve hiçbir şey gözlerine sağlıklı, genç, çıplak bir insan vücudundan daha güzel görünmüyordu. Yunanlılar erkeğin üstün tutulduğu bir toplumdu ve onun 'altın çağında' güzellik ideali erkekti, kuşkusuz. Erkekler çoğunlukla evlenmeye, bir aileye bakmaya yükümlü olmalarına karşın, eşlerinde romantik bir bağlılık aradılar. Çoğu soylu, duyarlıkları ve tutkulu duygularını evlilik öncesi ve eşcinsel ilişkiler için saklıyordu. Bu konuda desteği yine dinlerinde buluyorlardı. Zeus ve Apollo gibi Tanrılar ve Herkül gibi yarı tanrıların güzel, genç erkeklere âşık olduklarına inanılırdı. Bu yüce örneklerin birçok Yunanlıya sürekli bir esin kaynağı olduğundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın.

Klasik Yunanistan'da aşk ve cinsel istek; gençlik, güçlülük ve önceden bilinemezlik Tanrısı Eros'ta cisimleniyordu. Eros, insanları istediği gibi kullandı; ona karşı herhangi bir direnç yalnız kutsal bir şeye saygısızlık olmayacak, aynı zamanda umutsuz bir çıkıştan öteye gitmeyecekti. Aşkın tüm biçimleri Tanrısal kökenliydi ve bu yüzden ona saygı gösterilmesi gerekirdi. İşte bu temel inanç, Yunanlıların cinsel konularda niçin o denli hoşgörülü olduğunu ve cinsel «sapkınlar»ın da niçin herhangi bir dava konusu olmadıklarını güzelce açıklamış oldu. Herhalde, şu bizim insan cinselliğinin modern, garip görünümlerinin çoğu, gerçekten bilinmiyordu. Örneğin, acı ve haz hiçbir zaman birleşmedi ve böylece cinsel «zalimlik», «kölelik ve disiplin» ve başka bu türden pratikler gelişme şansına sahip olmadı. Özellikle bu son durumuyla Yunanistan, imparatorluk Romasının cinsel gaddarlık ve acımasızlığının yaygın olduğu günlerde keskin bir karşıtlık oluşturuyordu. Sonunda, Romalılar arasında seks, Yunanlılar arasında görülenden çok daha kaba, duygusuz ve bayağı oldu. Bununla birlikte, zenginlerin alışılagelmiş belli yanları bir yana, sekse karşı Roma'da genel tutum oldukça akla uygun ve gerçekçiydi.

Yunanistan'da olduğu gibi, Roma'da da dinsel inançlar temelde bir tarım toplumunun değerlerini yansıtıyordu. Çiftçiler, sığırlarının artması ve iyi ürün almak için dua ederlerdi; zaten en eski dinsel törenleri de bu örneklere koşutluk içerisindeydi. Doğal olarak, zaman içerisinde bu törenlerin birçoğu değişip arındı; ne var ki, imparatorluğun kentleşmiş Roması hâlâ dinsel sefahat törenlerine ve cinsel bakımdan oldukça açık saçık şölenlere zaman ayırmasını biliyordu. Öte yandan, tarlalar ve bahçelerin bereket Tanrısı Priapus'un sertleşmiş durumdaki görkemli penisini gösteren yontularıy-la korunması da savsaklanmıyordu. Erkek cinsel organlarını simgeleyen sanat eserleri de şölenlerde taşınıyor, iyi şanslar getirsin diye bir güzel süsleniyorlardı.

Oysa, Yunanlılar gibi, Romalılar da hiçbir zaman seks ve üremenin birbirinden ayrılmaz olduğu inancına dikkat etmediler, ama cinsel etkinliğin tüm çeşitlerinin Tanrısal bir esin kaynağı olduğu ve bundan dolayı da iyi bir şey olacağına inandılar. Gerçekte, Yunan kültürünün egemen olduğu alan-

•ar içinde, imparatorluğun yayılmasıyla birlikte, Romalılar birçok Yunan gelenek ve inancını doğrudan benimsediler. Böylece, Yunanın Afrodit ve Eros'u, Roma'da Amor ve Venüs adıyla yeni iki Tanrı haline geliyordu. Yunan eşcinsel aşkının ülkücülüğü ve soyluluğu, henüz çoğu Romalının ulaşabileceğinden uzaktaydı. Eşcinsel ilişkiler normal ve doğal sayılırken, onları olağanüstü değerlendirenlere de seyrek olarak rastlanıyordu. Romalıların sekse yaklaşımı oldukça dolaysız, yavan ve kılgısaldı.

Özetlersek, Yunanistan ve Roma'da; dinlerin, insanın her türden cinsel kapasitesinin tam anlamıyla dışa vurulmasına izin verdiğini söyleyebiliriz. Modern dinsel inançlarla oldukça şaşırtıcı bir karşıtlık içinde olduğu görülüyor. Oysa, eski ve yeni tutumlar arasındaki en büyük fark, belki de budur: Eski Dünyada cinsel isteğin nesnesi üzerinde değil, bizzat kendisi üzerinde durulurdu. Böylece, erkekler ve kadınlar sık sık âşık olmuyorlardı. Aşk, âşık olandan kaynaklanan itici bir güçtü. Başkalarına yöneliyordu ama, gücü ve değeri hiçbir zaman onların tepkilerine bağlı değildi. Bu bakış, Yunanlılarda daha iyi dile getiriliyordu: «Aşk Tanrısı, âşığın kendisinde bulunur, sevilende değil.» Özcesi, her cinsel davranışta tapılan, cinsel eşten çok, aşk Tanrısının kendisiydi.

Eski Yunanlılar ve Romalılar, bedensel aşkı dinsel bir tablo içerisinde yücelttiklerinden, cinsel perhiz yapanlara karşı pek hayranlık duymazlardı. Ancak Helenistik dönemde, yani Hıristiyanlığın görülmeye başlamasıyla birlikte, bu perhizci tutum belli çileci filozoflar arasında bir ilgi uyandırdı. Filozoflar, ölümlü bir bedenle ölümsüz bir ruh arasında çatışma olduğunu ileri sürerek, «doğruluk» ve «saflık» uğruna tüm maddi şeyler ve duyusal zevklerden vazgeçtiler. Bu yeni çileciliğin birdenbire yaygınlaşmasının nedenleri pek açık değil. Bununla birlikte, ilk Hıristiyan düşünürlerinin büyük bir çekim gücüne sahip oldukları da oldukça açıktır.

Eski İsrail

Eski İsrail'in töreleri, yasaları ve dinsel inançları, Kutsal Kitap'ta titizlikle ve oldukça geniş bir biçimde anlatılır. Bu nedenle, Kutsal Kitap hâlâ çeşitli Batı ülkelerinde yaygın olarak okunur. Bu kitapları okuyan insanlar diğer insanlara göre İsraillileri daha iyi tanır. Koşullar nedeniyle, kitabımızda bu konuya ancak çok kısa bir giriş yapabileceğiz.

Çoktanrılı komşularının tersine, İsrailliler, yalnızca dünyanın yöneticisi ve yaratıcısı olan Yahova'ya, yani tek bir Tanrıya inandılar. Tanrı da İsrailleri

kendi kavmi olarak seçmiş, uymak zorunda olduğu yasaları elçisi Musa aracılığıyla iletmişti. Bu yüzden, İsrailliler de bu buyruklara göre yaşamak ve öteki Tanrısal yasa ve yabancı etkilerden uzak durmakla yükümlü tuttular kendilerini.

İsrailliler için seksin temel amacının üremeyi gerçekleştirmek olduğu bilinmektedir. Erkekler ve kadınlar «meyveli» olup, çoğalma sağlamakla yükümlüydüler (Yaradılış I: 28). En kutsanacak şey, geniş bir aile kurmaktı. Bu nedenle, Tanrı, İbrahim'i ödüllendirmeye karar verdiği zaman ona şunları söyledi: «Seni kutsayacağım ve soyunu deniz kıyılarındaki kumlar, gökyüzündeki yıldızlar kadar çoğaltacağım» (Yaradılış 22: 17). Bu nedenle, cinsel perhiz, Tanrı önünde yalnız çirkin bir şey değil, topluma karşı bir tutum alarak yoldan sapma anlamına da geliyordu. İşin doğrusu, çocuk yapmak istemeyen bir kişi, kan döken birinden değersiz sayılıyordu.

İsraillilerin çoğalmaya karşı bu Tanrısal ilgileri, erkek üreme organını saf ve hemen hemen kutsanmış bir varlık düzeyinde değerlendirmelerine yol açtı. Örneğin İbrahim, oğlu İshak'a uygun bir eş aramak için hizmetkârını görevlendirdiği zaman, ondan dinsel bir yemin istediğinde, hizmetkârın, elini İbrahim'in uyluğuna koyarak, oğlu İshak'ın hiçbir zaman Musevi olmayan biriyle evlenmesine yol açmayacağı üzerine yemin etmesi oldukça dikkat çekicidir (Yaradılış 24: 24). (Buna benzer bir uygulama Eski Roma'da da görüldü. Burada yemin edilirken, yemin eden, elini öbürünün yumurtalarına değdiriyordu.)

«Testide» sözcüğü, Latince «tanık» anlamına gelen «testis»in küçültücü bir biçimiydi. Bu sözcük, İngilizcede «testify», yani şahadet etmek, tanıklık etmek eyleminin kökünü oluşturuyordu. Öte yandan, seks organları belli bir koruma altına da alınıyordu. Bir kadın kocasıyla kavga eden bir adamın yumurtalarını ya da penisini sıkıp kocasına yardım ederse, kadının eli kesilirdi (Deuteronomy 25: 11-22). Ayrıca, cinsel olarak özürlü bulunan erkekler de cemaat dışına çıkarılırdı.

Kutsal Kitap'tan alınan çeşitli parçalar, İsraillilerin de cinsel zevklerine ne denli düşkün olduklarını gösteriyor. Buna dayanarak seksin, İsrailliler için sağlıklı yaşamın bir parçası ve seksten hoşlanmanın bir fazilet olduğu söylenebilir. Bu bakışa göre, yeni evli çiftler büyük bir balayı yapma hakkı kazanmış oluyordu: «Yeni evlenen bir adam askere alınmaz ya da herhangi bir iş verilmez, karısıyla mutlu olmak için evinde gönlünce bir yıl geçirir (Deuteronomy 24:5).

Öte yandan da, ne erkeklerin ne de kadınların vücutlarını çıplak göstermeleri teşvik edilirdi. Çıplaklık, genellikle ayıp ve utanç verici olarak değerlendirilirdi. Örneğin, zina eden bir kadın, kocası tarafından herkesin gözü önünde çırılçıplak bırakılarak cezalandırılmış olurdu. Sayısız töre ve düzenlemelerle, cinsel organların istemdışı görülmesi bile önlenmeye çalışıldı. (Sonraları, bir Yahudinin bir Yunan cimnazyumunda çalışma yapması, inançlarından saptığını gösteren bir durum olarak değerlendirildi.)

Her şeye karşın, Eski İsraillilerin bir erdemlilik taslama ve püriten hava içinde olduklarını söylemek yanlış olacaktır. Gerçekte, pek çok açıdan onların sekse yaklaşımları olumluydu. Ancak, üreme üzerinde durarak cinselliğin tek kabul edilir biçiminin birleşme olduğuna inanmaları da başka bir gerçek. Dolayısıyla, tüm üremedışı seks (kendi kendini uyarım da dahil olmak üzere), Tanrı'nın iradesine karşı gelmek olacağından, doğal bulunmuyordu. Dahası, eşcinsel ilişki ve hayvanlarla cinsel ilişki, ölümle cezalandırılıyordu (Levitikus 20: 13 ve 15).

Bu cinsel hoşgörüsüzlüğün, cinsel temellere dayandığını bir kez daha yerleştirmeliyiz belleğimize. İsrailliler, ulusal ve dinsel kalımları (bekaaları) için dövüştükleri zaman, çevreleri sayısız Tanrı ve putlara tapan ve cinsel etkinliğin tüm biçimlerini uygulayan kavimlerle doluydu. Eski Ahit'teki Krallar Kitabından ve peygamberlerin açıklamalarından, İsraillilerin Kudüs'te tapınaklara bağlı olarak çalışan erkek ve dişi fahişelere sahip olduklarını, üstelik bunların öteki yerel tapınaklarda da çalıştıklarını öğreniyoruz. Bununla birlikte, tektanrıcı saflık uğruna, bu «kutsal fahişelik» ve öteki çoktanrıcı töreler, sonunda halkın yaşamından silindi. Böylece halk, üremedışı seksle putperestliği birleştirip ona büyük bir dinsel kusur gibi davranmaya başladı.

Yine de, evlilik içinde birleşmenin dar çatısı altında bile olsa, cinsel zevk nispeten iyi bir şey olarak kaldı ve az da olsa özendirildi. İ.Ö. ve hemen sonraki yıllarda ortaya çıkan Yahudi tarikatı Essenelerde görüldüğü gibi, Eski İsrail tarihinin sonlarında, son derece çileci ülküler gelişti. Ancak bu cinsel çilecilik, hiçbir zaman bir bütün olarak Yahudi kültürünü temsil niteliği taşımadı.

Katolik Kilisesi

İsa Mesih zamanında, Roma İmparatorluğu sınırları içinde çeşitli çileci dinsel hareketler gelişmeye başlamıştı. O dönemde, tüm cinsel isteklerden vazgeçip çileciliği seçen Esseneliler yalnız değildi, insan vücudunun «murdar» olduğunu ileri sürerek ona eziyet edilmesini ve ölene değin aç bırakılmasını savunan birçok papaz ve mezhep de bulunuyordu. Bununla birlikte, İsa, cinselliğe karşı olan herhangi bir tutumu destekler görünmedi, üstelik cinsel bakımdan daha geleneksel ve olumlu olan Yahudi öğretilerini izledi. Gerçekte, özgün sorunlara karşı yaklaşımı üzerine çok az şey biliniyor. Kendisi bekâreti bozulmamış kaldı ama cinsel itileri de hiçbir zaman övmedi, mahkûm da etmedi. Uygulamada, cinsel bakımdan toplumdışı bırakılanlara karşı tutumu sevecen ve bağışlayıcıydı (Luka İncili 7: 36, 50/John İncili 8: 1-11.

İnsan cinselliği, daha ayrıntılı olarak, Hıristiyanlığın en büyük yaylalarından Aziz Paul tarafından tartışıldı. İsa'nın kişisel disiplini altında yetişmeyen Paul, zamanının olumsuz cinsel tutumlarından açık bir biçimde etkilenmişti. Paul'ün eşcinsel ilişkiyi şiddetli bir biçimde lanetlemesi, geleneksel Yahudi inancı çerçevesinde açıklanabilir. Paul, cinsel isteği son derece acınacak bir zayıflık olarak gördüğünden, bu geleneğin oldukça ötesine düşer. Nitekim Paul, bekârlığın evlenmekten daha üstün olduğunu açıkladığında, Yahudi öğretisine açıkça karşıt bir tutum içindedir. Sekse karşı bu çileci tutum Tertullian, Jerome ve Augustine gibi katı ve koyu Hıristiyan bilginlerince daha da derinleştirildi. Kilise Babaları diye adlandırılan bu düşünürler, çok düşük bir duyusal haz görüşüne sahiptiler. Parlak bir düşünür ve yazar olan Augustine, bu alanda oldukça etkinlik gösterdi. Kuzey Afrika'da doğup orada ölmesine karşın, orta yaşlarını, belli çileci düşüncelerin yayılıp moda olduğu İtalya'da geçirdi. Gençliğinde ve olgunluk yıllarının başında oldukça etkin bir seks yaşamı vardı, ancak Hıristiyanlığa dönmesiyle birlikte bunlara son verdikten başka, seksin utanç verici ve yozlaştırıcı bir şey olduğunu savundu. Ona göre, cinsel ilişki sırasında oluşan istemdışı bedensel tepkiler, köleliğin belirtisi gibi sıkıntı veriyordu insana. Bu bedensel tepkiler, Tanrı katında, kendi bedenlerinin ustası olmadıklarını gösterdi insanlara. Bu tepkilerin yerini, soylarının özdenetimleri ile Adem ve Hawa'nın günahları aldı; böylece Yahudiler, ille de cinsel doyum arayan şehvetli arzulardan vazgeçirildi. Bu nedenle, «yeni» bir Hıristiyan yaşamı bu türden şehvetin tümüyle bastırılmasını öngörüyordu. Evlilik kötü bir şey değildi, çünkü o soylu üreme görevi için karı-kocaya bir izin sağlamış oluyordu. Bununla birlikte, karı-koca arasındakiler de içinde olmak üzere, her cinsel etkinliğe kötü gözle bakıldı. Böyle bir eğitim sonucunda doğan her çocuğun günah-

Sodomi (hayvanlarla cinsel ilişki) suçu

Bugün bile ABD'nin birçok eyaletinde «Sodomi»ye ya da «doğaya aykırı suça» karşı yasalar vardır. Bu yasalar oral ya da anal cinsel ilişkiye, eşler arasında da, ağır cezalar verirler. Ama eskiden «Sodomi» denince yalnızca erkeklerin işleyebilecekleri dini bir suç anlaşılırdı.

Sodom'un Yıkılması

ilk Hıristiyanların inanışına göre incil kenti Sodom, erkekleri homoseksüel cinsel ilişkide bulundukları için Allah tarafından yıkılmıştır. Gerçi modern incil araştırmaları bu konuda şüphededir, ama bu yorum 1500 yıl boyunca Hıristiyan zihniyetini etkilemiştir. (Monreale Katedralinden Mozaik)

Hıristiyan İmparatoru Jüstinyen ve Danışmanları

Kentlerinin Tanrı tarafından yıkılmasını engellemek için Hıristiyan-Roma imparatorları Avrupa'da «Sodomiye», yani erkeklerdeki homoseksüel davranışlara !<arşı, ilk yasaları çıkarırlar. 6. yüzyılda Doğu Roma imparatoru Jüstinyen, (Burada arkasında hale olan) erkek homoseksüeller için ölüm cezasını ünlü yasa yapıtında resmi olarak yazmıştır. Bu yapıt tüm Batı hukukunu oldukça etkilemiştir. (Ravenna'daki San Vitale Kilisesinden Mozaik).

larından arındırılması için Babtizmin gücüne ihtiyaç duyuldu. Adem ve Hawa'dan beri süregelen şehvete karşı bu talihsiz karşıt tutum, sonraları bile öylece kaldı.

Augustine'nin kişisel günah ve suçu seksle birleştirmesi uzun bir süre etkinliğini gösterdi ve ne yazık ki daha sonraları bile Hıristiyan düşünürlerini etkilemeye devam etti. Kısacası ilk Hıristiyan kilisesinin herhangi bir duygunun gelişimine karşı entelektüel ve ahlaksal havasının düşmanca olduğunun anımsanması gerekir.

Onlar, dünyanın sonunun geldiğine, yani kıyamet gününün yaklaştığına inanırlar, hatta yaşam üzerine genel bir bakış kazanmadıkları zaman umutsuz ve çileci olurlardı. Bekâret, tam anlamıyla perhiz ve bedenin sistematik olarak ihmali, faziletin simgesi sayılırdı. Keşişler ve münzeviler övülür, şehvani olana karşı tutumları alkışla karşılanırdı. Dahası, kendi kendini hadım etme, ahlaksal bir davranışın yerine getirilmesi olarak değerlendirilirdi. Ayrıca, dinsel bağnazlık ve hoşgörüsüzlük; bir yücelik, ululuk ölçüşüydü. Sonuç olarak, Hıristiyanlık, Roma İmparatorluğunun resmi dini olduğu zaman, paganizmin kalıtları olarak görülen belli cinsel davranışları yasaklayan katı yasalar getirildi. Özellikle eşcinseller ile Hıristiyan cinsel ahlakından «sapanlar», büyük suç işleyenler olarak ilan edilip herkesin önünde diri diri yakıldılar. Özcesi, Hıristiyanlar kendi kendilerine baskı yapmayı bıraktıktan sonra, başkalarına zulmetmeye başlamışlardı. (Bkz. «Seks ve Hukuk -Tarihsel Zemin».)

Hıristiyan kilisesi, zamanla Avrupa'da yayılıp gelişirken, bu ilk Hıristiyan çileciliğinden daha ılımlı bir tutum içine girmiş bulunuyordu. Gerçekte, papazlar cemaatinden olanlar bile evlenip yeni aileler kurdular. Kilise önder-lerince kaldırılan bu yasaktan sonra, ortaçağda kilisede evlenmeler oldukça yaygın bir biçimde görüldü. Zamanla, cinsel suçları yargılama, dünyevi olan tüm sorunları yargılama hakkını ruhların kurtuluşuna bağlı sayan kilise mahkemelerine bırakıldı. (Bununla birlikte, belli durumlarda, dava konusu olanlar cezalandırılmak üzere yöneticilere teslim ediliyordu.)

Cinsel davranışa karşı ortaçağ kilisesinin tutumu; itiraf eden, pişmanlık duyduğunu açıklayanlar için -bunlar «penitentialler» diye adlandırılırdı-, yazılmış uzun bir günahlar listesiyle, onlara uygun cezaları anlatan kitaplarda iyi bir biçimde ortaya konmuştur.

Genelde, pişmanlık kitapları (penitentialler) «sapkın cinsel davranışa» ya da etkin «normal» evlilik çerçevesinde olan cinsel yaşama karşı az da olsa hoşgörülüydü. Ancak, sonraları Thomas Aquinas ve izdeşlerinin kilise üzerinde etkinlik kurmalarıyla birlikte, Hıristiyanlığın cinsel politikaları bir dereceye kadar daha dengeli ve gerçekçi oldu.

Ortaçağın en büyük tanrıbilimcisi olan Aquinas, seks konusuna dizgesel ve mantıksal yaklaşımıyla ciddi bir etki yarattı. Aquinas'ın bu konudaki temel varsayımı şuydu: İnsanın doğal cinsel ilişkileri, onu ister istemez üremeye götürür. Bu nedenle, bu sonuca hizmet etmeyen herhangi bir cinsel etkinlik «doğal değildir», yani Tanrının iradesine ters düşer ve günahtır. Thomas'in cinsel konudaki tutumu, işte bu tanıtıcı önermeyi temel alır. «Doğal» cinsel etkinlik yalnızca «doğru» amaç için, «doğru» eşle ve «doğru» yolla (yani üreme amacıyla, evli eşle ve birleşme yoluyla) olur. Cinsel etkinlikler bu üçlü ahlaksal ölçütten sapma oranına göre «doğal değildir» ve günahtır. Doğaya karşı en büyük suç (ağız ya da anal yolla), yanlış yolla, yanlış eşle (örneğin aynı cinsiyetten olanla cinsel ilişki) yanlış amaçla (salt cinsel haz için) cinsel etkinlik arandığı zaman işlenmiş olur. Benzer biçimde, hayvanlarla cinsel ilişki ve kendi kendini uyarım da çok büyük günahlardandır. Karşı cinsten yanlış bir eşle zina, ırza geçme ve ensest yoluyla seks, daha az günah sayılır. Aynı nedenle, «doğal» evli olmayanlar arasındaki cinsel ilişki, gebeliğe götürmediği sürece önemsiz bir itaatsizlikten öteye gitmez. Bununla birlikte, bu son duruma doğacak çocuk, gayrimeşru olacağı ve bir babanın bakımı ve şefkatinden yoksun kalacağı için, ciddi bir «doğal olmayan» edim gerçekleşir.

Augustine'den farklı olarak, Thomas, «doğru cinsel etkinliği» yani evlilikle olan birleşmeyi şehvetle kirlenmiş olarak görmez. O, yalnızca akılcı bir denetim yitimine uğradığı için pişmanlık duydu. Genel olarak konuşursak, Thomas'ın seks üzerine tanrıbilimci düşüncede ılımlı bir etki bıraktığı söylenebilir. Her şeye karşın, cinsel perhiz, onun için bile ahlaksal bakımdan evlilikten daha üstün bir meziyet olarak kaldı.

«Doğal» olana cinsel uyumculukta, Thomas'ın direnişi, başka türlü söylersek, bir «doğal hukuk» diye adlandırılan inancı, günümüze değin Katolik öğreti üzerinde belirleyici etkisini sürdürdü.

Hiç kuşkusuz, özgün örneklerde Kilise, seks üzerine ortaçağdan kalma bakışında ılımlı değişiklikler yaptı. Özellikle ABD'de, belli bir liberal anlayışın yerleşmeye başladığı görülüyor. Ancak bugün, Katolik olanların çoğu, insanın cinsel davranışını hâlâ sapkın olarak belirlerken, aynı temel varsayımlara başvuruyor. Kendi kendini uyarım, evlilikdışı ilişkiler, eşcinsel ilişkiler ve hayvanlarla cinsel ilişki, hâlâ çeşitli ölçülerde, «doğal olmadıkları» biçiminde bir yargıyla günah sayılıyor. Yapay döllenme, kısırlaştırma, düşük ve gebelikten korunmanın çoğu biçimleri yadsınıyor bir yandan da. (Gerçekte, gebelikten korunmanın yalnızca belli koşullar altında bir tek yöntemine davetiye çıkarılıyor; o da ritm yöntemi.) Son olarak da, kilisenin boşanmaları kabul etmediğini vurgulamak gerekiyor. Özetle, sekse yaklaşımıyla Katolik Kilisesi, dünya dinlerinin çok sınırlayıcı olanları arasındaki yerini koruyor.

Protestan Kiliseleri,

16. yüzyılda ortaya çıkan Protestan Kilisesiyle birlikte, birleşik Batı Avrupa Kilisesi bölünürken, başka birçok mezhep ve hareketlerin ortaya çıkışı da bu süreci devam ettiriyordu, nitekim bu gelişme günümüze değin uzandı.

İlk önemli Protestan önderleri olan Luther ve Calvin, öğretilerinde, Papa'nın seksi söz konusu yaptığında, onların da geleneksel tutumun çoğunu korudukları gözlemlendi. Bununla birlikte, Luther ve Calvin, dinsel bekaret töresinin ve cinsel perhizin övülmesine karşı çıktılar. Eski bir keşiş olan Luther, eski bir rahibeyle evlenerek eski geleneklerin ortadan kalkması için bir adım daha atmış oldu. Calvin de, daha düzenli ve üretici bir yaşama öncülük etme yolunda kendisine yardımcı olacak birini bulsa iyi olacaktı, bu anlayışla evlenme zorunluğu duydu. Her ikisi de, kadınların erkeklere yaşamda arkadaş olması için köle gibi boyun eğmelerini zorunlu saydılar. Özel olarak bu, Calvin'de kadını yaşam boyu kocasının en yakın yardımcısı olarak gören anlayışla biçimlendi. Kadın, çocuklarının bakımının yanı sıra, başka şeylerle de uğraşmalıydı. Bu nedenle, evlilik basit olarak bir üretme ve çocukların bakımını sağlama anlamına gelmiyor, eşlerin karşılıklı yararı için toplumsal bir kurum olma görevini de üstleniyordu. Evlilikte ulaşılacak cinsel zevk, aşırı tutku ve şehvetli isteklerle yozlaşmayı önlediğinden, ahlaksal bakımdan uygundu.

VIII. Henry yönetimi altında, Calvin'in teolojisi fazla aşırıya kaçmayan reformcu özelliğiyle ingiliz Püritenleri ve Amerika'nın doğu kıyılarındaki yeni İngiliz kolonilerine göç edenler arasında büyük etki yarattı. Varlıklarını sürdürebilmek amacıyla katlanmak zorunda kaldıkları sert, acımasız yaşam koşulları düşünülürse, Püritenlerin aile yaşamının bütünlüğüne çok değer vermesi daha iyi anlaşılır.

MADONNA ve ÇOCUK

(15. yüzyılda Fouquet tarafından yapıldı.)

İffetlilik ve üreme ideallerini birleştiren bakire Meryem'in bu paradoksal düşlemi, ortaçağ Katolikliğinin sekse karşı yaklaşımına en uygun örnektir.

Püritenler sekse karşı hiçbir tepki göstermeseler bile, evlilikdışı cinsel etkinliğin herhangi bir biçimine karşı son derece hoşgörüsüzdüler. Evlilik öncesi ve evlilikdışı seks, eşcinsel ilişki ya da hayvanlarla cinsel ilişki gibi şiddetle cezalandırılıyordu. Günahı özendirici şeylere karşı mücadele etmek için, Püritenlerin, genel giyim ve davranışları belirleyen katı yasalar getirdiklerini görüyoruz. Öte yandan, duyguları körükleyici, genelde istenmeyen davranışlara yöneltici yaklaşımlardan da kaçınıldı. Bu koşullar altında, bir süre sonra kendilerini sıkıcı, kasvetli ve neşesiz bir yaşam içinde görmeleri, hiç de şaşırtıcı gelmemelidir: Nitekim, bu sıkıntılı ve baskıcı ortama karşı tepkiler, Salem'de düzene karşı gelenlerin yargılandığı bir duruşmada başgösteren kitle hareketiyle, Püriten cinsel ahlakının ne denli gerçekdışı, bağnaz ve yıkıcı olduğunu göstermiştir. Şükür ki, bu katı kültür, sonraki yüzyıllarda oraya göç edenlerin daha liberal eğilimleri taşımasıyla büyük ölçüde yumuşadı. Ancak, her şeye karşın, Püriten tutum, Amerikan ceza hukukunda, özellikle eyalet ceza yasalarında kendini göstermekten geri kalmıyor.

Bu arada, pek çok Avrupa Protestan Kilisesi, yeni çileci felsefelerin etkisi altına girdi, özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısında, İngiltere'de, Kraliçe Victoria döneminde iffetlik taslama, benzeri görülmemiş boyutlara ulaştı. Bu durum, çoğu Batı ülkesini de etkilerken, seks hakkındaki Hıristiyan düşüncesine de derin bir biçimde yansıdı. Bu iffet taslama, kilise dışında, büyük ölçüde hekimler, psikiyatristler ve eğitmenlerin bulunduğu yerlerde gelişti. Papazlar, bu tutuma karşı önce belli bir isteksizlik göstermelerine karşın, gelişen eğilim karşısında bu dalgaya kapılmaktan alıkoyamadılar kendilerini. Öte yandan, bilim, dar cinsellik yaklaşımlarından vazgeçtiği bir sırada, pek çok kilise önderi güç durumda kaldı. Victoria'cı yalancı bilimsel kuramlar, bu önderlerin dinsel inançlarının bir parçası olmuştu. (Bkz. «Seks ve Psikiyatri Tarihsel Zemin».)

Bugün birçok Protestan Kilisesi, seks öğretilerine göre oldukça değişik bir tablo çizmektedir. Öte yandan, en sınırlı olası ölçüleri koruyarak, evlilikdışı tüm cinsel etkinliği günah sayıp mahkûm eden aşırı tutucu kiliseler de var. Bu kiliselerin kimileri, moda giysilere, makyaja, dansa, öpüşmeye, kucaklaşmaya ya da evlenmemiş eşler arasında herhangi bir yakın duyusal ilişkiye hiddetle bakmayı sürdürüyor. Gelgelelim, evli olup olmadıklarına ya da cinsel yönelimlerine bakmaksızın, herkesin cinsel işlerini yerine getirmesini açık açık savunan kiliseler de var. Kimi kiliseler ise, kadınların önemli devlet adamları, vaiz vb. olmasını özendirmekle kalmıyor, özdeş cinsiyetten aşler arasındaki evlilik törenlerini de yürütüyorlar. Son zamanlarda, Birleşik Hıristiyan Kilisesi ve Esipcopal Kilisesi gibi kimi büyük Protestan mezhepleri, eşcinsel bir rahibe ilk kez açıkça görev vermiştir.

Ortaçağ İspanyasında ahlaksızların (kâfir) idamı

Ortaçağ Avrupasında «Sodomi» sık sık kâfirlik ve dinsizlikle bir tutulmuştur. Örneğin ispanyol Engizisyonu Yahudileri, kâfirleri ve Sodomitleri aynı derecede cezalandınyordu. 1479 Yılında Kral Ferdinand ve Kraliçe İsabella, Sodomitlerin halk önünde yakılmalarına ve mallarına el konmasına resmen karar verdiler. Ressam Pedro Berruguete'nin resmi idamı göstermektedir. Bugünkü gözlemcilerin dikkatini ilginç bir detay çekmektedir: odun yığınının ortasındaki kazığın penis biçimli bir kazığı vardır. Bunlar suçluların bacakları arasında durarak vücudu yanma sırasında dik tutarlar. (Prado, Madrid).

Protestan Kiliselerinin daha geniş bir bölümü, bu uç noktalar arasında, ortada bir yer alıyor. Birçoğu, insanın cinsel itilerinin yalnızca üreme amacı taşımadığını, evli çiftler arasında güçlü bir fiziksel ve ruhsal bağ yaratıp kişinin zenginliğine hizmet eden bir Tanrı vergisi niteliği taşıdığını da belirtiyorlar. Cinsel ilişkinin birleşme dışı biçimleri, gebelikten korunma ve kısırlaştırma, bu nedenle, koşullara göre ahlaksal olabilir, hatta böyle olması da istenebilir. Mutsuz evlilikler boşanmayla çözümlenebilir. Evlilik öncesi seksin koşullara göre yargılanması gerekir; bu ilişki günah değildir. Geleneksel cinsel normlardan sapan insanları sevecenlikle, anlayışla karşılamak gerekir. Başkalarına zarar vermediği sürece onları herhangi bir yolla şikâyet ya da dava etmek, ahlaksızca bir tutumdur. Nitekim, Amerikan Ulusal Kiliseler Konseyi, bu tür davalara bir son vermek istemektedir. Kiliseler Yönetim Kurulu, tüm yurttaşların, cinsel ya da duygusal tercihlerine dikkat etmeksizin, onların sivil haklarının tümünü destekliyor.

Reformasyonun Etkisi

16. Yüzyıl Protestan Reformasyonu o güne kadar bir bütün olan Batı Kilisesinin bölünmesine neden oldu yeni ve çoğunlukla karşıt olan dini ve ahlaki görüşlere yol açtı. Bunun sonucunda Hıristiyanlar için Tanrının «gerçek» iradesini ve «doğanın gerçek niyetlerini» anlamak gittikçe zorlaştı.

(Solda) 16. Yüzyıldan birprotestan karikatürü Papa Alexander VI'yı şeytan olarak göstermektedir. (Sağda) 16. Yüzyıldan bir katolik karikatür, Martin Luther"ı Şeytan tarafından çalınan bir tulum (gayda) olarak göstermektedir.

KARŞI - KÜLTÜREL PERSPEKTİFLER

Tıpkı Yahudi - Hıristiyan Batı uygarlığında olduğu gibi, başka kültürlerin cinsel tutumları da, onların dinsel inançlarından etkilenmektedir. Bu tutumlar hemen hemen tam anlamıyla, cinsel özgürlükten katı çileciliğe bir dizi oluşturur. Gerçekte, kimi Doğu dinleri sekse karşı yaklaşımlarında bilinen olumsuz etkisini gösterir. Bununla birlikte, genel olarak konuşursak, Batılı olmayanların, geçmişin her döneminde bizden daha çeşitli cinsel biçimlere yer verdiğini söyleyebiliriz. Nitekim, Afrika ve Asya'da cinsel «sapkınlar»a yapı-

lan zulüm, seyrek olarak Amerika ve Avrupa'daki kadar bağnaz olmuştur. Elinizdeki kitaba özgü gözlemler, yetkin ve ayrıntılı bir tartışmaya ne yazık ki izin vermiyor, gene de, Batılı olmayan dinlerden seçilmiş örneklerle pekâlâ onları tanıtmaya çalışabiliriz.

İslamiyet

İ.S. 7. yüzyılın başlarına uzanan tarihiyle İslâmiyet, büyük dünya dinlerinin en gencidir. Kurucusu Muhammed, Yahudi - Hıristiyan inançlarından belirli ölçüde etkilenmiştir, nitekim İslâmiyetin kutsal kitabı Kuran'da, Yahudi -Hıristiyan geleneklerini yansıtan birçok ahlak anlayışı yer almıştır. Ayrıca Müslümanlar, Kuran'a ek olarak, Muhammed'in ölümünden sonra resmi bir hukuk olarak gelişen Şeriat'in ahlak otoritesini de benimsemişlerdir. (Şeriatın rolü, Yahudilikte Talmud'un rolüyle karşılaştırabilir.)

İslâmiyet, geçici evliliklerin yanı sıra (mutah evliliği), kimi poligami biçimleri ve derhal boşanmalara yer verirken, Hıristiyanlıkta görüldüğü gibi çileci bir inancı yansıtmaz. Belli özel hareketler günah kabul edilmesine karşın, orijinal günah ya da bir «şehvet» öğretisine sahip değildir. Nitekim, Müslüman ülkelerde gebelik önleyicilerin ve düşüğün, nüfus artışı istenildiği için yasaklandığı dikkate alınmalıdır. Ayrıca, belli tarihsel ve kültürel geleneklere bağlı olarak (özellikle Arabistan ve Kuzey Afrika'da), Müslüman kadınlarda zina ve evlilik öncesi cinsel ilişkiler sık sık şiddetle cezalandırılmaktadır. Bunlara karşın, cinsel «sapkın»lığa karşı İslâmiyetin tutumu, ondan öncekilerle karşılaştırıldığında yumuşak kalır. Ancak Kuran'm da Kutsal Kitap'ta yeralan Sodom ve Gomore öyküsünü yinelediği, eşcinsel davranışı mahkûm ettiği de bir gerçektir (Kuran: 26, 27, 28 ve 29. sûre). Gerçekten de, Müslümanların belli zamanlarda, belli koşullarda eşcinsel suçluların ölüm cezasına çarptırılmasını istedikleri olmuştur. Bununla birlikte, bu tür baskılara seyrek rastlanmaktadır. Uygulamada, çoğu İslâm toplumları eşcinsel ve ambiseksüel davranışlara karşı her zaman hoşgörülü olmuşlardır. Eşcinsellik karşıtı yasaların yürürlükte olduğu durumda, onların yargılanması biraz önemli olduğundan, Muhammed'e göre, bir mahkûmiyetin gerçekleşmesi için en azından iki tanığın olması gerekiyordu. Bu nedenle, tarafların rızasıyla olan cinsel davranışlar, gizli kaldığı sürece, pek fazla şeye katlanmak zorunda değildir. Başka bir deyişle İslâmiyetin sekse yaklaşımı, hatırı sayılır ölçüde cinsel ifadelere izin verici, gerçekçi ve oldukça liberal bir özellik taşıyor...

CENNETİN DUYUSAL ZEVKLERİ (14. yüzyıl Türk minyatüründen)

islâmiyet, izleyicilerinden, cinsel ilgilerin bastırılmasını hiçbir zaman istemedi. Böylece, islâm edebiyatı ve sanatı oldukça erotik ürünler verdi. Burada sunulan tablo, Hurilerin hizmet ettiği Cennetin gölgeli bahçesinde, ölümden sonra doğruluğu bekleyenlerin mutlu ahiretini resmediyor.

Hinduizm

Dünyanın yaşayan en eski dinlerinden biri olan Hinduizmin kimin tarafından kurulduğu belli değildir. Dört kutsal metinden oluşan yalaşık İ.Ö. 1000 yıllarına uzanan ilk öğretileri, Vedalar, Ganj ve İndüs nehri kıyılarında yaşayan insanların akıllarını başlarına almaları gerektiği üzerinde durur. (Hindu sözcüğü İndus'un Farsça adından türemiştir). Yüzyıllar geçtikçe, ilk kutsal metinler olan Vedalara, Upanişadlar, Manu Yasaları, Begavad, Gita ve Muhabharata ile Romayana gibi destanların da aralarında bulunduğu daha başka destanlar eklenmiştir.

Bu kitaplar, şu ya da bu biçimiyle, Hinduizmin genel varsayımını yansıtmakla birlikte, içerik, biçim ve amaçta büyük ölçüde değişirler. Hinduizm'e göre, bir yüce Tanrı, bir yüce Ruh ya da tüm ruhlarla nihai olarak birleşen bir Dünya Ruhu vardır. Bu amaç, yani birleşme, bir yaşam süresi içinde başarılamadığından, ruhun yeniden bir bedene girmesi ya da göç etmesi zorunludur. İnsanın yaşamdaki görevleri, gelecekteki durumunu da belirleyecek özelliktedir. Bununla birlikte, en aşağı düzeydeki yaratıklar bile bir ruha sahiptir ve bu nedenle bu yaratıklar da saygıya layıktır.

Daha özcesi, Hinduizm, Yüce Tanrıyla nihai birleşme yolunda tüm fiziksel haz ve rahatı bir engel olarak görüp yadsıyarak, kutsal insanlar ve başka dindar kişilerin çileci bir yaşam içinde olmasını istemektedir. Öte yandan, cinsel hazzın tüm biçimlerini Tanrısal varlığa uzanan yolun birer parçası olarak görüp kutsayan dinsel hareketler de vardır. Nitekim, cinsel bakımdan açık saçık ve ünlü birçok sanat ve mimarlık çalışması, bu inancın varolduğunu göstermektedir. Gerçekte, bilinen en iyi seks el kitaplarından biri olan Kamasutra (İ.Ö. II. yüzyılda yazıldı), cinsel ilişkiyi ruhsal zenginleşmenin bir aracı olarak ele alır. Bu tutumuyla Kamasutra, Hindu kültürünün meşru bir ifadesini yansıtmış olur. Zamanla bu kültür, poligami ve tapınaklarda «kutsal fahişeliği» de içermiştir. Lingam'a saygı anlamında erkek uzvuna tapınma, penisin sanatsal temsili, bugüne değin uzanan geleneklerdendir. Öte yandan, Hindistan'da cinsel «sapkınlığın» mahkûmiyetinin ve Hindu-lara yöneltilen baskıların hiçbir zaman uzun süreli olmadığı ya da şiddetle cezalandırılmadığını da biliyoruz. Ancak, zina ve ırza geçme bunların dışındadır. Birçok yerde Hijras diye adlandırılan eşcinsel fahişe gruplarının ilişkilerini açıkça sürdürmelerine izin verilirken, eşcinsel davranışların çoğunlukla hor görüldüğü de bir gerçektir.

Koşullara göre, Hinduizmin seks üzerine genel etkisini belirlemek zordur. Hinduizmin uzun tarihi içinde birçok felsefe, Hint kültürünün farklı parçalarına egemen oldu. Bununla birlikte, Hinduların sekse yaklaşımı, başka dinlerin çoğundan daha olumlu özelliktedir.

Budizm

Budizmin ilkeleri, İ.Ö. VI. yüzyılda Nepal'de yaşayan, daha sonra Buddha (aydınlanmış) diye adlandırılacak olan Siddharta Gautama'nın öğretisine dayanır. Gautama, insanın çektiği acıların kaynağını o insanın isteklerinde buluyor ve insanın bu durumdan, yani cinsel istekleri de içeren isteklerden; doğruluk, sevgi ve ruhsal yaşamla kendisini sıyırabileceğine, özgür olabileceğine inanıyor. Doğru inanç, doğru istek, doğru söz, doğru eylem, doğru iş, doğru çaba, doğru düşünce ve doğru düşünceye dalma (ansıma), yani «sekiz katlı soylu bir yol»a, «Nirvana»ya, aklın yüce katına, kusursuz görüşüne, huzura kavuşturur.

Gautama'nın ahlak öğretisi, tüm Doğu Asya üzerinde yayılırken, izdeş-lerinden Hinayana adıyla bilineni, sadeliği ve disiplin kuralları isteyen iki büyük gruba ayrıldı. (Hinayana: Küçük araç.) Öteki grup; cennet, cehennem ve kurtuluş anlayışları üzerine gelişen ayrıntılar ve büyük ölçüde çeşitli yerel dinsel inançları özümleyen öğretilerle temellenmiş olan Mahaya'dır (büyük araç).

Öte yandan, iki grup içinde de sayısız alt gruplar ve parçalar vardır. Gautama'nın temel öğretileri: bir yüce Tanrı, Tanrı ya da birçok küçük Tanrılar hakkında bir fikir getirmediği gibi, sözcüğün bilinen anlamıyla dinsel de değildi. O, basit olarak uygun yaşama giden yolu aydınlatmaya çabalıyordu. Kendi kendine bilgi, disiplin ve şefkat, isteklerden yavaş yavaş kurtuluşa ve sonunda Nirvana'nın yetkin sükûnetine ulaşacaktı. Çeşitli teoloji ve mitolojilerin, Gautama'nın getirdiği mesaja bağlanması, ancak onun ölümünden sonra gerçekleşti. Bu süreç içinde, sırayla Batıda kiliselerle karşılaştırılabilecek anlamda farklı dinsel grup ve hareketlerin ortaya çıkışı izlendi. Bununla birlikte, hiçbir zaman tek, özgün bir cinsel dogma olmadı. Budistlerin cinsel davranışa karşı tutumları yerel kültür ve törelere göre değişiklikler gösterdi. Bunlar da, genelde olumlu, pratik ve insancıldılar. Tarafların rızasıyla gerçekleştirilen cinsel etkinlik, çoğunlukla çiftlerin özel sorunları olarak değerlendirildi. «Cinse sapkınlar»a yöneltilen baskı, Asya ülkelerinde hiçbir zaman egemen eğilim haline gelmedi. Mastürbasyon,

Hindistan'da Erotik Sanat

Hintli sanatçılar çoğunlukla çok sanatsal cinsel ilişki pozisyonları resmederlerdi. Bu 18. Yüzyıldan kalma tablo özellikle karmaşık, omurgadaki enerji akışını etkileyen bir pozisyon göstermektedir.

karşıcinsel ilişkinin birleşmedışı biçimleri ve eşcinsel davranış, zaman zaman alay konusu oldu ya da hor görüldü ama, bu da resmi bir baskı biçimine dönüşmedi. Fahişelik, çoğu kez açıkça gelişme olanağı buldu. Dahası, kimi durumlarda yararlı bir kurum olarak görülerek saygıdeğer bir meslek sayıldı. Batının cinsel tutumları, onları etkilemeden önce, Doğu Asya'nın Budist toplulukları, cinsel bakımdan oldukça hoşgörülüydü. Gerçekte, bu hoşgörünün büyük bir bölümü günümüze değin gelmiştir.

Amerikan Yerli (Kızılderili) Dinleri

Amerika'nın farklı alanlarda, bölgelerde yaşayan yerlileri, dinsel inançlarında da vaygın bir farklılık içinde bulunmuş ve cinsel tutumlarında da farklılıklar göstermişlerdir. Örneğin, Avrupalı kâşiflerin, yerlilerin tümünü yanlış olarak «Hintli» ya da «Kızılderili» olarak adlandırmasına karşın, eski yüksek Güney ve Orta Amerika uygarlıklarının, Kuzey Amerika'nın çok daha basit kültürleriyle oldukça önemsiz ortak yanlarının bulunduğu açıktır. (Başlangıçta Amerika ayrı bir kıta olarak bilinmiyor, Hindistan'ın bir parçası sayılıyordu.) Her şeye karşın, Amerikan yerli dinleri üzerine en azından kimi gözlemlerde bulunmak ve yerlilerin insan cinselliğine yaklaşımlarını tanımak olasıdır.

Çoğu Amerikan yerlileri, çeşitli büyük, küçük Tanrılar ya da Tanrıçalara inanırlardı; üstelik bunlar kimi durumlarda biseksüel ya da hermafrodit Tanrılar olarak görülürdü. Kimi yerli halklar, bir Erkek Yüce Tanrıya, başkaları bir Büyük Toprak Ana'ya ya da başka dişi biçimlere dua ederlerdi. Çiftçilikle geçinenler arasında bereket ruhları yaygındı, ama bu ruhlar çok az cinsel karaktere sahip olurdu. Bununla birlikte, seks, kimi törenlerin bir parçası olarak ortaya çıkardı. Peru Yerlileri, ölülerini cinsel bakımdan apaçık kil figürlerle ve hemen hemen her akla uygun cinsel davranışın resmedildiği çömleklerle gömerlerdi. Öte yandan, kimi «kutsal» eşcinselliğin kurumlaşmış türlerinin varolduğu da görülüyordu. (Kimi Orta Amerika Kültürlerinde eşcinsel davranış en azından aşağı sınıftan olanların şiddetle cezalandırıldığı bir cinsel etkinlik oluyordu.) Âdet gören bir kadınla ensest ilişkiye giren Çoğu Amerikan Yerlilerinde belli sert cinsel tabular gözlemlenirken, iffet taslama üzerine dinsel bir etki de söz konusu değildi. Özel olaylarda geçici cinsel perhiz istenir, çocukların seks oyunlarına hoşgörüyle yaklaşılırdı. Evlilikler çok genç yaşlarda yapıldığından, gençler pek çok cinsel engellemelerle karşılaşırdı. Bekâr erkekler sık sık kardeşlerinin karıları ya da öteki akrabaların kanlarıyla cinsel ayrıcalıklardan hoşlanırlardı. Ailenin evli bir erkek konuğuna ev sahibi tarafından benzer ayrıcalıklar verilirdi kimileyin. Cinsel «sapkınlık» çoğunlukla kişinin özel «doğası» ya da «ağrısı» olarak saygı görürdü. Örneğin, kadınsı bir davranış gösteren bir çocuk «düzeltilmezdi», ancak onun bir kadın gibi yaşamasına, hatta başka bir adamın «karısı» olmasına izin verilirdi. Bu nedenle, transseksüeller ve hermafroditler, pek az toplumsal sorunla karşılaştılar. Özetle, Tüm Amerikan yerlilerinin cinsel konulara son kerte geniş bir açıdan yaklaştıkları söylenebilir. Cinsel haz, yaşamın zorunlu bir parçası olarak görülürdü, bu yüzden de o herkesin hakkıydı.

ÇİFT CİNSİYETLİ BİR ATA FİGÜRÜ (Malanezya'da yapılan bir heykel.)

Cinsel bakımdan yasaklanmamış Pasifiklilerin birçoğu erkek ve dişi özellikleri gösteren soya

ait figürler yaratarak, birleşik yaşam-gücüne tapınmalarını ifade ettiler.

Eski Polinezya Dinleri

Batı uygarlığıyla ilişkilerinden önce Polinezya, dünya üzerinde cinsel bakımdan en az yasağın görüldüğü bir yerdi. Farklı Polinezya kültürleri, farklı dinsel inançlar ve toplumsal âdetler geliştirirken, onların hiçbiri sekse kötü, utanç verici ya da kirli (murdar) gözüyle yaklaşmadı. Tersine, onların Tanrıları, Tanrıçaları ve rahipleri, cinsel enerjinin örnekleri oluyordu. Tensel haz ve bedensel güzellik yarışmaları ve cinsel sergiler, Polinezya toplumsal yaşamının alışılagelmiş birer parçalarıydı. Gerçekte, Tahiti'de adadan adaya geçerek herkese cinsel başarım veren profesyonel kutlamacı ve eğlence-ciler olarak, Arici toplumunun bu yaklaşımları varolan dinsel bir kuraldan kaynaklanıyordu.

Polinezyalı çocuklar daha ilk yaşlarından itibaren cinsel bakımdan etkin olmaya özendiriliyor ve çoğunlukla genel şenliklerde ya da evlerde icra edilen yetişkinlerin cinsel etkinliklerini gözlemeleri için serbest bırakılıyordu. (Bununla birlikte, küçük çocuklarla ve yetişkinlerle cinsel ilişki mahkûm ediliyor ve bunun da gerçekte varolmadığı görülüyordu.)

Özel ergenlik törenleri yoktu, ancak topluluklarında müzik, spor ve cinsel eğlencelerle uğraşmaları sağlanan gençlik gruplarında gençlerin, cinsel bakımdan etkin ve kendilerini serbestçe geliştirebilecekleri birkaç yıl geçirmelerine izin veriliyordu. Evlilik öncesi gebelikler bereketin bir simgesi olarak memnunlukla karşılanıyor, bu da bir kızın koca bulma şansını artırıyordu. Bundan başka, geniş Polinezya aile sistemi, başka çocukları da bünyesine kolayca kabul ederdi. Bu nedenle hiçbir zaman «gayrimeşruluk» sorunu olmadı. Evlilikler çoğunlukla tekeşliydi. (Ancak kimi büyük şeflerin birkaç karısı olurdu.) Bununla birlikte, bir evlilik, karşılıklı anlaşma temelinde kolayca sona erdirilebilirdi ve yeniden evlilik de bu denli basitti. Karılardan sık sık erkek akrabalara ve kocanın konuklarına cinsel ayrıcalıklar sunmaları beklendiğinden, Polinezya monogamisinin tümüyle bir kişiye ait olduğunu söyleyemeyiz.

Polinezyalıların cinsel tutuma karşı bu genel hoşgörülerinden ötürü, eşcinsel ve ambiseksüel etkinliğin, onların kültüründe açıkça gelişmesi ve doğal olarak kabul edilmesi pek şaşırtıcı gelmiyor. Transseksüellerin de kendi tercihlerine göre yaşamalarına izin verilir ve böylece belli erkekler basit olarak kadın rolünü benimserlerdi.

Özcesi, koşullara göre «cinsel sapkınlık» teriminin eski Polinezya'ya yöneltildiğinde herhangi bir anlaşmaya sahip olup olmadığından kuşku duyulur kimi güçlü tabular vardı elbette. (Tabu sözcüğü Polinezya kökenlidir.) Ancak onların cinsel davranışlardan çok sınır kısıtlamalarında görülmesi gerekirdi. Evli bir eşin seçmesine göre katı kurallar vardı. Ancak onlar herhangi bir kimsenin cinsel uygulamalarını pek seyrek önlerdi. Enseste karşı çeşitli tabular da bu çerçevede belirtilebilir. Gerçekte burada Hawai ve Rarotonga'da kraliyet ailelerinin kızları ve kardeşlerinin birbirleriyle evlenmeleri bir ayrıcalık olarak gösterilebilir. (Bu uygulamanın açık olarak görülen olumsuz etkileri yoktu.) Sonuçta, eski Polinezya kültürünün sekse gerçekçi, olumlu ve insancı! açıdan yaklaştığı ve toplumsal anlamda en iyi üre-timsel kanıtı gösterdiği söylenebilir.

(Önceki bölümlerdeki bilgiler Albert Ellis ve Maurice Abarbanel tarafından yayınlanan Cinsel Davranışlar Ansiklopedisi'nden derlenmiştir. Bu nedenle, konuyu daha derinden incelemek isteyenler şu yapıtlara başvurabilirler: Protestantism and Sex / William Graham Cole, Sex Life in Poly-nesla / Bengt Danielsson, Judaism and Sex / Rabbi Samuel Glasner, Sex Life in İslam / Samuel Z. Klausner, Sex Life in Orient / Wu Lien Teh, Sex Life in India and Pakistan / Jelal M. Shan, Sex Life in American Indians / Fred W. Voget, Sex Life in Ancient Civilizations / Robert Wood.)

DOĞAL YASA VE DOĞANIN YASASI

Düşünce tarihinde doğa ve yasa sözcükleri kadar çok az sözcük bir karışıklık yaratmıştır. Bu sözcüklerin çok farklı anlamları olduğu söylenebilir ve bu anlamlar her zaman yeterli ölçüde açık değildir. Gerçekte, insanlar bu sözcükleri bir tartışmada kullandıkları zaman, ayrımında olmaksızın, birinin anlamını öbürünün yerine kullanabilirler. Böylece kendilerini mantıksal yanlışlara düşürürler.

Bu nedenle, «doğa» ve «yasa» kavramlarının temelde ne anlama geldikleri, çağlar boyunca nasıl geliştikleri ve bugün onları nasıl anlamamız gerektiğini açıklamak yararlı olur.

DOĞAL YASA ÖĞRETİSİ

Batı uygarlığında, insanlarca yaratılan yazılı yasaların kusursuz olmadığı, oysa Tanrının yarattığı yasaların daha yüce ve kusursuz olduğu biçiminde eski bir inanış vardır. Ayrıca, insanlarca koyulan yasalar, ancak doğal yasalarla uyum içinde yürüyebilir ve herkes aklını kullanarak bu doğal yasaların kendisi için ne anlama geldiğini çıkarabilir.

Bu inanış, yaklaşık 2000 yıl önce, Romalı politikacı ve yazar Çiçero' nun Yasalar adlı yapıtında güzel bir biçimde dile getirilmiştir. (1. 10): «Gerçekte bir tek yasa vardır - yani doğru sebeb - doğayla uyumlu tüm insanlar için geçerli, değiştirilemez ve sonsuz... Roma'da bir kural, Atina'da başka bir kural yatmaz yasaların temelinde, her ikisi de bugün aynı, yarın başka kural olamaz. Ancak, bütün zaman boyunca insanları bağlayan, değiştirilmez sonsuz bir yasa olur ve görüldüğü gibi, insanların yöneticisi ve temel dayanağı olarak yalnızca biri yaygınlık kazanır, yani yazarı, yorumcusu ve vekili Tanrı olan yasadır bu. Buna uymayan insan büyük ölçüde kendini sarsılmış hisseder, insanın gerçek doğasını yadsıyarak da insanların ceza olarak bildiği tüm öteki suçlardan kaçmış olmasına karşın, cezaların en şiddetlisini çeker.»

Bu kısa, tek paragrafta Çiçero, «doğal yasa»nın zorunlu tüm biçimlerini özetliyor! Her şeyden önce bu, Tanrısal buyruğun doğrudan dile getirilişidir. Bu nedenle evrensel, sonsuz ve değiştirilemezdir. İkincisi, bunun, kuralları doğru aklın yardımıyla bulunabilir ve bulunmuş olmalıdır. Üçüncüsü, insanın bu kurallara uymak için kutsal bir zorunluluğu vardır. İnsan ne zaman bu kuralları çiğnerse, buna kendi gerçek doğasıyla şiddetle karşı koyar ve bu yüzden kendi kendisini cezalandırır.

Böylece bir Doğal Yasa kavramı, doğada her zaman, her yerde varolan ahlak ilkelerini ve nasıl davranmamız gerektiğini onlara tam olarak anlattığını vurgular. Onlara uyduğumuz sürece, gerçek alınyazımızı görmüş, onları yerine getirmiş oluruz. Tüm davranışlarımız, yalnızca doğal değil, ahlaksal olarak da kusursuz olacaktır. Başka bir deyişle, eğer herkes kendi doğasına, yani kendi kişiliğine göre davransaydı, dünya uyum, adalet ve barış içinde kalırdı.

Kuşkusuz, bu hoşgörülü düşünceyi ilk ortaya a'an Çiçero değildi. Ondan uzun zaman önce Stoacılar diye bilinen bir Grek felsefe okulu ve onlardan önce de Aristo ve Platon, aynı temel düşünceyi ortaya koymuşlardı. Oysa onlar da yalnızca daha eski bir felsefeyi güncelleştirmişlerdi. Gerçekte, gördüğümüz gibi, Doğal Yasa Öğretisinin, insanlığın ilk dinsel inançlarına dek uzanan bir kökeni vardır.

Dinin en eski ve en ilkel biçimi «animizm» adıyla bilinir. Yani uygarlığın en alt aşamalarında insan, zekâya ve duygulara sahip olarak ağaçları, ırmakları, dağları, gökyüzündeki yıldızları kabul eder. İnsan, onların arkasında ve içinde ruhlar ve canlıların yaşadığına ve ruhların, arkadaşları insanlara olduğu gibi aynı saygıyla davranması gerektiğine inanır. Gerçekte, in-

THOMAS AOUINAS.

Thomas Aquinas, ortaçağın en büyük Tanrıbilimcisi ve Doğal Yasa Öğretisinin en parlak savunucusuydu.

sanlar bu ruhları, kendilerini ödüllendiren ya da cezalandıran süper insan güçlerine sahip olduklarından, daha büyük saygıyla onurlandırdılar. Böylece tüm doğal görüngüler kolayca açıklanır; mısır ruhu, doğru ilişkilerinde insanı ödüllendirmek istediği için yetişir. Eğer mısır ruhu insanın günahlarını cezasız bırakmamak isterse, mısırı yetiştirmez. Irmak ruhu, insanlarla dostluk ve barış içinde olduğu için taşır kayığı. Irmak ruhu gücendirildiği içindir kayığın çekilip dibe batması.

Doğanın bu animistik yorumu, toplumsal bir yorum olarak da tanımlanabilirdi kuşkusuz. Daha kesin olması için, insanın ilk doğal deneyimi, onun ilk toplumsal deneyiminin bir uzantısıdır. İnsanı çevreleyen ruhlar, güçlü Tanrılar, şefler ya da yaşlılar gibi, her yerde pek çok tepki gösterir ve bu yüzden onların benzer biçimde davranmış olması gerekir. Bu ruhlar, sırayla korunma ve yardımda bulunmayı önerirler. Nitekim, insan ve doğa arasındaki ilişki, karşılıklı yükümlülük ilkesiyle yönetilen bir toplumsal ilişkidir özünde. İnsan, yükümlülüğüyle karşılaştığı sürece kendini hoşgörülü ve doğa tarafından desteklenir bulur. Oysa, başaramadığı sürece doğa ona kızar ve cezalandırır.

İnsan, uygarlık yolunda ilerlerken, onun dinsel inançları daha belirginleşir ve ilkel animizm, kimi çoktanrılı (politeist) biçimlere dönüşür. (Polythe-ism, Grekçe'de çoktanrıya inanma anlamına gelir.) Güçlü çok sayıda Tanrı, giderek doğanın geniş bir bölümünü yöneten daha az sayıda güçlü Tanrıya doğru azalır.

Böylece bir bereket Tanrısı ya da Tanrıçası, yalnızca bir üründen değil, tüm hasattan sorumlu olur. Kayıkçılık ya da denizcilik artık her ırmak ya da Okyanusun kendi ruhuna değil, tüm su yollarının bir büyük Tanrısına bağlıdır. Daha ileri dinlerin yaşamı kabul edilir ölçüde basitleştirdiğini söylemek bile gereksizdir. Bununla birlikte, insanın doğayla ilişkisi temelde bir değişiklik göstermez. İşin doğrusu, bu ilişki, ilerlemenin, bilgilenmenin düzeyine karşın, yani çoktanrılı dinlerden tektanrılı dinlere yol alındığı zaman bile değişmeden kalır.

Günümüzde sürdürülen tartışmaların amacı için, bir mısırın, bir mısır ruhunun, bir soy ruhunun, bir bereket Tanrısının ya da her şeye gücü yeten bir Tanrının emrinde yetişip yetişmediğinin çok büyük bir önemi yoktur. İşin önemli noktası, bu gelişmeye, insan davranışına yanıt olarak bir süper insan zekâsının neden olmasıdır. Güneş ışığı ve yağmur, iyi ve kötü ürün, insanı tavrına göre ödüllendirme ya da cezalandırmadır. Gerçekte, doğada olan her şeyin insan için kişisel bir anlamı vardır ve bu anlam insanın yazgı-sıyla ilgilidir. Tüm doğal görüngüler, aynı nedene sahip olup, aynı sona hizmet ederler. Doğanın yasası Tanrısal istektir, nedensel ve kuralcı yasalar arasında bir ayrım yoktur. Açıklama ve doğrulanması, tek ve özdeştir.

Dahası, dinsel evrimin bu ilk aşamalarında, Tanrısal istek, kendisini yalnızca doğa yasalarında değil, toplum yasalarında da gösterir. Gerçekte, önce de belirttiğimiz gibi, toplum ve doğa, insanın kafasında apaçık ayırt edilmez. Her ikisi de aynı kuralları izler, aynı deneyimlerden geçerler. Bu dünyadaki herşey, tam bir kişisel boyun eğmeyi isteyen güçlü, üstün insanlarca yönetilir. Bu üstün insanlar - ruhlar, Tanrılar ya da Tanrı - bu yüzden bilinen ve bilinmeyen, genel ve özgün, açıklanan ve üstü kapalı belirtilen yazılmış ya da yazılmamış bütün yasaların kaynağıdır. Özcesi, kusursuz olmayan «yapay» insan yasaları ve bir kusursuz «doğal» yasa arasındaki karşıtlık henüz ortaya çıkmış değildir. Dahası, toplumsal gelenekler, kurallar ve düzenlemeler üçlüsünün kökeni Tanrısaldır. Birçok ilkel insan topluIlıklarının, politik ve resmi kurumlarının varlığının kimi ulusal Tanrılar ya da Tanrısal esin kaynağı olan bir öncüye bağlı olduğuna inanmalarının nedeni budur.

Kimi toplumlarda, yöneticiler, kendilerinin Tanrısal olduklarını ya da en azından Tanrısal bir soydan geldiklerini ilan ederler. Eski geleneklerin ve yasaların değiştirilmesi gerektiği, insanların bir tarih anlayışı geliştirdiği ve yabancı düşünlere biraz hoşgörüyle bakmayı öğrenmeleri, toplumsal düzenlerinin, yanılabilir insanların yansız bir yaratıcılığı olduğunu anlamaları, yalnızca uygarlığın daha yüksek aşamasına denk düşmektedir. Yazılı kusursuz olmayan bir pozitif yasa ile yazılmamış, kusursuz bir doğal yasa arasındaki ayrım budur işte.

Emin olmak için, büyük tektanrılı dinlerde, doğrudan Tanrıdan esinlenerek yazılmış kimi yasalar kalır. Bu yasalar, kendi açıklamalarını da içeren kutsal kitaplarda bütün zaman saklanırlar. - Tevrat, İncil ve Kuran - Oysa karakterde oldukça genel olan bu yasalar, yaşamın yalnızca seçilmiş bir alanını kapsar ve bunun için dünyevi insan yasalarıyla birlikte genişletilmesi gerekir. Belirli koşullar altında, bu insan yasaları pekâlâ haksız ve akılsızca bir duruma dönüşebilir. Bu yüzden her zaman bizzat doğada kendini gösteren doğal yasa ve Kutsal Kitap'ta açıklanan Tanrısal yasaya göre onları değerlendirmek zorunludur.

Batı kültüründe, kuşkusuz her felsefe, eninde sonunda Hıristiyan inancının öğretisine bağlanmıştır. (Yahudi ve İslâm resmi gelenekleri kendi farklı çizgileri çevresinde gelişti.) Böylece, Antikçağın ve Ortaçağın Katolik Kilisesi, tüm «yüce» yasaların biricik kılavuzu ve yorumcusu olarak görüldü. Thomas Aquinas, Summa Theologica adlı yapıtında yasaları dört temel tipe ayırdı:

1.   Sonsuz Yasa (Hemen hemen onun aklıyla özdeşleşen Tanrının adaleti)

2.   Doğal Yasa (Doğada ve insan aklında Tanrı tarafından verilen, yerleştirilen Sonsuz Yasa)

3.   Tanrısal Yasa (Tanrının isteğini açığa kavuşturan vahiy)

4.   İnsan Yasası (Doğal Yasadan üretilen)

Yasanın ilk üç tipi, Tanrısal bir vasa koyucunun isteğini dile getirir ve bu yüzden açıkça Tanrıbilimin konusuna girer. Yalnızca İnsan Yasası'nın, yani dördüncü tipin kimi dünyevi temellere sahip olduğu söylenebilir. İnsan

Yasası, Doğal Yasadan (ve Tanrısal Yasa yerine geçen özgün örneklerden) türediğinden, nihai geçerliğine dinsel temellerde karar verilmiş olması gerekir.

Avrupa düşüncesine birkaç yüzyıl egemen olan yasaya Thomas'cı yaklaşım, Katolik Tanrıbilimcilerce bugün de tutulmaktadır. Açıktır ki, bu Tanrı-bilimciler, aynı zamanda Thomas da, doğada Kutsal Kitaplar ve doğanın tek doğru yorumunun Katolik yorum olduğuna inanmaktadırlar. Bu son inanç, gerçekte tüm Hıristiyanlarca paylaşılmıyor artık. Bu arada, 16. yüzyılın başlarında, Protestan reform hareketi, kutsal kitapların yorumu üzerine tartışmalara yol açan ve farkın çeşitli biçimde olacağını ileri süren bağımsız, yeni Hıristiyan kiliselerinin büyük ölçüde artmasını sağladı. Bundan başka, bu kiliselerin birçoğu, üyelerini Kutsal Kitap üzerine çalışmada kendi yollarına göre davranmalarına özendirip, herhangi bir ayrıntılı resmi dogmanın formüle edilmesini reddettiler. Sonuç olarak özgün vahiy ilahilerin tam anlamıyla bir fikir sorunu oldu.

öte yandan, modern Hıristiyanların Doğal Yasa yorumlarını ayrı görmeleri de pek şaşırtıcı değil. Tek bir ağızdan konuşan birleşmiş kilise tutumu yerine, biz şimdi, Tanrının yaratışının anlamı hakkında birçok kilise ve sayısız kişinin kendi farklı inançlarını dile getirdiğini işitiyoruz. Gerçekte, son birkaç yüzyılda bu çeşitlilik hemen hemen bir kaos noktasına gelmiş bulunuyor. Böylece insanın «gerçek doğası» geçmişte öyle açık görünmüş olan, anlaşılması güç bir aldanışa dönmüştür.

Bu gelişmelerden dolayı, Doğal Yasa Öğretisi, eski etkisini yitirdi ve yavaş yavaş bir gerileme içine girdi. Bugün, yasakoyucular ona pek dikkat etmiyorlar ama, yasalarını herhangi bir «Yüksek» otoriteye başvurmaksızın, yaygın bir isteğin ifadesi olarak gösteriyorlar.

Yasanın kaynağı olarak «Doğa»nın artan biçimde ihmali özellikle öteki Batı ülkelerinden oldukça farklı bir resmi miras paylaşan İngiltere ve Amerika'da dikkate değer bir süreç gösteriyor. İngiliz kralları, Doğal hakların kimilerini 1215'lerin başlarında imzaladıkları Magna Corta bildirgesiyle yürürlükten kaldırıyorlar ve sonraki yüzyıllarda onların gücü Parlamentoca daha da sınırlandırılıyor. Dahası, her ikisi de kralın hüküm ve yardımlarıyla sınırlı öncekiler tarafından rehberlik edilen ve pratik olarak uygulanan deneyimler üzerine yaygın bir yasa kuruldu. Böylece, kıta Avrupasının hukuku dışında, kısa bir süre içinde İngiliz hukuku oldukça pragmatik bir karakter kazandı. İnsanlar arasında görülen ihtilaflar gibi resmi ihtilaflar da kolayca belirlendi ve adaletin anahtarı, Hukuk Kitabında olduğu gibi Kutsal Kitapta da öyle çok aranmadı.

Kuşkusuz, bu, İngiltere ve Amerikada Doğal Yasa felsefesinin tümüyle safdışı bırakıldığı anlamına gelmiyor. 18. yüzyılın sonlarında, Amerikan kolonileri İngiliz Kraliyet tacına başkaldırdığı zaman, isyanlarını haklı çıkarmak için bu felsefeyi oldukça iyi kullandılar. Bu nedenle, 1776 Bağımsızlık Bildirgesi, doğa yasalarına ve doğanın Tanrısından olan yasalar ve özgün olarak «apaçık gerçeklere» yönelir.

Bununla birlikte, daha yakın çalışmada, bu doküman, nedense yazarlarının tutumlarında kararsız olduklarını ve doğal yasanın temelleri üzerine ikincil düşüncelere sahip olduklarını göstermektedir. Örneğin, eski geleneklerin tersine, yöneticilerin güçlerinin yalnızca cennetteki Tanrıdan değil, aynı zamanda bu dünya üzerinde yönetilenlerin onayından da türediğini gösterirler. Bu, insanın «mutluluk ve güvenliğini» büyük ölçüde etkiliyor görünen ve bu biçimde güçlerini örgütleyen, yeni bir yönetim kurmak için bir hakka sahip olduğu fikri gelir arkasından.

Başka bir deyişle, yönetim ve yasa, temelde, insanın çalışması gibi dünyevi terimlerde görülür. Bu nedenle, insan, yalnız nihai politik ve resmi sorumluluğu kaldırır.

Çağdaş Amerika'da, Doğal Yasa Öğretisi, herhangi bir önemli pratik rol oynamaz olmuştur. Ondan arta kalanların hepsi, artık gözden geçirilmez olmuş eski eyalet yasaları içinde, pek dikkat çekici garipsi bir eser olarak gününü doldurmaktadır. Örneğin, bugün belirli sayıda eyalette hâlâ doğaya karşı suç diye adlandırılan yasaklamalar vardır. Yani gerçek mağdurların değil de, bunları Tanrı isteği olarak sayan Hıristiyan ve Yahudilerin karşı karşıya kaldığı yasalar... (Bkz. ABD'de yürürlükte olan resmi ve illegal seks yasaları.) Bununla birlikte, bu yasaların geçerliliğine yalnızca kimi Tan-rıbilimciler değil, kimi bilimadamları da karşı çıkmaktadırlar. İşin doğrusu, normatif doğal bir kural, bütün doğal bilimlerin gelişmesiyle safdışı olmaktadır.

DOĞAL BİLİMLER VE DOĞA YASALARI

Daha önce de vurguladığımız gibi, ilkel insan, doğayı toplumun bir parçası gibi görür ve böylece toplumsal şeyler arasındaki terimlerdeki tüm doğal olayları yorumlar... Yani ödül ya da ceza olarak karşılıkta bulunmanın ilkelerine göre ilk ve en önde geleni... Gün ışığı ve yağmura, iyi ve kötü ürüne, sağlıklılık ve hastalığa, yaşam ve ölüme, insanın davranışına yanıt olarak Tanrı, Tanrılar ya da güçlü ruhlar neden olur. Doğru davranış hemen ödüllendirilir, günahkâr davranış otomatik olarak cezalandırılır. Nedensel ve kuralcı yasalar arasında bir ayrım yoktur. Doğada olup biten her şey, üstün bir insanın kişisel isteğinin doğrudan dışavurumudur. Özcesi, açıklama ve doğrulama, tek ve özdeştir.

Doğanın bu önceden bilinen bakış açısı, tüm dünya üzerindeki dinsel inanç ve eski mitlerle kolayca gösterilebilirdi kuşkusuz. Oysa, günümüz koşullarında biz, belki kendimizi Yahudi-Hıristiyan kültüründen dolayı sınırlayabilir ve yalnızca Kutsal Kitap'in ilk parçalarından birkaç örnek gösterebiliriz. (Eski Ahit'de, yani Tevrat'ta Musa'nın beş babı.)

Örneğin, Levitikus babında (kitabında), Yahova, İsraillilere belirli cinsel ilişkilerin onun canını sıkacağını ve bu nedenle bu tür bir ilişkiyi cezasız bırakmayacağını anlatır. Öteki şeyler arasında: «Eğer bir adam kardeşinin dul karısıyla evlenirse o murdardır» Bundan dolayı onların çocuksuz olacağını açıklar. Levitikus (20-21) Başka bir deyişle, dinsel kusur ve fiziksel bozukluk basit anlamda sebeb ve etkisine dayanarak tanımlanır. «Murdar» evlilik kısırlık üretir. Hatta erkek olsun kadın olsun, önceleri her ikisi de kısır olmasa bile, onların günahları hemen ve kaçınılmaz bir biçimde normal vücut işlevlerini etki altına alır ve böylece döllenimi olanaksız kılar.

Daha önce ifade edilen Yaratılış babından (38; 8/10), Yahova'nın tutumunun tümüyle farklı olduğuna dikkat edilmelidir. O, ondan kardeşinin karısını gebe bırakmasını istediği zaman, bu buyruğu yerine getirmediği için cezalanır. («Cinsel Etkinlik Tipleri» ve «Kendi Kendini Uyarım»a bakınız.) Bu apaçık karşıtlık, burada çözümlenmeden bırakılmalıdır. Bu sorunla ve bin Kutsal Kitap bilgiçleri ilgilensin.

Yahova, «doğru» eşler bile olsalar, «yanlış» zamanda olup biten cinsel ilişkileri de cezalandırırım Eğer bir erkek, kadının âdet döneminde ilişki kurarsa... ahali arasından çıkarılır (Levitikus 20:18). Bugün bu son aşama sürgün ya da yasaklama anlamına geldiği biçiminde yorumlanır, oysa kimi uzmanlar bu yorumun yanlış olduğunu ve ahali arasından çıkarılması «aşamasının» her şeyden bilgin olan Yahova'nın ilkönce ölüme gönderdiği ve hastalık yerine geçtiğini ileri sürerler. Böylece suç, kendi cezasını da üretir.

Deuteronomy babında, Yahova daha da açıktır, onun halkı doğada layık olduğu şeyler dışında hiçbir şey kabul edemez. Eğer onlar buyruklara uyar ve dürüst davranırsa refah, bereket, iyi yağmur ve iyi ürünle ödüllendirilir (Deuteronomy 28, 8). Eğer itaatsizlik gösteriıierse, salgın hastalıklar, ateşli hastalıklar, şiddetli sıcaklıklar, verem, iltihaplar, ülserler, çıbanlar, kaşıntılar, skorbüt, delilik, körlük, akıl bozukluğu, kuraklık, çekirgeler, kurtlar yakalarını bırakmaz ve gıdasız kalmakla lanetlenirler. (Deuteronomy 28:20).

Emin olmak için, Yahova birçok durumda cezasını yerine getirmek amacıyla insanın yardımına bel bağlar. Böylece İsrail halkına buyurur: «Eğer bir erkek bir hayvanla cinsel ilişki kurarsa, onun katli vaciptir ve hayvan da öldürülecektir.» Bununla birlikte, öteki durumlarda olduğu gibi, bunda da cezayı infaz eden insanlar yalnızca Tanrının ilahi buyruğunu yerine getiren cellatlardır. Onlar görevlerini başarmazsa, kendi kendilerini cezalandırmış olurlar. Öte yandan, eğer söylenildiği gibi yaparlarsa derhal ödüllendirilirler. (Örnek için günahkâr bir çifti cezalandıran Phinehalıların ödüllendirilmelerine bakınız - Tevrat). Herhalde, ilahi adalet nedeniyle insanlar hiçbir zaman küçük bir yardımcı rolden başka bir şey oynamazlar. Yahova onları kullanabilir ama hiçbir zaman onlara bağlı olmaz, onların yardımlarıyla ya da yardımları olmaksızın doğada olduğu gibi toplumda da Tanrının isteği yerine getirilir.

Gördüğümüz gibi, eski İsraillilerde ahlak ve doğa yasaları aynı tip modeli izledi. Başka bir deyişle, İsraillilerde tek bir hukuk vardı ve hem yorumsal hem tanımsal bir hukuktu bu. Yalnızca olması gerektiği gibi değil, verilen herhangi bir durumda olacağı gibi ifade edildi. Karşılıkta bulunmak geciktirilebilirdi, ama önlenemezdi. Sonunda tüm suçsuzlar ve suçlular açıklanmış olacak ve herkese hakkı verilecekti.

Kuşkusuz bu resmi felsefenin, İsraillileri sınırladığı anlamına gelmeyeceğini anımsamamız gerekir. Benzer görüşler birçok başka eski halklarda da görülüyordu.

Örneğin, ilk Grek filozofları, fiziksel olsun toplumsal olsun, her iki dünyanın da, zorunluluk ve yazgısının ikiz güçlerce yönetildiğini gördüler. Yunanlılar, şeylerin Tanrısal düzenine karşı gerçekleşenlerin tümünün nihai yargısına, ödül ya da ceza olarak karşılıkta bulunma Tanrıçası Dike'nin korku veren çehresinde, yanılmaz adalet kavramına kişilik kazandırdılar. Bunu filozof Heraclitus'un ünlü bir parçasında okuyabiliriz: «Güneş yolundan bir adım bile atmaz; eğer o Dike'nin hizmetçisi Erinyes olursa, o bunu öğrenir.» Başka bir deyişle, Tanrısal bedenler de adaletin buyruklarını izler. Eğer gösterilen yoldan saparlarsa, kusurları bulunur ve cezalandırılırlar. Doğa

yasaları temelde itaatkâr bir evrence yerine getirilmesi gereken ahlak normlarıdır.

Ahlak yasalarıyla doğal eşitleştirmeler, tüm bilimöncesi düşüncelerin özelliğidir ve bu düşünce yalnızca uygarlığın yavaş yavaş ilerlemesiyle değişmiştir. İnsanın salgın hastalıklar, doğum kusurları, depremler ve fırtınalar, yağmur ve gün ışığı, yıldızların işlevi ve yolu ile çekirge ve kurtların davranışlarıyla insanın dürüstlüğü ya da günahkârlığı arasında hiçbir ilişkinin olmadığını keşfetmesi uzun zaman aldı. Eski Yunanlılarda, Atomcular olarak bilinen kimi filozoflar çok önceleri bir nesnel nedensellik fikri geliştirdiler, ancak Hıristiyan kilisesinin doğusuyla, onların çalışmaları önemli ölçüde savsaklandı ve sonunda unutuldu gitti.

Modern çağın başlangıcından önce Copemicus, Bacon, Tyoho Brahe, Kepler ve Galile gibi bilginler, yeniden doğa üzerine nesnel çalışmalarıyla, yani herhangi bir Tanrısal ya da insani soruna başvurmaksızın, bilimsel devrim çağını başlattılar.

Bilimadamları doğal bir görüngüyü gözden geçirdikleri zaman, ileri sürülen dinsel ve ahlaksal anlamını bilerek gözardı ettiler. Bunun yerine, terimleriyle görüngünün kendisini etkin bir biçimde anlamaya çalıştılar. İyilik ve kötülük, adalet ve adaletsizlik onları ilgilendirmiyordu. Onlar, değerlerin yargılanmasını değil, olguların yargılanmasını gerçekleştiriyorlardı. Özce-si, olması gerekene hazır reçete vermiyor, yalnızca olanı tanımlıyorlardı.

Bir bilimadamı, doğal ve toplumsal düzenin farklı ilkelerce yönetildiğini ve bu yüzden onları yargılamaksızın, doğal olayları pekâlâ açıklayabileceği varsayımında bulunabilir. O, doğaya herhangi bir «yüce amaç» yükleniyor, ancak birbirleriyle neden-sonuç ilintisinde olan bir elementler sistemi olarak dikkate alıyor. Bu ilinti herhangi bir insan ya da üstüninsan isteğinden bağımsızdır.

Kuşkusuz, bilim tarihini kıyısından köşesinden okuyanlar, tam «nesnelliğin» bir gece ansızın oluşmadığını bilirler. Gerçekte, birçok yüzyıllar yeni ahlakın yansız nedensellik ilkesi ve eski karşılıkta bulunma ilkesi birkaç dolaylı yolla bağlı kaldı. Örneğin, ilk modern bilim adamları, tıpkı insanın günahı ve Tanrısal cezası gibi, neden ve sonucun otomatik bir ardışıklıkla izlenmesi ve her zaman birbirleriyle doğrudan bir oranlama içinde olmaları gerektiğini varsaydılar. Daha güçlü nedenlerin daha güçlü sonuçlar doğuracağı düşünüldü. Daha da ileriye gidilerek, bir nedenin yalnızca bir sonuca

sahip olacağına ve bir sonucun da yalnız bir nedene sahip olabildiğine inanıldı.

Bu arada, bu ve öteki ödül ya da ceza verici düşüncenin izleri bilimsel nedensellik kavramından tümüyle çıkarıldı. Bugün bilimadamları, neden ve sonucun yalnızca değişmez ve kesintisiz süregiden elementler olduğunu ve onların da düzenli olaylar dizisinden başka bir anlamı olmadığını anladılar. Her neden, başka bir nedenin sonucudur ve her sonuç, başka bir sonucun nedenidir. Bu nedenle, herhangi bir özel sonuç için herhangi bir özel neden seçmek oldukça keyfi görünüyor. Dahası, neden ve sonuç arasındaki ilinti mutlak zorunluluktan biri olarak değil, salt olasılıktan biri olarak kabul ediliyor. Bu koşullar altında, gerçekte, kimi bilimadamları «neden» ve «sonuç» terimlerini altüst ettiler ve şimdi bunun yerine daha genel olarak «kuşkuları» ya da «bileşimde bulunan parçaları» ve bir olayın «sonuçlarından söz ediyorlar.

Şimdiki kitaplarda modern bilimsel kuramların tüm çapraşıklığıyla ilgilenmemiz gerekmiyor. Amaçlarımız için, onların temel yanlarını vurgulamak yeterli. Doğal ve toplumsal düzen özdeş değildir. Doğa, yani bizi çevreleyen fiziksel gerçeklik, herhangi bir toplumsal norma başvurmaksızın açıklanabilir ve açıklanmış olması gerekir. Doğanın yasaları dinsel, ahlaksal, krimi-nal ve toplumun sivil yasalarından temelde farklıdır.

Sorun, başka bir açıdan da özetlenebilir: Doğal bilimlerin ilerlemesiyle, «hukuk» sözcüğü iki farklı anlam kazanmıştır. Tanrı isteğinin, yani yalnızca bir yasanın varolduğu yerde, toplumda ve doğada her şeyi yöneten biz, şimdi kuralcı (normatif) ve nedensel hukuk arasında keskin bir ayrım olmasında diretiyoruz ve son olarak yapılan formülasyonda bir olası Tanrısal niyete herhangi bir başvurudan kaçınıyoruz.

Aşağıdaki iki yasa bu noktayı açıklayabilir:

1.  Eğer bir kadın zina ederse cezalandırılır.

2. Su belirli bir ısının altında soğursa, buza dönüşür.

Bilimöncesi akıl için bu yasaların her ikisi de bir Tanrısal isteğin işleri olarak tanımlanır. Tanrı, zinayı cezalandırır, ırmakları ve gölleri dondurur ve o öbürlerini yaptığı gibi her zaman birini de yapar. (Bununla birlikte, isterse, her iki durum dışında bir şey de yapabilir.) Böylece, acımasını göstererek zina yapan kadını cezalandırmadan da bırakabilir. Ya da tek bir ırmak dışında tüm ırmakları dondurarak mucizevi özelliğini bu biçimde de gösterebilir.

Öte yandan modern bilimsel akıl, yalnızca çok yüzeysel bir benzeyişle, bu iki yasayı paylaşır. Kuşkusuz, ikisinin de aynı gramatik yapıya sahip olduğu bir gerçektir. Üstelik çok genel ve soyut anlamda, aynı temel düşünceyi dile getirir. Yani onlar, bir sonuç olarak başka bazı şeylerle, bir şart altında olan bazı şeylerle ilinti kurarlar. Oysa, şimdi bu ilintinin karakterinin her durumda tümüyle farklı olduğu büyük ölçüde biliniyor. İlk yasa, sonucuyla (ceza), şartı (zina) arasında, şartın sonucu izlemesi gerektiği bir biçimde ilinti kurar, ikinci yasa, sonucuyla (suyun buza dönüşmesi) şartı (belli bir düşük ısı) arasında, şartın sonuç tarafından izlendiği, tanımsal bir biçimde ilinti kurar. İlk yasa bazı yasa koyucu otoritenin kafasında yatan zorunlu bir kural olarak kendini gösterir. İkinci yasa, gözlenmiş bir modelden başka bir şey değildir. İlk yasa, bazı üstüninsan ya da insan ruhları, Tanrıları, Tanrısı ya da polis gibi temsilcilerince güçlendirilmiş olmalıdır. İkinci yasa, sanki kendisini güçlendirir. O, herhangi bir insanın hareketine ya da görüşüne kulak asmaksızın kendi yoluna devam eder. Zina yapan bir kadın her zaman cezalandırılmayabilir. Belirli bir ısının altına düşen su her zaman buza dönüşür.

Kuralcı ve nedensel yasalar arasındaki fark, onların işleyişi sırasında değiştirebileceği yolları hesaba kattığımız zaman belki daha açık bir biçimde görülebilir. Kuralcı yasalar, yasa koyucu kararlarla ıslah edilebilir, hatta tümüyle ortadan kaldırılabilir. Eski normun ıslahı ya da tümüyle kaldırılmasından sonra yerine yeni bir norm getirilir. Öte yandan, nedensel yasalar, çok farklı bir biçimde değişir ve bu değişimin farklı bir anlamı vardır. Gerçekte, belirli bir anlamda, insan nedensel yasaların değiştirilemeyeceğini ve onların yalnızca bizim algılarımızda değiştiğini söyleyebilir. Örneğin, bilimadamları belli bir nedensel yasayı formüle edebilirler ve onu yeni gözlemlerin ışığı altında gözden geçirmeye zorlanabilirler. Oysa, böyle herhangi bir gözden geçirme ya da düzeltme, gözlemlenen görüngünün tanımında daha kesin bir ölçü ortaya çıkarabilir ve bu yüzden o yasanın kendi amacını hükümsüz kılmaz.

Sonunda, dünyada tek bir nedensel sisteme karşın, birçok kuralcı sistemin bulunduğunun anlaşılmış olması gerekir. Tarihsel gelişim sürecinde, insan ırkı büyük ölçüde farklı ve birbiriyle çatışan toplumsal düzenler oluşturmuştur. Böylece, bir zaman istenilen hareketler, başka zamanda yasaklanmış ve bir toplumda övülen nitelikler başka bir toplumda mahkûm edilmistir. Tersine, hiçbir zaman doğal düzenden başka bir düzen olmamış ve o bugün de her yerde aynıdır. Bunun nedeni açıktır: Doğal düzen hiçbir zaman insanın etkisiyle ne oluşmuş ne de yadsınmıştır. İnsanlar onun üzerinde çalışabilir ve avantajlarını kullanabilirler, ancak onu değiştiremezler.

İDEOLOJİ OLARAK «DOĞA»

Bugün, uygarlık tarihinde geriye baktığımız zaman, insanın en büyük başarılarından birinin kuralcı ve nedensel yasalar arasındaki kesin ayrımı olduğunu görürüz. Bu ayrım olmaksızın, tüm kazançlarıyla birlikte doğal bilimlerin gelişmesi söz konusu olmayacaktı.

Bilim, yalnızca sonuç olarak insanın üzerinde çalıştığı her şeyin Tanrısal ve insani çehresini çürütmeye karar verdiği zaman, yani doğruluğundan doğal olayların açıklanmasını ayırdığı zaman başladı. Sonuç olarak o, doğaya tarafsız ve her şeyden ayrı bir biçimde bakabildi.

O artık, sadece doğayı kendi terimleriyle anlamaya çalışmak yerine artık doğanın, onun için herhangi bir açık ya da gizli kişisel anlamı kalmadığını varsayıyordu. İnsanın doğa üzerine daha çok bilgilenmesini sağlayan ve böylece onu kendi amaçları için kullanan bu büyük ayrım, bu yansız 'nesnel' tutumdu.

Bilimin nesnelliği, doğal olayların «yüce amaca» sahip olmadığı ve herhangi bir ahlak yargısı oluşturmadığı ilkesi üzerine kuruludur. Bilimadamları «olan»dan olması «gereken»e, olgusal gerçeklikten ahlaksal norma, mantıksal karmaşanın olmadığını bilirler. Olması ya da olmaması gereken bir olay olgudan izlenmez. Doğada suyun, eğer su belli bir ısının altındaysa, buza dönüşmesi olgusu, soğuğun iyi ya da kötü olduğunu ya da suyun buzdan daha iyi ya da kötü olduğunu belirtmez. Aynı nedenle, doğada büyük balığın küçük balığı yuttuğu olgusu, onların davranışının doğru ya da her ikisinin de yanlış olduğunu göstermez.

Kimi bitkilerin aşırı büyüyüp başka bitkileri tahrip ettiği olgusuna dayanarak, bitki yaşamının ahlaksal değeri üzerine hiçbir şey söylenemez.

Oysa, doğa bu sıfatla değer serbestliğinde bulunur iken, insanlar değerler olmaksızın yaşayamazlar ve bu yüzden her zaman belli başka şeyler üzerinde belli doğal görüngüleri yeğlemezler. Böylece, kızaklar üzerinde bulunan insanlar, onların buzla kaplı olmasını isterken, bir gemide seyahat eden insanlar; ırmaklar, göller ve okyanusların donmamasını yeğlerler. Kimi balıkçılar, büyük balık yakalamayı sever, kimileri de küçük balık yakalamayı yeğler. Çiftçiler ve bahçıvanlar kimi bitkileri ekip kimilerini de sökerek geçinirler. Özcesi, insanlar kendilerine yararlı olan belli doğal olayları ya da şeyleri yeğlerler ve yararsız olanlara da yol verirler. Her seçme durumunda ona kılavuzluk eden doğanın kendi normu ya da değerleri değil, insanın değişebilen kendi çıkarıdır.

Oysa bugün hâlâ tüm görüngülerin nihai amaca hizmet ettiğini ya da doğanın ahlak ilkeleri üzerine oturtulduğunu ileri süren insanlar var. Bundan başka, bu nihai amaç için «doğru aklın» yardımıyla, sözde doğadan bir sonuç çıkarılabilir. Böylece, doğayı dikkatlice gözlemleyen herkes, bizzat yaşaması gereken hukuku keşfedebilir. Bu «doğal hukuk» ona doğanın yönelimlerini izleyen ve bu yüzden kusursuz bir ahlak ve doğruluk getiren bir yaşam biçimini güvenceye alır.

Doğanın yönelimlere sahip olabileceği inancı, o kişiye irade ve zekâya sahip üstün bir insan olduğunu ya da en azından böyle bir varlıkla yönetildiği izlenimini verir. Doğa yasalarının salt gözlenmiş örnekleri tanımlamakla kalmadığı, gerçekte kimi yasakoyucuların altında yatan zorunlu kurallar olduğunu gösterir. Bu üstün yasakoyucu, ya doğanın kendisi ya da iradesinin bir dışavurumu olarak, doğayı yaratan Tanrıdır. Doğru olarak anlaşılırsa, insanın kendi çıkarına en iyi hizmetin Tanrının ya da doğanın buyruklarına uymakla sağlanacağı görülür. 18. yüzyılın en büyük bilginlerinden Sir William Blackstone'nun, İngiltere Yasaları Üzerine Yorumlar'ında özetlediği gibi: «İnsan her şeyiyle yalnızca yaratıcısına bağlıdır, her noktada yaratıcısının isteğine uymak zorundadır. Yaratıcısının bu isteği Doğal Yasa olarak adlandırılır.»

Daha önce de gösterdiğimiz gibi, Doğal Yasa öğretisi, bilimsel bir görüş temelinde kurulmuş değildir ve zaten öyle de olamaz, ancak dinsel bir karakter taşır. Bu durumuyla da bilimöncesi dünyamızın söylencesi bakış açısını yansıtır. Gerçekte bu olgu Hıristiyan Doğal Yasa savunucularının çoğunca da kabul edilir, hatta Hıristiyanlık dışı inançların savunucuları arasında da yaygın bir biçimde benimsenir. Her şeye karşın, modern çağlarda dinsel bir kılavuzdan yararlanmaksızın, doğadan «nesnel» normlar türetmek girişimleri yinelenmektedir. İşin doğrusu, kimi Tanrıtanımaz düşünürler de ahlak değerlerinin temelini doğada bulmaya çabalıyorlar.

Bu modem dindar olmayan inanıcılar, «doğal bir yasada», «sınırlı varlığın her zaman tamamlanmamış olduğunu» ya da tüm yaşayan nesnelerin tamamlama ve yerine getirmeye doğru bir eğilimlerinin olduğunu ileri sürmüşlerdir. Nitekim, insanlar aynı zamanda varlıksal tamamlanmalarını ya da doğasında bulunan potansiyelin gerçekleştirilmesini sağlayan özel «doğal» bir yaşam biçimine belli eğilimler gösterirler. Bu amacı güçlendirecek herhangi bir eylem iyi, bu amacı engelleyecek ya da önleyecek herhangi bir eylem ise kötüdür. Toplumsal düzen, bu nedenle herkesi doğal davranmaya yöneltme zorunluğu duyar.

Doğadaki her şeyin yerine getirme ya da tamamlamaya doğru çabaladığı düşüncesi kuşkusuz oldukça eskidir. Örneğin, Aristo'nun Metafizik kitabında aşağıdaki tanımlamayı buluruz: «İlk ve kesin anlamıyla doğa, bir hareket kaynağı gibi kendinde varolan şeylerin özüdür.» «Şeylerin özü», Aristo'ya göre, onları doğru olarak gören ve gerçekten oldukları gibi yapan tek niteliktir. Bir meşe palamudunun özü meşe olmak, bir iribaşın özü kurbağa olmak, bir dölütün özü insan olmaktır. Kendilerinde varolan «şeylerin hareketini» potansiyellerini anlamak, yetiştirmek ve geliştirmek eğilimidir.

Meşe palamudundan meşe, iribaştan kurbağa ve bir dölütten insan üreten işte bu harekettir. Başka bir deyişle, meşe palamutları, iribaşlar ve dölütler kimi dış güçler önlemediği sürece, her zaman olmak istedikleri gibi olurlar. Eğer böyle bir durum olursa, onların doğal eğilimleri engellenmiş olacak ve gelişmeleri «doğal olmayan» bir durdurmayla karşılaşacaktır. Onların «doğası» tamamlanmadan ya da yerine getirilmeden yoksun bırakılmış olacaktır.

Oysa, bu doğal bakış eskiden beri kullanılageldiği ve hoş göründüğü halde bilimsel nesnelliğin gerektirdiği şeylerle taban tabana karşıttır. Bir bili-madamı için meşe ağacının, kurbağanın ve insanın gelişimi, yalnızca değişimlerin olası ve belirli bir çağa kadar önceden haber verilebilir düzenli bir gelişme modelini gösterir.

Öte yandan, eğer, doğal gelişmenin herhangi bir aşamasına eksik bir aşama olarak dikkat edilirse, tüm şeyler her zaman eksik olur. Örneğin bir dölüt, henüz doğmadığından, bir oğlan bebek henüz yetişkin olmadığından, bir yetişkin de henüz yaşlanmadığından ve bir yaşlı da henüz ölmediğinden eksik sayılır. Eğer bu olası değişimlerin herhangi biri «bir eğilimin» gerçekleşmesi olarak tanımlanırsa, onların tümü de bu yolla tanımlanabilir. Ardından, yalnızca yaşama doğru bir çıkış değil, aynı zamanda ölüme doğru bir eğilim de vardır. İkisi de eşit olarak «doğal» ve iyi olmalıdır. Açıktır ki, böyle bir sonuç hiç kimseye bir şey getirmez.

Gerçek, muayyen yaşayan bir şeyin «tamam» ya da «eksik» olduğu zamanı ya da tamam ya da eksik olup olmadığını, önyargısız olmayan gözlemin bize anlatabildiğidir. Onun varlığı süresinde her şey birçok değişimlere uğrar ve bu değişimlerin kimilerinin onun tamamlanmasına hizmet ettiği için daha iyi, kimilerinin de tamamlanmasını yoksun bıraktığı için daha kötü olduğunu söylemek, bilimsel değil, öznel bir görüşü savunmak olur. Gerçekte, aynı «tam olma» kavramı da, tıpkı «eksik» olanın olumsuz bir değer yargısını dile getirmesi gibi, olumlu bir değer yargısını da belirtir. Kimi şeylerin eksik olduğu savı, yalnızca onda bulunması gereken kimi şeylerin kayıp olduğu, kusursuz olmadığı anlamına gelebilir. Doğal şeylerin tamamlanmasının iyi, tamamlamanın eksikliğinin kötü olduğunu tartışan insanlar, yalnızca kendilerini totolojiyle, yani laf kalabalığıyla uyutmaktan öteye gitmezler.

Koşullara göre, nesnel bir gözlemcinin doğanın kendinde eğilimler, anlamlar, yönelimler ya da nihai amaçlara sahip olmadığını kabul etmek dışında bir seçme şansı yoktur. Bu nedenle o, ahlaksal bir kılavuz olarak alınamaz. Basit olarak onun üzerine «doğru» bir ahlak ya da yasal sistemi dayandırmak dürüst bir yol olmadığı gibi, birçok insan bu üzüntüye layık görülebilir. Şimdiye dek, doğadaki evrensel değerleri bulma girişimlerinin tümü başarısızlığa uğradı. En kötüsü de, bunların dar, kaprisli ve bağlayıcı dogmalara götürmesi, en iyisi de her olası hareketi haklı çıkarmakla ya da her olası amaca hizmet edebilen anlamsız ve boş kurallar üretmekle sonuçlanmasıdır.

Örneğin, «doğa», herkesin kendi hakkını aldığını söylemektedir. Nitekim, eski Roma ahlakçıları «juum cuique - her biri kendine»yi talep ettikleri zaman gerçek bir doğal ahlak yasası keşfettiklerini düşündüler. Oysa bu yasa; «Herkesin kendininki nedir?» gibi canalıcı bir soruyu yanıtlandırmayı başaramadığından, tam bir adalet yaratamaz hiçbir zaman. Gerçekte, bu soruya pozitif hukuk ya da politik sistem karar vermiş olmalıydı. Bu yüzden «her biri kendine» deyimi kölelik, feodalizm, kapitalizm ya da sosyalizm gibi herhangi bir sistemi haklı çıkarmak için pekâlâ kullanılabilir.

Bir başka düzeyde güvenilemez ahlaksal kural da Altın Kural diye bilineni ya da başka bir deyişle, «Kendine yapmak istediğini başkalarına da yap» öğütüdür. İnsan bunu ilk işittiğinde, evrensel olarak geçerli bir yasanın belirtilmesinden başka bir şeyi düşünmeyebilir.

Oysa, onlar böyle bir davranışla ilgilenmezse, başkalarına acı vermekten hoşlanan herhangi bir kimsenin bu acıyı tattırmasına izin verilecektir. Benzer biçimde, herhangi bir alkolik, ayık durumda da komşusunu aşırı içki içmeye zorlayabilir. Sonunda herhangi bir kimse, Altın Kuralı çiğnerse, Altın Kural ona karşı da çiğnenmiş olmaz mı? Gerçekte, o kişi yanlış yapsa bile, hiç kimse cezalandırılmasını istemez. Zaten Altın Kurala göre hiç kimse yanlış yapan biri olarak cezalandırılmamalıdır. Özcesi harfi harfine ele alınırsa, Altın Kural hukuk ve ahlakın ortadan kalkmasıyla sonuçlanır.

Başka bir örnek de Alman düşünürü Kant tarafından formüle edilen Koşulsuz Buyruktur: «Yalnızca evrensel bir yasa olmasını istediğin genel kurala göre davran.» Başka bir deyişle, bir adamın, yalnızca tüm insanları bağlıyor olmasını istediği kendi ilkelerine göre davranması gerekir. Ancak bu ilkeler nelerdir? Faşizmin, komünizmin ya da inanılabilir herhangi bir düzenin olduğu kadar, liberal demokrasinin ilkeleri de olabilir.

Tarihsel gelişimi içinde sorunun gerçeği, Doğal Yasanın herhangi hayal edilebilir ahlaksal ya da siyasal konumu haklı çıkarmakta olduğudur. Böylece, Aristo, kimi insanların «doğal olarak» köle olmalarının, onların yazgısı olduğunu açıkladı. (Kutsal Kitap'in hiçbir yerinde köleliğin haksız olduğunu gösterecek herhangi bir şey bulunmadı.)

Modern çağlarda kölelik kurumu yoğun baskı altına alınınca, köleliği kaldırmak isteyenlerin Doğal Yasayı bir kasıt olarak kullanmaları yeteri kadar ilginçtir.

Dönemlerinin pozitif, yazılı yasaları, reddederek, onlara vazgeçmeyecekleri «doğal» insan haklarını güvenceye alan ve tüm insanların eşit olarak yaratıldığını bildiren «daha yüksek» bir yazılmamış yasaya başvurdular. Köle sahipleri etkilenmeksizin kaldılar, oysa, basit olarak söz konusu tartışmanın çevresinde döndüler. Onlara göre, Tanrı doğayı yarattı, doğa da insanlığın yazgısını biçimlendirdi. Tarih, insanın ilerlemesinin yalnızca üstü-ninsanın aşağıdakileri yöneterek, güçlerini geliştirme özgürlüğü kazanmalarıyla olası olduğunu gösterdi. Bu nedenle, doğa, köleliği uygarlığın bir bedeli olarak talep etti.

Yüzyıllar içinde, benzer bir sonuca varmayan tartışmalar, gerçek «doğal» yönetim biçimi üzerine yapılmıştır. Örneğin, monarşistler, Ay'ın, yıldızların çevrelediği ve Güneş'in çevresinde döndüğü biçimindeki gökyüzünün hiyerarşik gizemine dikkat çekmişlerdir. Böylece, o halktan kişilerin soylu

insanların hizmetinde yaşamasını, sırasıyla, bir kural ya da bir imparatora hizmet etmenin doğal olduğunu göstermekten başka bir anlama gelmiyordu. Öte yandan, demokratlar tüm Tanrısal vücutların eşit ölçüde aynı yerçekimi yasasına bağlı kaldığını ve bu nedenle doğamı, yasa altında tüm insanlara eşit adalet verdiğini ileri sürdüler. Oysa bu bakış, evreni temel güçler arasında bir sürekli zaptedilmemiş mücadele yeri olarak gören anarşistler-ce uygun bulunmadı. Bu nedenle, sözde bir eşitlik adı altında bir resmi tahdit, yalnızca doğanın uygun çalışmalarını karıştırdı.

Oysa, sorun, doğanın nihai ya da «gerçek» amacının şu ya da bu yanıyla yanlış anlaşılmış olması değildi. Hiçbiri «doğru aklın» ek bir dozajının sonunda onu tüm yanlarıyla açığa vuracağını var saymış olamaz. Gerçek, böyle bir amacın var olmadığı ve tartışılan parçaların doğa içindeki kendi değer sistemini, döngüsel (dairesel) mantığıyla yeniden kazandığını basitçe gösterdiği biçimindedir. Bu doğa kesin ahlaksal içeriğe sahip olmadığından, tümüyle olasıdır. «Doğa» sözcüğü, ahlaka ilişkin tartışmalarda kullanıldığı zaman, herhangi bir kimsenin onu anlamak istediği herhangi bir şey anlamına gelebilir.

Böylece, her toplum ya da grubun, şeylerin «doğru» düzeni üzerine kendine göre yonttuğu anlamsal bir alet, klasik bir «hazır reçete» örneği olmaktan öteye gitmeyecektir, özcesi, ideolojik bir terimdir bu.

Bu, hiçbir yerde cinsel ahlak alanındaki kadar açık görülmez. Biz daha önce eski Yunanlıların hazda ve kişisel icrada seksin «doğası»nı nasıl gördüklerini göstermiştik. Cinsel iti, âşıkları sevgiyle birleştiren Tanrısal bir esin kaynağıydı. Bu amaca yardım eden ya da yaklaşan herhangi bir hareket «doğal»dı. Tersine, eski İsrailliler ve ilk Hıristiyanlar, seksin «doğa»sının üreme olduğuna inandılar ve bu yüzden de yalnız çok özgün bir hareket «doğaldı: Birleşme. Bunun dışındaki tüm cinsel etkinlikler doğal değildi. Doğru bir toplum, bu tür etkinlikleri önlemece yükümlüydü. Öte yandan, Amerikan yerlileri ve Polinezyalılar, eşciselliğin, transseksüelizmin ve transvestitli-ğin, kişinin doğasının yansıması olduğunu ve bu yüzden saygı gösterilmesi gerektiğini hissettiler. Herhangi bir toplumsal sataşma en büyük haksızlık, hatta doğanın kendisine karşı bir suç olacaktı. Bununla birlikte, özgün bir birleşmedışı hareket ya da onun bastırılması gibi doğaya karşı bir suçun nasıl belirlendiğinin önemi yoktur. Belirleme her zaman keyfi ve özneldir. Nesnel olarak konuşursak, doğa hiçbir zaman ihlal edilemez, çünkü ihlalin kendisi de doğal olacaktır. Ünlü bir seks araştırmacısının bir yerde belirttiği gibi; doğal olmayan tek şey, icra edilemez olan şeydir.

Bu nedenle, belirli işlerin «doğal olmadığı» savı, her zaman bir değer yargısını yansıtır ama asla bir gerçeğin yansıması değildir. Açıktır ki, doğanın olmakta olan bu işleri önleyeceği anlamı çıkarılamaz. Daha çok doğanın onların oluşumunu onaylamadığı ya da doğanın tam ilgisini çekmediği anlaşılır. Oysa, gerçek durumda doğa, onlar hakkında şu ya da bu biçimde bir düşünceye sahip değildir. Düşünce tümüyle insancıldır. Beğenilmeyiş, doğadan değil, ancak ahlak değerlerini reddedilmiş bulan erkek ve kadınlardan gelir.

«Doğal» ve «doğal olmayan» terimleri, övgü ve mahkûmiyet ifadeleridir. Bu terimler bize herhangi bir şeyin nesnel tanımını sağlamazlar. Salt gerçekliği tanımlamak isteyen insanlar yargılamaksızın onu kullanmaz. Örneğin, bir bilimadamının yansız bakışına göre, her şey doğanın bir parçası olduğunda doğaldır. Onun için acı haz gibi, sağlık hastalık gibi yaşam da ölüm gibi doğal haktır. Oysa, bu yansız biçimiyle kullanılırsa, «doğal» sözcüğünün pratik olarak anlamsız olacağı açıktır. Bu yüzden bilim adamları «doğal» sözcüğünü sözlüklerinden kaldırdılar ve onu ahlaklar dünyasına sürgüne gönderdiler.

Biz, «doğal» ve «doğal olmayan»ın gerçekten kullanıldığı örnekleri incelemeye başladığımızda, onların her zaman belirli ahlak yargılarını desteklemek anlamına geldiğini gördük. Bu değer yargılarının, konuşmacıların eğilimleri ile değiştiğini söylemeye gerek yok. Tarihsel ve antropolojik araştırmalar, tarihin farklı dönemlerinde ve dünyanın farklı parçalarında, toplumların farklı ahlak değerlerine sahip olduğunu göstermiştir. Gerçekte, bu tür farklılıklar bugüne değin gelmiştir. Ayrıca, bugüne değin her toplum kendi ahlak değerlerini evrensel, sonsuz ve değiştirilemez, yani gerçekten ve yalnız kendi değerlerini «doğal» sanmışlardır. Bunun nedeni basittir: Doğanın çağrısı bir nesnellik havası içinde, herhangi bir öznel değer sistemini ödünç veriyor. O insanlara ahlaksal durumları için kişisel sorumluluktan kaçınmalarına izin veriyor. Böylece, insan, komşusunun cinsel davranışından hoşlanmazsa, ona kendi adından çok Tanrının ya da doğanın adıyla kolayca baskı yapabilir. Özcesi, bize kendi haz ve tercihlerimizin evrensel adaletin, genel zenginliğin, «Tanrısal isteğin» ya da «doğal düzenin» istemlerine uyduğunu söyleyebiliriz.

Oysa, herhangi bir açıklama ya masum bir kuruntu ya da bir alaycı aldatmadır. İleri sürülen her durumun nesnel bir çözümlemesi, «Tanrısal istek» ya da doğal düzenin belirli bireyler, gruplar ya da toplumsal sınıfların çıkarlarından başka bir şeyi temsil etmediğini gösterir. Bu, aynı Tanrı ya da aynı doğanın böyle birçok farklı toplumsal siyasetleri haklı çıkarmaya, yönelmesinin esas nedenidir. Önce de gördüğümüz gibi, en büyük tektanrı-lı dinler Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet bile yorumlarında önemli, farklar gösterir. Dahası, Hıristiyanlığın kendi içinde de sayısız kilise ve hareketler, Tanrının iradesine ve doğanın yasasına bakışta farklı yorumlar getirirler. Böylece, tartışmalarına destek sağlamak amacıyla aynı kutsal kitabı kullandıkları halde bazıları benimsemezken, bazı kiliselerde boşanmayı kabul eder, bazıları isterken bazıları gebelikten korunmayı yasaklar ve bazı kiliseler eşcinsel papazlara açıkça görev verip eşcinsel evlilikleri icra ederken bazıları da eşcinselliği mahkûm eder.

Ne de olsa, bugün seksin doğasınının üreme olduğu biçimindeki geleneksel Yahudi Hıristiyan inancını paylaşmayan bazı kiliselerin olduğu açıktır. Birçok Hıristiyana bu inanç, şimdi, modası geçmiş, dar ve keyfi bir varsayım üzerine temellendirilmiş geliyor ve bu yüzden yeni, daha açık bir cinsel ahlak geliştirmeye çabalıyorlar. Bununla birlikte, başka bir keyfi varsayım yerleştirmenin ve çözümü Doğal Yasa Öğretisinin biraz güncelleşmesinde aramanın yeterli olmadığını anlıyorlar. Yerine, cinsel değerlerinde, tam sorumluluk almaları gerektiğini anlamaya başlıyorlar.

Bu, daha önceki Doğal Yasayı koruyan tam ahlak çabasına önem verilmemesi ya da onun safdışı bırakılması anlamına gelmiyor. Hatta en şiddetli eleştirileri bile göstermiştir. Doğal Yasa öğretisine çoğu kez baskıcı dinsel ve dünyevi otoritelerin hücumlarda bulunduğu ve böylece onun insan özgürlüğünün nedenine de hizmet ettiğine dikkat çekiyorlar. Özcesi, tarihsel süreç içinde bir doğal yasa inancı, yalnızca egemen düzene hizmet etmiyor, aynı zamanda daha iyi bir düzenin gelmesinin yollarını da açıyor. «Doğa» sözcüğü boş bir reçete olabilir, ancak bazen insanlığın en iyi umutları ve yüce amaçlarıyla dolu olduğu da görülür. İnsanlar herhangi bir Tan-rı-vergisi doğal haklara yaşama, özgürlük ve mutluluğun izlenmesine sahip olmayabilirler, ancak kimi modern toplumlar bu haklar uğruna dövüşmek ve onları kazanmak için doğaya başvurmuşlardır. Bu nedenle, bir Doğal Yasa kanısı, övülmeye bir ütopist insancıl görünüşe sahiptir. Bu anlamda Doğal Yasa geleneği üzerine eleştirel bir çalışma, bize gerçekten insancıl bir cinsel ahlakı öğretebilir.

(Not: Önceki bölümdeki belli kanıt ve örnekler, Ortaçağ Avrupasının öbür   ideolojikritik  temsilcileri   ve   Hans   Kelsen,   Kari   Popper,   Ernst Topitsch'in çeşitli yazılarından alınmıştır. Bu yazarlar, cinsel sapkınlık sorununa değinmemekle birlikte, genel tutumları burada da açıkça görülebilir. Bu yüzden, daha derin çalışma yapacaklara bu yazarların yapıtları salık verilir. Kelsen'in Doğal Yasa eleştirisini yukarıda kısmen özetlemiş bulunuyoruz. Ayrıca, Adalet Nedir'deki toplu denemelerine bakınız (Berkeley, 1957). Doğal Yasa'nın Ütopist görüşü, Ernst Bloch'un Naturrecht und Menschliche Würde (Doğal Yasa ve İnsanın Değeri) adlı yapıtında incelenmiştir (Frankfurt. M. 1961).

YASAL - YASADIŞI

Cinsel normların ihlalinin resmi bir sorun olarak belirlendiği yerde, cinsel uyumculuk ve cinsel sapkınlık, yasalara ve suça uyma gibi görülür. Uyumcu cinsel davranış «doğru», «yasaya itaatkâr» ve «yasal»dır. Sapkın davranış ise «bastırıcı», «cezai» ve «yasadışıdır».

Kuşkusuz, cinsel davranışın belirli türlerinin gözü önünde yapılanların, yasayla yasaklanmış olması gerektiğinde sorun yoktur. Bu tür davranışın mağdurları, açıkça resmen korunma isteminde bulunmakta haklı olup, gerçekten de tüm toplumlar en azından önemli üyeleri için bu istemi yerine getirmeye çabalarlar. Özcesi, hiçbir toplum, asgari bir seks yasaları olmaksızın uzun süre ayakta kalamaz. Oysa, önemli sayıda insanı bilerek cinsel saldırının gaddarca biçimlerine karşı korunmasız bırakan toplumlar da vardır. Bu toplumlarda yasa yalnızca güçlü ve ayrıcalıklı olana hizmet etmekte ve söz konusu sınıfın bir aleti olmaktan öteye gitmemekteydi. Böylece, köleler ve serfler çoğu kez onların efendileri için «güzel bir oyun» oluyordu. Bazen, dinsel ya da ırksal azınlıkların tüm insan hakları çiğneniyor ve cezalandırma korkusu duymayan çoğunluk tarafından cinsel bakımdan kötüye kullanılabiliyordu.

Öte yandan, yasa altında eşit korunmanın geçerli olduğu modern toplumlar da, suçlunun sorununa bakılmaksızın, tüm cinsel kötüye kullanımları büyük bir şiddetle cezalandırmayı gündeme getirdi. Gerçekte herkes için «güvenli» bir dünya kurma hevesleriyle, bazen aşırı yasalar koyup başka hiç kimsenin varolamayacağı cinsel suçlar yarattılar. Böylece, yalnızca dürüstü kötü kişiden ya da kötüleri birbirinden korumayı değil, aynı zamanda dürüst olanları birbirinden korumayı da durdurdular. Yani, seks yasaları «kurbansız suçlar»a değin genişletildiği zaman, totaliter bir karekter kazanır ve bunun sonucunda birçok iyi insanı, yasaların kendisi mağdur edebilir.

Bununla birlikte, çoğu iyiniyetli yasa koyucu, cinsel yanlış yapmanın birçok biçimini cezalandırmadan bırakmalıdır. Örneğin, seksi birbirlerini alçaltmak anlamında kullanan karı-kocalar, çocuklarını cinsel bakımdan cahil bırakan ana-babalar, mastürbasyon hakkında yalanlarla öğrencilerini korkutan öğretmenler, cinsel uyumcu olmayana zulmü reva gören papazlar, büyük ölçüde zarar verebilirler. Her şeye karşın, onlar seks suçluları olarak dikkate alınmaz ve zaten herhangi bir yasanın onları denetip denetmeyeceği de kuşkuludur.

Tüm bunlardan iki sonuç çıkarabiliriz:

1 - Yasa ve ahlak, aynı şey değildir. İkisi arasında bir ilgi vardır kuşkusuz, ancak, bu ilişki doğrudan değildir. Kimi ahlaka aykırı seks davranışları tümüyle yasal olabilir, belirli seks davranışları da tümüyle yasadışı olabilir.

2- İnsan, seks yasasının amacının basit olarak fiziksel ve duygusal korunmayı sağlamak olduğunu varsayamaz. Gerçekte, gördüğümüz gibi, kimi tehlikeli davranışlar yasal olabilirken, zararsız davranışlar da yasadışı olabilir.

Öte yandan, bulmaca gibi karmaşık seks yasalarımızın ardındaki «gerçek» nedenleri nasıl buluyoruz? Başka bir deyişle, toplumların, cinsel davranışlarının yasal ya da yasadışı olup olmadığını hangi gerçeğe göre belirtiyor? Tarihe kısaca gözatmakla bu sorulara bir yanıt bulabiliriz belki.

SEKS VE HUKUK

Uygarlığın başlarında tüm yasalar dinsel yasalardı, yanı kimi üstünin-san otoritesinin isteği olarak ifade ediliyordu Ruhlar, Tanrıları ya da Tanrı, insanların belli bir biçimde davranmasını istedi ve buna boyun eğmeyenleri derhal cezalandırdı. Bu nedenle, yasalar pratik olarak kendilerini güçlendirdiler.

İlk bilinen seks yasaları bu kuralın dışında değildi. Gerçekte, günah ve suç arasında da bir fark yoktu. Cinsel suçlular hem günahkâr hem suçluydu, cezaları da belliydi, insanın yasayı uygulamasının hiç de zorunlu olmadığı yerlerde, Tanrısal kurallar pek işlemedi.

İşin gerçeği, cinsel inançlar binlerce yıl tüm hukukun temeli olarak kaldı. Örneğin, Eski Dünyanın ilk büyük yasa koyucuları, açık olarak yüksek bir amacın elçileri olduklarını ilan ettiler. Hammurabi, yasalarını Güneş Tanrısından aldı, On Emir, Musa'ya Sina Dağında Yahova tarafından verildi, Kur'an, Cebrail melek tarafından dikte ettirildi Muhammed'e.

Bunlar ve çeşitli «Tanrısal esinli» yasaların özellikle cinsel davranışa göre birbirlerinden oldukça farklı bir biçimde ayrıldıklarını söylemek bile gereksiz. Öte yandan, bu süreç içinde Yahova'nın kimi cinsel buyruklarının da değiştirildiği ya da tersine çevrildiğini de biliyoruz. (Örneğin: Yaratılış 38, 8/10 ve Levitikus 20:21).

Bununla birlikte, bir seks yasası üzerine ilk tarihsel girişimleri karşılaştırdığımız zaman, en azından tek bir ortak şey buluruz: Tümü de toplumsal ve dinsel suçlarla kaplanmıştır. Cinsel davranış yalnızca öteki insanlara zarar verdiği zaman değil, salt inançsızlık gösterdiği zaman da cezalandırılıyordu. Gerçekte, son suç çoğunlukla öncekinden daha ağır bir ceza taşıdı. İnsanlar herhangi bir kişisel incinmeden çok, Tanrısal hoşnutsuzluklardan korkarlardı.

Böylece, cinsel yönden genelgeler şeylere başkaldıranların hiçbir zaman toplumsal bakımdan zararlı oldukları açıklanamadı. Hatta, herhangi bir kimseyi özellikle tehlikeye atsalar bile, hâlâ topluma dolaylı bir tehdit yöneltmiş oluyordu. Tüm varlığıyla Tanrıyı horgörüp onun karşılıkta bulunmasını istediler. Bu nedenle hoşgörülü olamazlardı. Onlara yapılan zulüm dinsel bir görevdi ve onlara karşı alınan herhangi bir tutum haklı çıkarılırdı.

Bu, eski çağlardan orta çağlara hukukbilim uzmanlarının temel felsefeleriydi. Onların görüşüne göre, hukukun temel işlevi, Tanrı'nın doğal düzenini onarmak ve korumaktı. Gerçi, yüzyıllar geçtikçe cinsel davranışın kontrolü kilisenin özel bir görevi oldu. Din yalnızca özel değil, genel yaşamı da ilgilendiren çok etkileyici ahlaksal bir güçtü.

Modern çağların başlangıcında kilise, gücünü dünyevi devlete kaptırdıkça eski yasalar ortadan kalktı. Tüm Avrupa çapında dinsel mahkemelerin yerini dünyevi olanlar, papaz tarafından verilen cezaların yerini cezai yasalar, itiraftan sonra kefaret olsun diye papaz tarafından verilen cezanın yerini cezai cezalar aldı.

Ancak cinsel sapıklığa genel yaklaşım önceki gibi kaldı. Devlet basitçe geleneksel ahlak standartlarını kabul etti ve onları bütün gücüyle uygulattı. Hatta «zararsız» «mağdursuz ya da kurbansız» sapkınlıklar aleyhine dava açmaya devam etti. Bu kişiler dinsel başkaldincilıktan dünyevi yıkıcılar haline dönüştüler. Yasanın gözünde de onlar ulusun refahını tehdit etmektedir. Devlet, kiliseden tümüyle ayrılmadığını, 18. yüzyılda Fransa ve Amerikan

HUKUKUN TANRISAL KÖKENİ

İnsanlığın ilk büyük yasakoyucuları yasalarım tanrısal bir istenç olarak ilan ettiler.

Sertleşmiş haldeki penis biçimli taş, Güneş-Tanrısından esinlenen Hammurabi yasalarını ifade ediyor. Taşın üstündeki Rölyef (Kabartma) yontuda başında tacıyla tanrı önünde ayakta duran Hammurabi'nin öğretisini sunuşunu canlandırıyor. (Paris, Louvre).

Musa, tanrı Yahova'dan Sina Dağında Yasa maddelerini alırken.

Bu İran illüstrasyonu da Hz. Muhammet'in Cebrail'den Kuran âyetlerini alırkenki tablosunu gösteriyor.

devrimlerinin görülmesine değin açıklayamadı. Bu, öteki şeyler arasında seks yasalarının artık kutsal kitaplardan kopye edilmeyeceği, ancak akılcı ve deneysel temellere dayanması gerektiği anlamına geliyordu. Sonuç olarak, suç olan birçok cinsel davranışa şimdi izin çıkıyordu. «Aydınlanmış» tüm yurttaşlar, önceki ahlaksal vasilikten kaçtı ve birçok yeni sivil özgürlükler kazandılar. Belli bir «özgür dünya» ve kişisel ahlak yaratıldı ve yasanın onun dışında olduğu anlatıldı. Bu demokratik kazançlar Batı Avrupa ve Latin Amerika'nın çoğunun dolaysız ya da dolaylı yoldan ulaştığı Napolyon-cu resmi reformlarla pekiştirildi. Ayrıca ABD anayasasında aynı zamanda bu demokratik kazançların dinsel dogmadan bağımsız olduğu ilan edildi. Kongre kesinlikle bir dinsel oluşuma dayanan yasa yapılmamasını emretti.

Bununla birlikte, Hıristiyanlığın ya da daha püriten baskıcı hareketin Amerikan genel yaşam üzerindeki etkisi öyle kolay kınlamıyordu. Devlet çok uzun bir süre yalnızca tehlikeli olan suçları değil, salt günah ya da kur-bansız kötülükleri cezalandırmaya devam etti. Bu kötülüklerin, gerçekte faziletler olduğu ve onların inançlarına göre şimdi tam bir cinsel yaşama götürmeyi önlediği için artan sayıda püriten olmayanlara önem verilmedi. Gerçekte, herhangi bir cinsellik sorunu gündeme geldiğinde, birçok yasaya-pıcı hâlâ alışılageldiği gibi Anayasayı unutmaktadır. Son yıllarda herkes genelde daha bilgili oldu ve böylece cinsel özgürlüğün, örneğin konuşma özgürlüğü ve dinsel özgürlük gibi bir anayasal sorun olduğu anlaşılmaya başlanıyor. Daha şimdiden birtakım eyaletler seks yasalarını liberalleştirdi ve başkaları da böyle bir süreç içinde. Bu nedenle, en azından bu sınırlı alan içinde sonunda Amerikan Devrimi verdiği sözü tutacağa benziyor. Oysa bu birkaç gözlem, dinin yalnızca rasyonel seks yasalarının önünde bir engel olduğunu ima anlamına gelmiyor. Hatta kilisenin en katı biçimde ayrımı ve devletin bizzat kendisi, her yurttaş için cinsel özgürlüğü güvenceye alıyor. Gerçekte, Sovyetler Birliği, Çin Halk Cumhuriyeti ve Küba gibi modern, açıkça ateist devletler, herhangi bir ortaçağ Hıristiyan krallığındaki gibi cinsel sapkınlığa hoşgörüsüz bir tutum takınıyorlar. Öteki davranışlar arasında bu ülkeler hâlâ pornografi, fahişelik, eşcinsel davranışlara, karşı cinsten elbise giymeyi, bu suçlar herhangi bir kişiyi mağdur etmediği halde yasaklıyor. Açıktır ki, bu yasaklamalar şimdi elbette eski dinsel zemin üzerinde savunulmuyor. Bu olguyu, «burjuva yozlaşması», «kapitalist çürüme» ya da «Batı ahlaksızlığı» gibi yeni ideolojik dogmalar temeline oturtmaya çabalıyorlar. Gerçekte bu dogmalar üzerine daha derin bir çalışma, onların olasılıkla eski unutulan dinsel kökenlerden geldiğini keşfedebilirdi. Belki önce onları yaratıp sonra dine, başkaldıranlara zulmetme isteği, kimi toplumlarda öyle derine işlemiştir ki, onu haklı çıkaracak herhangi bir dinsel ya da dünyevi özür kullanamazlar. Günümüzde bile, dünyanın birçok yerinde aşırı bir cinsel hoşgörüsüzlük vardır. İnsanın evrensel cinsel hakları için verilen kavga henüz sonuca ulaşmaktan oldukça uzaktadır. (Aynı zamanda «Cinsel Baskılar»a bakınız.)

Aşağıdaki sayfalarda, Avrupa ve Amerika'da seks yasasının gelişmesi özetleniyor. Ek olarak, bu yasalar, kültürel karşılaştırmalar da sunuyor. Yer darlığı nedeniyle, evlilik, boşanma, gebelikten korunma, düşük, zührevi hastalıklar, gayrimeşruluk vb. seks yasaları burada ele alınmadı. Tartışmamız, terimin dar anlamıyla, insanın cinsel davranışını düzenleyen yasalarla sınırlıdır.

TARİHSEL ZEMİN

Günümüz İngiliz ve Amerikan seks yasalarını anlamak için bu yasaların tarihini gözönüne getirmemiz gerekir. Gerçekte, bu yasaların, kimileri eski ilkel insanların gelenekleri ve görenekleri üzerine kurulmuş ve bir dizi tarihsel olaylar içinde günümüze kalmıştır. Bundan başka, Kıta Avrupasının yasaları dışında, örneğin Anglo-Amerikan yasası, kilise ve devlet arasında henüz tam modern bir ayrımı yansıtmıyor. Ama özgür bir ortaçağ Hıristiyan ahlakını uygulamayi sürdürüyor. Bu, anayasasında tam bir dinsel özgürlük ilan etmiş ABD'nin durumunda pek şaşırtıcı geliyor. Her şeye karşın, cinsel davranış alanında anayasal güvenceler hâlâ gerçekleştirilmeyi bekliyor. Bugüne değin, dar Hıristiyan ahlak öğretileriyle resmen Amerikan Hıristiyan-ları, anayasal olarak Birleşik Amerika'nın inançlar ya da inançsızlıklarının tümüne kaynaklık ettiği, yalnızca bir «Hıristiyan ülkesi» olmadığı olgusunu kabullenmeyi reddediyorlar. Gerçekte bu olguya dayanılarak, birçok Amerikan seks yasasının anayasaya aykırı olduğu tartışılabilir. Aşağıdaki kısa tarihsel inceleme, Amerikan ve İngiliz seks yasasının gelişmelerini izliyor. Doğal olarak, bu inceleme günümüz bağlanımdadır ve yalnızca taslak olup birçok yönden eksiktir. Eksik de olsa, bu inceleme yadsınamaz ve büyük ölçüde günümüz resmi tutumlarının dinsel temelini ortaya koymaktadır.

Yasal Yahudi Geleneği

Eski İsrail tarihi, İsrail'in ulusal kimliğinin kazanılması ve yaratılması mücadelesinin tarihidir. İmansızlar tarafından kuşatılan ve kesin olarak tehdit altında bulunan İsrailliler, «gerçek» inançlarını korumak için olağanüstü bir çaba gösterdiler. Töreler ve yasaların tümü işte bu temel çerçeve içinde ele alınmalıdır.

İlk Yahudi seks yasası «Tanrının seçtiği insanlar»ı dört büyük kötülükten korumaya çabaladı: Bir, nüfusun azalışı, erkek mülkiyet haklarının ihlali, yabancıların, yabancı âdetlerinin bulaşması ve dinsel inançlara başkaldırma. Böylece yasa tüm öteki cinsel etkinlikler pahasına, evlilikte birleşmeyi özendirdi ve komşu kabileler arasında yaygın olarak görülen ve üretime yol açmayan seksin çeşitli biçimlerini yasakladı. Döllemenin kabul edilmeyişi, anti-sosyal bir tutumu gösterdi ve bütün toplumu gücendirdi. Irza geçme, zina ve gayrimeşru gebelikler, karılarını ve kızlarını kişisel mülk gibi değerlendiren ve onlara verilen herhangi bir «hasar» karşılığında tazminat isteyen erkeklerin bireysel haklarını çiğneme anlamı taşıyordu. Eşcinsel davranış ve hayvanlarla cinsel ilişki, yabancı Tanrılara tapınmayla birleştirildi. Böylece onlar putperestliğe ya da Kutsal Kitap'ta adlandırıldığı gibi, Yahova'nın kendisine karşı işlenen suçlara bir örnek göstermiş oluyorlardı.

Doğal olarak, zaman içinde belli seks yasaları elendi ve değişen koşulların ışığında yeniden yorumlandı. Her şeye karşın, sekse karşı genel yasal Yahudi tutumu, İsa'nın zamanında bile değişmeden kaldı. («Seks ve Din» ve «Tarihsel Zemin»e bakınız.)

İlk Hıristiyan Öğretileri

İlk Hıristiyanlar, resmi Yahudi geleneklerinin çoğunu kabul ettiler. Resmi olarak, Pagan Roma İmapatorluğunun yumuşak yasaları altında yaşamaya devam ettiler. Ancak, özel tavırlarında, daha katı olan Kutsal Kitap standartlarını izlediler. Gerçekte, ilk büyük Hıristiyan misyoner Aziz Paul, insanın cinsel arzuları üzerine çok sığ bir görüşe sahipti ve nerede olursa olsun, bu arzuları sınırlamayı savundu. Bu tutum, Augustine ve Kilise Babaları olarak adlandırılan çileciler tarafından daha da geliştirildi. Sonunda, Hıristiyanlık, Roma devletinin dini olduğu zaman, bu yeni çilecilik cezai yasada ifadesini buldu. Hıristiyan İmparatorlar Theodosius (İ.S. 390) ve Jüs-tinyen (İ.S. 538 - 544) belli cinsel pratikleri paganizmin kalıtı gibi ele alarak, çıkardığı drakonik (gaddarca) yasalarla mahkûm ettiler. Özellikle Jüstinyen Yasası (bizans İmparatorluğunda bin yıla kadar sürmüştür), cinsel sapkınlara karşı çok hoşgörüsüz bir tutum taşıyordu. Örneğin Jüstinyen, eşcinsel ilişki ve hayvanlarla cinsel ilişki gibi putperest iğrençlikleri, Tanrının fırtına, yangın, kıtlık, salgın hastalık ve depremle cezalandırarak feryat ettiğini ve bu yüzden devletin tüm suçluların yaptıklarından topraklarını korumak gibi bir ağır görevle yükümlü olduğunu açıklıyordu. Bu suçun infazı da kızgın demirle dağlamak, diri diri gömmek bunlardan önce de işkence etmek ve kötürüm bırakmakla yerine getiriliyordu. Jüstinyen Yasası, Batı resmi tarihinin bir alemeti farikasıydı ve ortaçağ hukuk uzmanları üzerinde büyük bir etkisi vardı.

Ortaçağın Dinsel Mahkemeleri

İngiltere, İskoçya ve İrlanda, misyonerlerin çalışmalarıyla Hıristiyan resmi öğretilerine yakınlaştılar. Anglo-Sakson hukuku, hiçbir zaman yazılı yasalar halinde toparlanmadı. Yasanın temeli törenlerdi. Şimdi, yeni diniyle birlikte Hıristiyan Kilisesi, yeni bir resmi sisteme girdi. İngiliz kralları aynı zamanda yeni dünyevi yasalar koydular ve bunlar, uzun bir süre her iki resmi sistemde varlığını sürdürdü. Üstelik birbirlerini karşılıklı destekleyerek. Sonunda Kilise, tüm ruhani konular üzerinde yargılama hakkını elde etti. Cinsel sapkınlık, baştan çıkma, dinsel doğrulara başkaldırma, büyücülük yapma gibi suçlara bakmak üzere özel dinsel mahkemeler kuruldu. Bununla birlikte, bu dinsel mahkemeler herhangi bir dünyevi cezayı uygulama gücüne sahip olmadı. Bunun yerine mahkemeler, yalnızca belli bir ceza vermeyi buyurdular. Aynı nedenle, kendilerini alışılagelmiş tanıklar kuralıyla sınırlamaya temelde iradi itiraflara güven duydular. Suçlular çoğu kez ruhlarından korktuğundan, itirafta bulundular. Çünkü ancak bir dinsel mahkeme onları sonsuz lanetlenmeden kurtarabilirdi. Yargıçlarda, yalnızca yoğun hareketleri değil, salt günahkâr düşünceleri de dikkate almaya zorlanmış, hissettiler, kendilerini. Cezaların çeşitli türleri ve ölçüleri «Penitentialler» olarak adlandırılan özel bir kitapta yer alıyordu. Ki bunlar, bugün ortaçağın kilise adaleti üzerine hazin bir tablo sunuyor bize.

Genel olarak konuşursak, sekse karşı kilisenin tutumu son derece olumsuzdu. Karı-koca arasındaki birleşme bile son derece sınırlıydı. Örneğin, cinsel ilişki, evlendikten sonra üç gün, kadının âdet devri sırasında, gebeliği sırasında ve bebeğin doğumundan birkaç hafta sonrasına değin yasaklanıyordu. Aynı zamanda perşembe günleri (İsa'nın yakalanışı), cuma günleri (İsa'nın çarmıha gerilişi), pazar günleri (İsa'nın yeniden dirilme günü) ve her paskalya ve noel'den önceki kırk günden resmi oruç döneminde olduğu gibi yasaktı. Âdet gören kadınların kiliseye girmesine izin verilmezdi. Evlenmeden cinsel ilişki kuranlara bir yıldan daha fazla ceza ve evli biriyle ilişki kurana yedi yıldan fazla bir ceza istenirdi. Mastürbasyon ve uyku sırasında istemdışı orgazma nedense daha hafif davranılırdı. Oysa eşcinsel ilişkiler ve hayvanlarla cinsel ilişkiye yirmi iki yıldan ömür boyuna değin uzanan bir ceza istenebilirdi.

Modern kafalar için zinaya istenilenle eşcinsel ilişkiler için istenen ceza arasındaki bu büyük fark acaip görünebilir. Oysa hatırlanmalıdır ki ortaçağ düşüncelerinde bu günahlar bütünüyle farklı kategorilere giriyordu. Üretim-sel olmayan cinsel davranış tipleri «doğal düzene» karşı gelmekle suçlanır ve bu yüzden Tanrının kendisine karşı gelinmiş oluyordu. Yalnızca öteki insanların suçlandığı iğfal'i zina, hatta ırza geçme gibi 'doğal' şehvetli günahlar çok daha az önemliydi.

Ceza işleyenlerin çok kere bir beyaz çarşaf giymeleri ve kilise kapısında yalınayak ve başıçıplak görünmeleri beklenirdi. Ağır bir mum taşımaları gerekir ve açık bir itirafta bulunduktan sonra koridor boyunca toplantı salonunun önüne yürütülürdü. Nihayet birkaç hafta ya da birkaç yıl sonra cezaları tamamlandığında, kendilerine yazılı bir sertifika verilirdi. Günahlarını itiraf etmeyi reddeden ya da kendisi için istenilen cezayı yerine getirmeyen suçlular, kiliseden afaroz edilirdi. Yüzyıllarca sapkınlıkları düzene sokmaya çalışan bu yöntemin büyük ölçüde işlemez olması belki de kaçınılmazdı. Her şeyden önce, kilise tarafından konulan cinsel standartlar son derece gerçek dışıydı. İkincisi, bu standartların çoğu bizzat papazlarca çiğnenirdi. Üçüncü olarak, sistem iyice sağlama alındığı zaman ceza gittikçe artan bir şekilde para ödeme cezası şekline dönüştü. Sırasıyla, bu tutum dünyevi yönetimle bir çatışma süreci üzerine kilise mahkemelerine de yerleşti. Aslında birçok ruhani suçlar aynı zamanda fiziksel zararlara da neden oldu. Öte yandan, Tanrıya karşı olan günahlar aynı zamanda insana karşı suçlar da olabilir. Örneğin, Ortaçağda Lordlara vasalların (hizmetkârlarının kızlarının) evlilik izni için özel bir ücret alma yetkisi veriliyordu.

Böyle bir kız rasgele bir cinsel ilişkiyle evlenme şansını yitirirse, beyinin alacağı ücrete hile karıştırmış oluyordu. Bu ve benzer durumlarda, dünyevi mahkemelere hasar için bir tazminat olarak her zaman para cezası alma yetkisini vermekteydi. Oysa şimdi kilisede aynı zamanda kendi mahkemeleri için para topladığından, suçlular çoğu kez sivil mahkemelere ya da mağdurlara ikinci bir ödeme yapamıyordu. Sonuç olarak, tüm kilise mahkemeleri sisteminden kuşkulanılmaya başlandı.

Sonunda, Reformasyon hareketi sırasında Kral VIII Henry, İngiltere kilisesinin başı olduğu zaman, kilisenin yargılama haklarının bir kısmı kalktı ve çeşitli dinsel suçlar da dünyevi suçlara dönüştü. Böylece, örneğin eşcinsel işler ve hayvanlarla cinsel temas, önce yalnızca bir ceza konusu iken, şimdi hukuksal bir suç olarak açıklanıyordu. Suçlular idam ediliyor ve tüm mallarına el konuluyordu. Kraliçe, I. Elizabeth, ahlaksal ve ruhani suçlara parayla ya da hapisle cezalandıran bir özel yüksek mahkeme bile tayin etti. Bununla birlikte, bu mahkeme bir süre sonra bozuldu ve protestan bir kralın engizisyonu haline dönüştü. Bu nedenle 1640'ta ortadan kaldırıldı.

Püriten Miras

Olivier Cromwell ve püritenler, İngiltere'de iktidara geldiği zaman, cinsel sapkınlıklar üzerine baskıları büyük ölçüde yoğunlaşırdılar. Cromwell, davacıların daha istekli davranmasını istemekten hiç yorulmadı. 1650'de, iğrençlikleri, ensesti, zina ve evlilikdışı cinsel ilişkide bulunmak gibi bu toprakları kirleten ve her şeye kadir olan Tanrıyı darıltan çok üzücü günahları bastırmak için, parlemento, Püriten Yasasını çıkardı. Böylece, püritenik seks yasasının da kuşku götürmez bir biçimde dinsel temelli olduğu görülüyordu. İstenilen cezalar Kutsal Kitaptaki anlayışlar da olduğu gibi aynıydı. Örneğin, tıpkı eski İsrail'deki gibi, zina, ölümle cezalandırılıyordu.

Püriten yönetim İngiltere'de sonlarına yaklaşırken, Amerika'da ikinci baharını yaşıyordu. Gerçi, yeni İngiltere'nin Püriten kolonileri dinsel totoliter devletlerdi. Seks yasalarının çoğu Musa'nın yasaları temelinde kuruluydu. Örneğin, Massachusetts kolonisi yasasını, zina, eşcinsel işler ve hayvanlarla cinsel temas için ölüm cezasının istenildiği Kutsal Kitaptan doğrudan kop-ye etmişti. Evlilikdışı cinsel ilişki oldukça karmaşık bir durum yaratıyordu. Çünkü eski İsrailliler böyle bir şeyi hiçbir zaman mahkûm etmemişti. Her şeye karşın, Hıristiyanlar en ağır bir günah olarak dikkate almayı öğrendiler. Nihayet püritenler kendi yaklaşımlarını geliştirip cezalandırmanın çeşitli biçimler ve ölçülerini özgünleştirdiler. Evlilikdışı, bir kızla cinsel ilişki kuranlar evlenemeyeceklerdi ve başkalarına bir uyarı olsun diye para ödeyebilir ya da «pillory» denilen kol ve boynun geçirildiği özel işkence aletlerine vurulabilir ve herkesin önünde kamçılanabilirlerdi. Bazen bu üç ceza birden verilirdi. Daha sonra ılımlı bir dönemde, aynı zamanda evlilikdışı ilişki kuranları zorlamak amacıyla üzerinde V harfi bulunan elbiseler giydirmek bir adet haline geldi (Vncleaness için). Zina suçu ise sonra AD ya da basitçe A harfiyle simgelendi. (Aynı zamanda Nathaniel Hawthorne'nin romanı Scarlet Letter'e bakınız. Scarlet Letter: Eskiden zina yapan bir kadının göğsünde taşımaya mecbur olduğu kızıl renkte A harfi) Oysa bu sıkı yasalar ve katı cezalara karşın, cinsel sapkınlık Yeni İngiltere püritenleri arasında oldukça yaygın bir biçimde kaldı. Birçok çağdaş belge sık sık gayrimeşru doğumlar yapıldığına ve eşcinsel davranışın oldukça yaygın olduğuna kuşku duyulmayacak bir açıklık getiriyor. Bu olgu, kuşkusuz toplumların tüm evlilikdışı kar-şıcinsel temasları önlemesi çabalarını yaygınlaştırdığı için fazla şaşırtıcı gelmiyor.

MODERN HUKUK

ABD'nin çoğu eyaletlerindeki seks yasaları bugün hâlâ püriten modeli izliyor. Amerikan nüfusu kıta boyunca Batı yakasına hareket ederken, New England'ın cezai yasaları da birlikte getirildi ve hemen hemen tüm yeni eyaletlerde kopye edildi. Çoğu yerleşmeciler Doğu Kıyısında alışkın oldukları resmi geleneklerin korunmasından hoşnut kaldılar. Eski Dünyadan gelip yerleşenlerden farklı olarak, onlar yeni resmi kurumlar ya da temel reformlarla ilgilenmediler. 19. Yüzyılın başlarında Batı ve Güney Avrupa, 1. Napol-yon'un emriyle seks yasalarını liberalleştirdi, yetişkinler arasında özel olarak tarafların rızasıyla yapılan cinselliği resmileştiren Napolyoncu yasa, Fransa sınırları ötesinde de yaygın bir etki sağladı. Aynı zamanda bu yasalar İtalya'da, İspanya'da, Portekiz'de, Belçika'da, Hollanda'da ve Latin Amerika'nın bütününde bir model olarak ya kabul edildi ya da kullanıldı. Böylece, Protestan Orta Avrupa ve Kuzey Amerika ülkeleri geçmişe bağlı kalırken, dünyadaki katolik ülkelerinin çoğu, minimum bir duyarlıkta modern seks yasasıyla yeni Sanayi Çağına girdi. Eski ve ortaçağ seks yasalarının çoğu el sürülmeden korundu. Tek gerçek değişim, cezalarda tedrici bir azalmada görüldü. Örneğin, zina Massachusetts'te bir suç olmaya devam ederken, ölüm cezası nispeten herkesin gözü önünde kamçıyla dövmek, bir para cezası vermek ve hapise attırmakla yer değiştirdi. Sonra, kamçılama, yerini para cezası ve hapse atılmaya bıraktı. Nihayet, bu hafifletilmiş cezalar bile çok şiddetli bulunmaya başlandı. Oysa yasayı değiştirmek yerine yetkililer sadece onu güçlendirmeyi durdurdu.

Başka daha iyi anlatan bir örnek, Massachusetts'e benzemeyen New York'un durumuyla verilebilir. Başlangıçta eyalet, zinaya karşı bir yasaya sahip değildi. 1907'de «Saflığı Yüceltme için Ulusal Hıristiyan Birliği» diye adlandırılan bir grup amacına uygun bir yasanın kabul edilmesi için meclise baskı yaptı. Ondan sonra zina yapanların her ikisi de para ödeyebilir ya da hapishaneye girebilirdi.

Bununla birlikte, bu başlangıçtan sonra konuyu gerçekten güçlendirmek için hemen hiç girişimde bulunulmadı. New York eyaletinde zina, sadece boşanma temelinde tanındığından, durum özellikle garipleşiyordu. Her yıl mahkemeler alışılageldiği biçimde bu temelde binlerce boşanmayı kabul etti. Ancak aynı zamanda alışılageldiği gibi suçlu tarafların aleyhine dava açmayı ya da yasal takipte bulunmayı da bıraktı. Yasal ikiyüzlülük içinde bu resmi uygulamalar, yasa koyucularını çok yakın hatalarla yüzyüze geldiği zamana değin sürdü ve ilk aşamada hiçbir zaman yasa yürürlükte olması gerekmeyen anti-zina yasalar iptal edildi.

Ne yazık ki, bugüne değin eskimiş seks yasalarında reform Birleşik Devletler'de çok daha fazla ilerleme göstermedi. Eyaletlerin büyük çoğunluğu hâlâ yasalaşan ve aşırı yasalaşan ahlakta ısrar ediyor ve böylece gereksiz toplumsal sorunlara bir ev sahipliği yapmayı sürdürüyorlar. (Daha ayrıntı bir tartışmayı aşağıda, «ABD'de İşleyen Seks Yasaları»nda bulacaksınız.)

KARŞI - KÜLTÜREL GÖRÜŞLER

Cinsel sapkınlığa karşı ABD ve İngiliz yaklaşımı her zaman alışılmamış ölçüde sert olmuştur. Bu, öteki toplumların seks yasaları üzerine bir çalışmaya başlanıldığı zaman oldukça açık bir biçimde görünür. Bu yasaların çoğu oldukça hoşgörülüdür. İşin garip yanı, bu toplumların deneyimi Amerikalılara hiç ilginç görünmüyor. Böylece daha sıkı resmi kontrolü savunmak için Amerikan yasakoyucularının Kutsal Kitaptan aktarma yaparken görülmesi pek sık olur, ancak gerçekte onların hiçbiri öteki ülkelerin pratiklerini dikkate almayı düşünmezler. Bu ülkelerin birkaçı yüzyıldan daha fazla bir zaman, yalnızca asgari seks yasasına sahipti ve şimdiye değin, onlar onun nasıl çalışıp çalışmadığını pekâlâ biliyorlar. Bununla birlikte, İngiltere ve ABD'deki tartışmanın çoğu, resmi bilginler arasında bile dar bir fikir atmosferinde kaldı, sanki öbürlerinin deneyimlerinden hiçbir şey öğrenilmedi.

Ne yazık ki, elimizdeki kitabın çerçevesi, Avrupa, Afrika, Asya ve G.Amerika seks yasalarının ayrıntılı bir tanımına izin vermiyor. Çok kısa bir seçmeyle yetinmemiz gerekiyor. Her şeye karşın, aşağıdaki özetler, yetersiz ve yüzeysel de olsa en azından, tartışmaya birkaç görüş ekleyebilir. Buradaki tüm cezai yasalar modern sanayi ülkelerinde olanlardır.

Sovyetler Birliği

Sovyetler Birliği'nde cinsel davranış üzerine resmi kontrolleri özetlemek oldukça zordur. Her şeyden önce, Birliğin çeşitli Cumhuriyetleri, kendi cezai yasalarına sahiptir ve bunlar özellikle seks yasalarında değişir. İkinci olarak, tüm sapkınlık türleri çoğu kez cezai duruşmalar ya da resmi tevkifler olmaksızın «düzeltilir». Bunlar resmi olmayan yaptırımlarla karşılaşabilirler. Böylece yaptırımlar oldukça şiddetli olmasına karşın, onlar düzenli anlamda sapkınlığı bir mahkûmluk olarak belirlemezler. Örneğin, asalak bir yaşam biçimine saptığı öğrenilen kişiler başka yerleşim alanlarına gönderilebilir ve belli bir zaman içinde tayin edildiği bir işte çalışmaya zorlanabilirler. Açıktır ki, bütün bunlar bir hayli discretion'a izin verir ve böylece cezai yasaya hiçbir zaman başvurulmayabilir.

Bununla birlikte, insan, 15 birlikten oluşan cumhuriyetin en büyüğü Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyetinin cezai yasası üzerine çalışarak, Sovyetler Birliği'nde sekse karşı genel resmi tutum hakkında kısa bir bilgi edinebilir. Bu yasada en büyük ciddi cinsel suç ırza geçmedir. Yasa, gerçekleştirilen şiddet ya da zorlamaya göre ırza geçme ölçüsü oranında ayrım yapar. Basit bir ırza geçmeye 3 yıldan fazla olmayan bir hapis cezası verilirken, saldırı biçimlerine göre çok daha sertçe cezalandırılabilir. (10 yıldan fazla hapis). Bununla birlikte, toplu ırza geçme (tecavüz) ve küçük bir grubun ırza geçmesi (tecavüzü) daha uzun bir hapisle, hatta ölümle cezalandırılabilir. Çocuklara sarkıntılık edenler (sübyancılık) 3 yıldan daha fazla cezaya çarptırılır; saldırgan biçimlerde olursa aynı suçlar azami 6 yıla çıkar. Erkekler arasındaki eşcinsel işler ciddi bir suç sayılır. Ceza 5 yıla kadar hapis olabilir. (Erkek eşcinsel davranışa karşı eski çarist yasa devrimin ilk yıllarında kaldırılmış, ancak 1934'te yeniden yürürlüğe girmiştir. Oysa, şimdi önce olduğu gibi kadınlar arasındaki eşcinsel davranıştan söz edilmez.) Pornografi yapma ya da sağlamaya karşı daha sıkı yasalar vardır (3 yıl hapis). Muhabbet tellallığı yapma ve zamparaya ev sağlama 5 yılla cezalandırılabilir. Ek olarak, küçükleri dilenme, kumar oynama ve fahişelik gibi cezai etkinliklere sürüklemek ciddi bir suçtur.

İskandinav Ülkeleri

Norveç, Danimarka ve İsveç, uzun zamandır adalet yönetimi alanında yakın işbirliği içerisindedir. Bu yüzden üç ülke cinsel eylemlerin hangi durumda suç olarak kabul edilmesi gerektiği üzerine benzer görüşler geliştirmiştir.

ABD ile karşılaştırılınca, cinsel davranışlarda resmi kontrolün çok fazla olmadığı görülür. En önemli suç, belli koşullara göre ömür boyu hapisle cezalandırılabilen ırza geçmedir. Oysa, ırza geçmenin çeşitli tiplerini tanımlar ve böylece aklen dengesiz kadınlar ya da bir deliyle cinsel ilişki gibi şiddetle olmayan ve 'kanuna uygun' durumlarda, ceza çok daha şiddetlidir. Katılan kişi eğer 15'in altındaysa, (Norveçte 14) cinsel temas çocuğa sarkıntılık ya da ırza geçme olarak cezalandırılabilir. Ensest, doğrudan soydan olmayan ya da aynı soydan gelme ya da kardeş ve ki2kardeş arasındaki cinsel ilişki gibi, dar anlamda tanımlanır. Katılanların 18 yaşın altında olması onların cezadan kurtulabilmelerine yeter, ancak olay ciddi bir suç kabul edilir. Öte yandan, evlilikdışı cinsel ilişki «sodomy» (oğlancılık) ya da doğaya karşı suç gibi işleri cezalandıran yasa yoktur.

Zina ve hayvanlarla cinsel temas, yalnızca Norveç'te suç kabul edilir. Ancak baskı son derece seyrektir. Eşcinsel işler, yetişkinler arasında gizlilik içinde yapıldığı sürece yasaldır. (Bu sonuçlar yalnızca katılanlardan biri 16 yaşından küçükse cezalandırılır.) Aynı zamanda fahişelik de yasaldır, ancak başkalarını iş bulmaya zorlamak ve serserilik yasasıyla tutuklanabilirler de. Şehvani ve açık davranışların herkesin ortasında yapılması suçtur. Bununla birlikte, özel bir yerde yapılırsa, (yaparlarsa) yasa kapsamına girmezler. Pornografiye karşı İskandinav yasalarının ılımlılığı bilinmektedir. Danimarka da az oranda bulunan sınırlamayı kaldırmış ve tüm açık cinsel materyalleri yasallaştırmıştır.

Federal Alman Cumhuriyeti

Batı Alman seks yasaları sayıca azdır. Birleşik Alman Ceza Yasasının yalnızca 10 paragrafını içerir (174-184 paragraf). Yasa, topluca, bir kişinin kendi öz cinselliğini belirlemesine karşı suçları seks suçları kapsamına alır ve böylece açıkça Alman Seks Yasasının altında yatan felsefe ifade edilmiş olur. Cinsel davranış, eğer öteki insanların özgürlüğü ve sağlıklı cinsel gelişmesi ve ifadesini bozarsa cezasaldır. Bu duruma göre, yasa, öğrenciler, mapuslar, akıl hastaları... gibi bakmakla sorumlu oldukları ya da otoritesi altında bulunanlarla cinsel ilişki kuranları cezalandırır.

16 yaşından küçük bir kızın baştan çıkarılması, ayartan 21 yaşından daha genç olsa bile bu durumda dava sayılabilir olmasına karşın cezalandırılabilir. 14 yaşından küçük çocuklarla cinsel ilişki her zaman suçtur ve 18 yaşın altında herhangi bir kimseye «yetişkinler düzeyinde pornografi yapmak da yasal değildir. Tecavüz, suçun şiddetine göre 6 ayla 5 yıl arasında ya da mağdur ölürse daha fazla hapisle cezalandırılır. Zor tehdidi ya da başka tehditlerle cinsel ilişki 3 aydan 5 yıla, hatta duruma göre 10 yıla kadar hapis cezasına çarptırılır. Ev sağlayan komisyoncular, pezevenkler ve teşvik edenlerin birkaç yıl hapisle cezalandırabilmelerine karşın fahişelik de suç değildir. Gönül rızasıyla eşcinsel davranışta bulunan yetişkinlere karşı uygulanacak herhangi bir yasa yoktur. Oysa, 21 yaşın altında olan suçlu-

ların serbest bırakılabilmesine karşın 18 yaşın altında olanlarla yapılan eşcinsel işler yasaklanır. (Yasa burada 18 yaşın altında olanları çok küçük olduğunu ve bu yüzden eşcinsel davranışlar için bağımsız akılcı bir karar veremeyeceğini varsayıyor.) Herkesin önünde yapılan cinsel eylemler 1 yılın üzerinde bir hapis ya da parayla cezalandırılabilir, teşhircilik yalnızca bir şikâyet olduğunda dava konusu olabilir, ceza 1 yıl hapse kadar gidebilir. Eğer psikiyatrik tedaviyle suçlunun iyileştirilebileceği akla uygun geliyorsa, bu ceza geçici olarak durdurulabilir.

Japonya

Önceleri apayrı bir ülke olan Japonya, 19. yüzyılda, Batı etkilerine açıldı ve Meiji Restorasyonu olarak adlandırılan dönemde temel siyasal ve toplumsal değişimler geçirdi, Meiji Japonyasından önce seks yasaları karşılaştırabilir ölçüde az ve ılımlıydı. Eşcinsel ilişkiler utanç sayılmıyor, ancak eski Yunanda bilinenle karşılaştırılabilecek düzeyde, toplumca hoş karşılanıyordu.

Fahişelik her zaman kesinlikle Amerika ya da Avrupa'daki gibi sefih olmayan, özel eğlence bölgelerinde açık bir biçimde gelişiyordu. Oysa, Japonya Batılılaştıkça bu geleneksel cinsel özgürlük gittikçe sınırlandı. Bugün Japon cezai yasaları, bütün olarak daha az baskıcı olmasına karşın, sekse karşı olumsuz Batı tutumunu belirli ölçüde yansıtıyor.

Hayvanlarla cinsel temas, evlilikdışı cinsel ilişki, zina, evlenmeden bir-arada oturma ya da eşcinsel davranışa karşı bir yasa yok. Bununla birlikte, fahişeliğin teşviki, kadın Simsarlığı, muhabbet tellallığı şimdi yasal değil. Fahişeler «İyileştirilmek ve korunmak» için 6 aylığına bir «kadın ıslahevine» gönderilebilir. Bundan başka, herkesin önünde gösteri yapmak ve açık saçık maddelerin satışı üzerine bir yasa var. (Japonya'da açık saçıklık tanımı Batı ülkelerinden oldukça farklıdır.) En büyük suç cinsel tecavüzdür. O da tecavüzkârın kullandığı şiddet ölçüsüne göre cezalandırılır. Basit davalar 2 yıldan fazla bir hapis dönemini geçmez. Ancak tecavüz, bir çocuğa yönelikse ve ciddi bir yaralama ya da ölümle sonuçlanmışsa hüküm ömürboyu hapis olabilir. «Yasaya uygun tecavüz» kavramı Japonya'da bilinmiyor. Cinsel sarkıntılık, yani bir erkek ya da dişiyle zorla ya da zor tehdidiyle yapılan edepsizce bir hareket «zorlama ahlaksızlığı» gibi cezalandırılabilir. Çocuğa zararlı sarkıntılık (eğer mağdur 13 yaşın altındaysa) aynı zamanda bu statüde dava konusu edilebilir. Hüküm çok kere şiddetlidir (6 ayla 7 yıl). Herkesin «önünde açık saçık davranış» en fazla 6 aylık bir hapisle cezalandırılır. Öte yandan ABD'de son derece ciddi suç sayılan birkaç cinsel hareket, Japonya'da önemsiz bir suç gibi işlem görür. Örneğin, herkesin önünde tiksinmeye neden olacak bir biçimde vücudunu teşhir eden ya da gizlice evleri, banyoları, soyunma odalarını ya da tuvaletleri dikizleyen bir adam, «engellenme» ve bir para ödemeyle cezalandırılır. Bu hareketlere, başkasının mülküne haksız olarak ayak basmak, yanlış yangın alarmı başlatma, at ve sığırları korkutmak ve onların kaçışmasına neden olma gibi değerlendirilen suçlar da eklenebilir.

ABD'DE YÜRÜRLÜKTEKİ SEKS YASALARI

ABD'nin her eyaleti, yurttaşlarının cinsel davranışını kendine göre değerlendiren seks yasalarına sahiptir. Bu yasalar, öngörülen cezanın şid-detliliği kadar, ceza verilebilir suçların karekteri ve sayısına göre de şaşırtıcı bir uyum eksikliği gösterir. Örneğin, başka bir eyalette henüz suç olmayan bir cinsel eylem, başka bir eyalette ömürboyu hapisle cezalandırılabilir. Bundan başka, cinsel suçları tanımlayan terminoloiye göre de bütünüyle bir karışıklık vardır. Bu amaç için kullanılan çeşitli resmi terimlerin çoğu bili-möncesi kökenlidir anlamları eyaletten eyalete değişir.

Düzenli seks yasalarına ek olarak, birtakım eyaletler aynı zamanda suçluları psikiyatrik tedaviye zorlayan ve onların herhangi bir tedavi kurumuna teslimine izin veren özel yasalara sahiptir. Bu yasalar belli bir cinsel suçluyu bir küre ihtiyaç duyan cinsel psikopatlar olarak açıklar. Sonuç olarak böyle suçlular, (ki bazılarını yalnızca belli bir müddet ya da kısa bir hapiste bulunma cezası olacaktır,) belirsiz bir dönem için ya da yaşamının geri kalan zamanı için bir akıl hastanesine kabul edilebilir. Bazı eyaletlerde bu suçlular duruşmaya çıkarılmaksızın teslim edilebilir.

Kuşkusuz, bu garip yasalar; onların dayandığı varsayımları destekleyecek bilimsel tanıkların varolup olmamasına bakılmaksızın, bilim adına yürürlüğe konmuştur. Gerçekte «cinsel psikopat» terimi tam olarak bilimsel değildir ve bugün psikiyatristlerce bilinen herhangi bir hastalıkla ilişkisi yoktur. Bu yüzden, bir kişi bir eyalette sağlıklı, başka bir eyalette hasta kabul edilebilir. Her şeye karşın, bu yasalar bilgilendirilmemiş olan insanlara hâlâ cinsel şiddet önleme kuruntusundan başka bir şey vermediğinden, sadece kitap raflarında kalıyor. Oysa, işleyen teşhis teknikleriyle potansiyel tehlikesi suçlulara ve tehlikeli olmayanları ayırt edebilme olanağını kazanılabilir.

Herhalde, yalnızca çok az cinsel suçlu şiddete başvurur. Bundan başka seks suçluları, suçlarını öteki suçlulara göre de muhtemelen daha az tekrarlar. Nihayet, zorla psikiyatrik tedavinin, rehabilitasyonun etkin bir aleti olduğuna ilişkin önemsiz bir kanıt vardır. (Daha fazla ayrıntı için «Sağlıklı-Has-ta»ya bakınız.)

Amerikan seks yasasının alışılmamış çeşitliliği ve tutarsızlığı, elimizdeki kitabın çerçevesinde onun kesin bir tanımının yapılmasını önlüyor. Bununla birlikte, kişi bu yasaya konu olan belli esas davranış alanlarını tanıyabilir. Onlara karşı yürürlükte olan resmi tutum aşağıda kısaca özetleniyor.

Mağdurları İlgilendiren Suçlar

Gerçekte tüm ülkeler, zorla, hileyle yaralama, istismarın olduğu ya da isteksiz mağdurların gözü önünde yapılan cinsel hareketleri cezalandırır. Bu durumların her birinde, açıkça polise şikâyet edebilecek veya edebilir durumda olan mağdurlar vardır ve bunların korunma isteminde bulunmaları onların haklarıdır. Korunmayı sağlayamayan ya da onu istemeyen bir toplum uzun süre yaşayamaz. Bu nedenle, oldukça uygun bir şekilde, ABD'de her eyalet, mağdurları ilgilendiren cinsel suçlara karşı yasalara sahiptir ve bu yasalar her zaman uygulanmaya çalışılır.

Bununla birlikte, birçok eyalette yasaları düzeltmeye büyük bir gereksinme duyulur. Bazı durumlarda onlar artık etkili olmayan eski ve belirsiz bir dilde açıklanıyor. Başka durumlardaysa gerçekdışı ve karşı ceza üreten ya da uygulanması halinde suçlu ile mağdura birlikte ceza vermek duru-" munda olan yasalar konumundadır. Buna iyi bir örnek, şimdi kadın özgürlük gruplarının baskısı sonucu birçok eyalette gözden geçirilen geleneksel tecavüz yasalarıdır.

Bununla birlikte, yasalar başka bir durumda geri çekilebilir. Onların potansiyel mağdurları koruma girişimi sırasında esasen zararsız hareketleri de yasaklarlar ve böylece, başka hiç kimsenin varolmayacağı durumda suç yaratırlar. Öte yandan, yasakoyucular her zaman yeteri kadar koruyucu olmayabilirler. Sonuç olarak, bazı açıkça tehlikeli olduğu bilinen cinsel davranışlar uygun ceza almayabilirler.

Yasaların kendileri kadar bu ve benzer sorunlar, özel suçlara değinen aşağıdaki paragraflarda tartışılıyor.

Tecavüz

Sade vatandaş olasılıkla tecavüz suçunu «eşlerin isteğine karşı zorla cinsel ilişki» olarak tanımlayacaktır. Oysa bu ABD'nin birçok eyaletinde resmen belirlenen tanıma uymaz. Her şeyden önce birçok eyaletin ceza yasaları yalnızca «dişilere tecavüz edilebilir» anlayışıyla sınırlıdır. (Başka erkeklere tecavüz eden erkekler, bu tecavüz statüsüne göre dava konusu olamazlar.) İkinci olarak, bu yasalar çok kere zorla olmayan durumları tecavüz hareketi içine almaz, aslında tecavüz «mağdurun» tam rızasıyla da olabilir. Örneğin bir dişi, yaşının altında, aklen kusurlu ya da sarhoş olduğu zaman yasa basitçe onun rıza yaşının altında olduğunu varsayar. Bu durumlarda onun tamamen istekli olabilmesi ya da işinin aktif olarak ayartılmasının önemi yoktur. Böyle bir durumda dişiyle herhangi bir cinsel ilişkiye otomatik olarak tecavüz gözüyle bakılır. Bundan başka, reşit olmayan bir kızla cinsel ilişkide bulunma, olarak adlandırılan durumda çoğu kez toplu zorla tecavüz gibi şiddetle cezalandırılır. (Gerçekte çoğu tecavüz mahkûmiyetleri şiddet kullanılmayan tecavüz tipleri içindir.)

Geleneksel olarak, tecavüz cezası her zaman bir yıldan ömürboyu hapse değin uzanan, son derece şiddetli bir mahkûmiyetle karşılanır. Hatta birçok eyalette ölüm cezası da yaygındır. Özellikle suçlu siyah, tecavüze uğrayan beyaz ise. (Son yıllarda ölüm cezasının anayasaya uygunluğu mahkemelerde inceleme konusu olduğundan, tecavüz için verilen cezalarda herhangi bir infaz olamamaktadır.)

Bu birkaç gözlemin daha şimdiden gösterdiği gibi, Amerikan ırza geçme yasaları belki iyiniyetlidir ama her zaman doğru olmayabiliyor. Gerçekte bazı durumlarda açık anlamsızlıklar ortaya çıkabiliyor. Örneğin, bazı cezai yasalar tecavüz hareketini cinsel birleşme ya da birleşme girişimiyle sınırlar. Sonuç olarak herhangi bir giriş olmaksızın seks organlarının apozisyo-nu ve zor yoluyla el, ağız ya da anal ilişki, farklı statülerde dava konusu olabilir. Hatta bu cinsel hareketler, mağdura zorla birleşmeden çok, yaralayıcı ya da onur kırıcı gelebilir. Bu yalnızca karşıcinsel ilişkiyle değil, aynı zamanda cezaevinde sık sık olduğu gibi erkek ve dişi eşcinsel tecavüzleri biçiminde de görülebilir. Aynı zamanda kadınların erkeği silah ya da başka ölümcül silahlar kullanarak birleşmedışı sekse zorladığı durumlar da olmaktadır. Böyle suçlar tecavüz kabul edilmez ve bu nedenle yeteri kadar şiddetle cezalandırılmayabilirler.

Öte yandan, birçok durumda reşit olmayan kızla cinsel ilişki kurmanın hiç kimseye zarar vermediği ve bunu aslında kitaplardan çıkarılması gereken eyalet-imalatı, geçersiz, yapay bir suç olduğu açıktır. Onlu yaşlardaki erkeği yalnızca kız arkadaşları reşit değil diye damgalayıp yıllarca hapse atmanın ne iyi bir yasayı işletmekle, ne de iyi bir duyguyla ilgisi vardır. (Çoğu eyalette 16-18 arasında olmakla birlikte, reşit olma yaşı eyaletten eyalete değişir ABD'de.) Aynı nedenle, aklen kusurlu olan birisiyle rızasız cinsel ilişkide bulunmayı tecavüz olarak değerlendirmek pek akıllıca bir iş değildir. Bu tür dişilerin de tıpkı başkaları gibi cinsel ilişki kurma hakkına sahip olmaları gerekir. Onları, sevgililerinin yasayla herhangi bir tecavüzkâr olarak değerlendirilmesi perişan eder. Gerçekte bu, onlara baskı yapmak değil de nedir? (Aynı zamanda «Cinsel baskılara» bakınız.)

Bununla birlikte, günümüz ırza geçme yasalarına başka bir karşı çıkış da onların uygulanması durumunda olabilir. Çoğu kez ırzına geçilen dişi, ırzına geçilmeden önceki cinsellik süreci incelenmek suretiyle rahatsız edilebilir. Oysa, onun cinsel yaşamının mahkemede de konu dışı tutulması gerekir. Aslında, bir fahişe bile ırzına geçilmeme hakkına sahiptir. Bazı eyalet yasaları aynı zamanda ırzına geçilenin son ana kadar direnmesini ister. Böyle bir direnişe kanıt bulunamazsa, ırza geçen serbest bırakılabilir. Dahası, ırza geçme için getirilen cezalar çoğu kez öyle uç noktadadır ki, mahkeme jürileri mahkûm etmekte isteksizlik gösterirler. Daha açık kanılara daha hafif cezalar verilebilir.

Sonuçta, Amerikan yasa yapıcılarının bir seks suçundan çok, bir şiddet suçu olarak değerlendirdiklerinde, ırza geçmeye karşı daha büyük korunma sağlayabildikleri görülüyor. Irza geçenin kullandığı şiddetin tipi ve ölçüsüne göre, ırza geçme cezalarnın farklı olması gerekir. Tüm yaşlarda, erkek olsun dişi olsun, her iki cinsin de korunmuş olması gerekir. Reşit olmayanlar cinsel ilişki kurmanın tecavüz olarak görüldüğü kategoride de ortadan kaldırılmalıdır.

Çocuklara Sarkıntılık (Sübyancılık)

Kişiler cinsel sarkıntılık, tehdit ve saldırıyla karşılaştığında ya da rahatsız edildiğinde, yalnızca fiziksel yaralanmalar değil, aynı zamanda psikolojik yıkımla da karşı karşıya gelebilir. Bu çok genç ve yardım gereksinen kişiler, yani özellikle çocuklar için geçerlidir. Bu nedenle, cinsel sarkıntılıklara

karşı herkesin korunması gerekirken, çocuklar, delikanlılardan ya da yetişkinlerden çok daha fazla ihtiyaç duyar korunmaya.

Birkaç bu tür korunma belki sert cezalarla sağlanabilir. Çoğu eyaletin ceza yasası gerçekte bu varsayımla hareket eder ve böylece çocuklara sarkıntılık edenleri asgari 30 günden (Vizconsin eyaleti) azami ömürboyu hapse kadar (California) cezalandırır. Ek olarak, bazı eyaletler, böyle suçluları cinsel psikopat olarak değerlendirip tedavi için akıl hastanelerine gönderir ve hatta bu eğilimlerinden kurtuldukları zaman bile polis kayıtlarına geçirilir. Bizzat hapishanede bir sübyancı çok kere onu «short eyes» ya da «baby roper» diye adlandıran öteki mahkûmlarca hor görülür, kötü davranışlarla karşılaşır.

Ne yazık ki Amerika'daki çocuk sarkıntılığı üzerine yasalara daha yakından bir gözatma bu yasaların doğrulukları üzerine ciddi kuşkular yaratır. Her şeyden önce, çocuğun resmi tanımı eyaletten eyalete değişir. (Bazı durumlarda 18 yaşın altında olan herkes bu kategoriye sokulur.) İkinci olarak, suçlunun yaşı her zaman hesaba katılmaz. Böylece, gençler arasında karşılıklı cinsel oyun durumları «çocuğa sarkıntılık» olarak değerlendirilebilir. Kuşkusuz katılanlardan biri mağdur rolüne uygun bulunur, öbürü de bir sübyancı olarak damgalanır. Üçüncü olarak, yasalar çoğu kez tehlikeli olanla, gönül rızasıyla olan sarkıntılıklar arasına ayrım koymaz. Bu anlayışın temelinde çocuğun hiçbir zaman rıza göstermeyeceği ve böyle bir hareketin her zaman zararlı olduğu düşüncesi yatar. Oysa, bu bakış akılcı olmadığı gibi baskıcıdır da. (Bakınız: «Cinsel-Baskı-Çocuklar»).

Çocuğa sarkıntılık üzerine yasalara ek olarak, aynı amaca hizmet eden daha başka yasalar vardır. Böylece şu ya da bu şekilde çocuklarla cinsel ilişki kuran yetişkinler, aynı zamanda «bir küçüğü kabahat işlemeye teşvik», «bir küçüğün ahlakını bozma» «şehvetini kötüye kullanma», «sodomy», (oğlancılık) «uçarılık», «şehvet uyandırıcı davranış» ... gibi statülerde tutulup dava konusu edilebilirler. Koşullara bağlı olarak, edebe aykırı teşhir yasasıyla ya da eğer suçlu yakın akrabasıysa ensestle suçlanabilir.

Çalışmalar, çocuğa sarkıntılıktan mahkûm olanların büyük çoğunlukta mağdurların, arkadaşı, tanışı, komşusu ya da akrabaları olduğunu göstermiştir. Aynı zamanda araştırmalar sonucunda fiziksel yaralanmaların seyrek görüldüğü belirlenmiştir, (davaların yaklaşık %2'sinden). Herhangi bir psikolojik yıkımı belirlemek çok zordur ve eğer böyle bir zarar olursa, bu da yetkililerin ve anababanın tepkisinin çocuğa, cinsel hareketin bizzat kendisinden daha fazla bir yıkıma neden olduğu durumlarda görülebilir. Çocuklar, baskı, gözdağı verme ve fiziksel saldırının kötü olduğunu anlarken, şiddet kullanmayan sübyancılara karşı yetişkin histerisinden ciddi bir biçimde sarsılabilir. Bu nedenle, çocuğun yaralanıp yaralanmadığı, tedirgin edilip edilmediği, zorlanıp zorlanmadığı, tehdit edilip edilmediğine ya da katılanların isteğine göre olup olmadığına göre, çocuk sarkıntılığına resmi bir fark getirilmelidir. Son durumlar dava konusu edilmezse, açıktır ki, çok daha hafif mahkûmiyetler alır. Gerçekte onları ilk aşamada bir suç olarak değerlendirmek pekâlâ doğru olmayabilir. Aynı zamanda reşit olma yaşını en azından ergenlik yaşına indirmek yalnızca gerçekçi bir davranış olarak görünür. Hawai eyaletinde, birçok Avrupa ve Asya ülkesinde olduğu gibi, reşitlik (rıza) yaşı her iki cinsiyet için en fazla 14 olarak görünür. Hatta birçok durumda yaşı indirmek doğru olabilir. (Gerçekte, cinsel eşler için bütün yaş sınırı kanısı kuşkulu bir konu olarak kalıyor. Bugün birçok insan haklı nedenle başka zararsız ve yasal davranışın bir suç oluşturması için yalnızca yaşın temel olmasının gerekmediğini tartışıyor.)

Müstehcenlik ve Uçarılık (Herkesin önünde) Uçarılık ve müstehcenliği tanımlamak oldukça zor, hemen hemen gözleyenin yorumuna kalmıştır bu. Her şeye karşın, onlar isteksiz tanıklar önünde çıplak olmak ya da cinsel davranışta bulunduklarından, insanları tedirgin edip gücendiren uçarılık ve müstehcenliği çeşitli örneklerle tanımlamak olası.

Böyle bir örnek, cadde üzerinde cinsel organlarını teşhir eden ya da mastürbasyon yapan birkaç insanla gösterilebilir ya da genel bir tuvalette cinsel ilişkide bulunan ve ansızın bu olayla karşı karşıya kalan insanları şoke eden birkaç insanın durumu da bunlara bir örnek oluşturabilir. Kadın ve erkek arasındaki cinsel ilişki, eğer herkesin gözü önünde, bir plajda, parkta yapılırsa suç teşkil edebilir. Seks hakkında yüksek sesle gürültülü konuşmalar, telefon görüşmelerinde cinsel açıklık ve cinsel davetler aynı zamanda yalnız kalmayı isteyen ve böyle şeylerden haz duymayan insanları oldukça rahatsız edebilir. Aynı şekilde ilan tahtasında açık işaretler, çizme, pencere önü gösterileri vb. ortalama insanca aşırı görülen şeyler de bu tablo içinde ele alınabilir. Son olarak insanlar birbirlerinin en yakın ilişkilerini gizlice izleyenlere, yani röntgencilik yapanlara karşı da büyük ölçüde kızgınlık duyabilirler.

Bu ve benzer durumlarda, toplu uygun yasalar ve uygun cezalarla potansiyel mağdurları korumak için açık bir yükümlülüğe sahiptir. Oysa, şimdi ABD'nin çoğu eyaletinde kitap sayfalarında yer alan yasalar tatmin edici olmaktan uzaktır. Örneğin, cinsel organları herkesin önünde teşhir etmek durumunda, ceza çoğu kez gerçekte oluşan zarara oranla oldukça fazladır. Genel dinlenme salonlarında yapılan seks, sodomy ya da doğaya karşı suç gibi tamamen farklı çağrışımlar yapan ve aşırı cezalar taşıyan yasalarla cezalandırılır, herkesin rahatını bozduğu için bir ceza düşünülmez. Özellikle eşcinseller arasında, cinsel isteklerin bazen çok nazik ve engelleyici olmayan biçimleri bile cezalandırılır. Gerçekte suçun işlendiğine tanık olacak herhangi bir kişiye gerek duymaksızın sivil polisin tuzağına düşen ihtiyatlı kişiler hiç de seyrek değildir.

İş ilanları, magazin dergi kapakları ve aslında insanların büyük çoğunluğu onları tamamen kabul edilebilir bulmasına karşın, yasayla açık açık sayılabilir. Arasıra, hatta büyük sanat çalışmaları bile genel görüşe uygun olmadığı gerekçesiyle yargılanabilir. Röntgenciliğe (dikizciliğe) karşı yasalar, taraf tutucu ve tutarsız olabilir. Bu yüzden yasalar bir kanun adamının bir defasında önemsiz abartmayla dikkat çektiği gibi. Eğer bir adam bir kadını açık bir pencerenin önünde çıplak seyrederse, erkek «teşhirci» olarak tutuklanır. Kadının her zaman basitçe mağdur olduğu varsayılır. Herkesin gözü önünde uçarılık ve müstehcenliğe (açık saçıklığa) karşı çoğu yasalarda ortaya çıkan daha derin bir sorun; onların aşırı gayretli yetkililerce kötüye kullanılmayı davet eden aşırı belirsizliğidir.

Koşullara göre yasalar, zararlı olan hareketle, sadece şaşırtıcı ya da değeri olmayan arasında açık bir ayırım yaparsa halka daha iyi hizmet etmiş olacağa benziyor. Sonraki, durumun öncekinden daha az şiddetle cezalandırılması gerekir. Çıplaklık ve cinsel etkinliğin rıza gösteren yetişkinler arasında ya da kişisel olarak gücendirilmeyen tanıklar önünde olanının hiçbir zaman yasadışı olmaması gerekir.

MAĞDURSUZSUÇLAR

Tıpkı başka birçok toplumda olduğu gibi, modern Amerika'da da herhangi bir kimsenin mağdur olmadığı, polise şikâyette bulunma niyetinde olmayan eşlerin rızasıyla, özel bir şekilde işlenen bir suç sınıfı vardır. Mağ-dursuz suç diye adlandırılan bu eylem hiç kimseye zarar vermez. Gerçekte belki en iyi karşılıklı yarar sağlamak amacıyla insanların hizmet ya da eşyaları değiştirmesi ya da işleme tabi tutması olarak tanımlanır. Ancak bu işlem yalnızca onlara katılanlarla ilgilidir. Başkasını etkilemek tasarlanmaz. Oysa, yasanın onlardan inkâr ettikleri ve yasanın onlardan uzak tutmaya çalıştığı ya da reddettiği bazı şeyleri sağlar. Bu nedenle onların yasanın yükümlü kıldığını izlemekte bir çıkarı yoktur. Onlar yetkililere ne bir soruşturma konusu yaratmak için uğraşırlar ne de tanıklık ederler.

Eğer yönetim yasalarını mağdursuz suçlara karşı uygulamak isterse, bu gözlemlerden alışılmamış ve çoğu kez büyük kuşkuyla karşılanan yöntemler kabul etmesi gerektiği çıkarılır. Bu tür yöntemlere sistemli hafiyelik ve gereksiz bir biçimde konuşma, gizli takip, gizli ajanlar kullanımı, baştan çıkarma ve tuzağı içerebilir. Bununla birlikte, bu ince çabalar çoğunlukla yalnızca yetersiz bilgilerle sonuçlanır ve bununda astarı yüzünden pahalı olur. Mağdursuz suçların çoğu karekteri onun farkedilmemesini sağlar. Yakalanan ve mahkûm olan az sayıda suçlu, her zaman küçük bir şanssızlık eseri o duruma düşen insanlardan başkası değildir. Polis görevlileri bu olgudan pekâlâ haberdar olduklarından bu tür hareketleri ortaya çıkarma girişiminde bile bulunmazlar. Bunun yerine onlar, ikiyüzlü ve adaletsiz bir hava içinde yalnızca zaman zaman ya da düzenli olarak bu yasaları belli grup ya da bireylere karşı kullanarak onları zorlamaya çalışırlar. Bu koşullarda, arkasından şantaj ya da rüşvet gibi yeni suçlar doğurur. Bütün bunların, sonunda resmi sisteme itaatsizliğe ve hor görmeye götürdüğünü söylemek bile gereksiz.

Birleşik devletlerde alışılmış çoğu mağdursuz suç yasaları cinsel davranışa değinir. Belli dinsel ve kültürel geleneklerden dolayı, çoğu Amerikan eyaleti yalnızca iki özgün cinsel hareketi yasal olarak kabul eder. Tek başına mastürbasyon ve evlilikle gerçekleştirilen birleşme, insanın cinsel ifadesinin başka herhangi bir biçimi, bunlar karı-koca arasında bile olsa, suçtur. Açıktır ki bu çoğu Amerikalıyı cezalı duruma düşürür. İşin doğrusu, Amerikan seks yasaları kitapta yazıldığı biçimde uygulanacak olursa, hapishanelerde yalnızca seks suçlularını koyacak yer kalmayacaktır.

Gördüğümüz gibi, mağdursuz seks hareketlerine karşı Amerikan yasaları akıldışı ve tehlikelidir. Bu yasalar başka hiç kimsenin varolamayacağı bir suç yaratır. Zararsız davranışları yeraltına inmeye zorlayıp sağlıksız cinsel altkültürier üretirler.

Bu yasalar sayısız saygın insanı lekeler ve onları gereksizce cezai kariyerlere zorlar. Ayrıca yolsuzluk, zorbalık ve poliste çürümeyi teşvik eder. Kısacası, ahlaksızca, akılsızca ve yıkıcıdır. Bu yasalar birçok insanı mağdur duruma düşürerek hiçbir şeyi korumayı da gerçekleştiremezler.

Her şeye karşın, bu yasalar kesin bir anlamda, mağdursuz suç olarak değerlendirilecek türde bir durum olmadığı ve en azından bazı insanları koruduğu zeminlerde bazen savunulur. Örneğin, baştan çıkarmanın çoğu kez istenilmeyen gebeliklere götürdüğü ya da zührevi hastalıklar yaydığı durumlar tartışılır. Ensest'in genetik kusurların geçişiyle potansiyel insanı mağdur ettiği söylenir. Fahişeler tellallarının kurbanı olarak tanımlanır. Eşcinseller, rastgele eşleri tarafından soyulabilir, dövülebilir ya da öldürüle-bilir olduklarından yaşam biçimleriyle tehlikeli yaratıklar olarak görülürler. Cinsel bakımdan açık kitaplar ve filmlerin, insanın beynini yıkadığına körelttiğine inanılır.

Oysa bu tür tartışmaları ciddiye almak zordur. Aslında eşlerin rızasıyla yapılan aşırı davranışların herhangi biri arzu edilmeyen yan toplumsal etkilere sahipse, onlar bütünüyle toplumun onu bir suç olarak değerlendirmesi olgusundan kaynaklanırlar. Başka bir deyişle, davranış ilk durumda yasal idiyse, onun yan etkileri ya hiç görülmeyecektir ya da büyük ölçüde azaltılmış olacaktır. İstenilmeyen gebelikler, gebelik önleyicilerin kullanımıyla kolayca önlenir. Eğer seks yasalarımız daha akıllıca olsaydı, çiftler daha fazla bilgilenmiş olacaktı ve zührevi hastalıklar sonunda yokedilmiş bile olabilirdi. Resmen ticari olarak çalışan fahişeler muhabbet tellallarına ihtiyaç duymaz. Yasadan korkmasını gerektirecek hiçbir şey bulunmayan eşcinseller, azgın yabancılarla «bir gecelik çıkmalar»la doyum arama ihtiyacı duymaz. «Pornografi» ve erotik materyallere karşı yasalar olmayınca onlar daha nitelikli olacaktır ve pekâlâ nicelikte de bir azalma görülebilir.

Bu nedenle, ABD'nin, tüm eyaletlerinde olmasa bile eşlerin rızasıyla gizli yapılan sekse karşı yasaları ortadan kaldıran öteki Batı ülkelerinin örneğini izleyeceği görünüyor. Bu politika aynı zamanda çeşitli Amerikan meslek grupları ve yasa gözden geçirme komitelerince tavsiye edilmektedir.

Aşağıdaki sayfalar, bugün ABD'de yasadışı yürütülen tüm gizli, eşlerin rızasıyla olan hareketleri kapsamıyor. Yasaların çeşitliliği ve sayısı, basitçe çok çok fazla. Bununla birlikte birkaç yasal kontrol alanı biraz ayrıntılı olarak tartışılıyor. Aynı zamanda özgün mağdursuz suçlarla ilgili belli sorunlara kısaca değiniliyor.

EVLİ OLMAYAN KİŞİLER ARASINDA CİNSEL İLİŞKİ

Birbirleriyle evli olmayan erkek ve kadının cinsel ilişkilerini birçok eyalet değişik biçimde cezalandırabilir. Ayrıca eşlerden biri başka bir kimseyle evliyse, onlar erkek ya da dişi, evli olmayanların birbirleriyle cinsel ilişki kurmasından değil, zina suçundan cezalandırılabilir. Tersi durumda, erkek, evli olmayan biriyle suçlanıp daha ılımlı bir cezaya çarptırılır. Öte yandan, eğer dişi reşit olma yaşının altındaysa, cinsel ayrımın bu türü çoğunlukla tersine döner, erkek son derece şiddetli bir suç olan, reşit olmayan bir kızla cinsel ilişki kurmakla suçlanırken, kız serbest bırakılır. (Aynı zamanda «Irza Geç-me»ye bakınız.)

Evli olmayanların birbirleriyle cinsel ilişki kurması eyaletten eyalete değişmekle birlikte, çoğunlukla 1000 Dolarlık para ya da 1 yıl hapis, bazen her ikisini de birden içerir.

Evli olmayanların birbirleriyle cinsel ilişki kurmasına karşı yasaların her-gün milyonlarca kez çiğnendiğinden hiç kimsenin kuşkusu olmasın. Hatta suçluların çoğunun böyle bir suçun olup olmadığından bile haberi yoktur.

EVLİ OLMAYANLARIN BİRLİKTE YAŞAMASI (COHABİTATİON)

ABD'nin bazı eyaletlerinde evli olmayanlar arasındaki cinsel ilişki, eğer tekrarlanır ve böylece suçluların «birlikte yaşaması açıkça dile düşmüşse» bu durum suç kapsamına girer ve cezalandırılır. Eyalete bağlı olarak bu suç birkaç yıl hapis gibi bir ağır cezayla karşılanabilir. Böyle özel, sürekli bir ilişki içinde birlikte yaşayan çiftlerin cezalandırılmasının saçmalıktan başka bir şey olmayacağını söylemeye bile gerek yok. Öte yandan, rastgele cinsel ilişkide bulunan bireylere yasa bir şey yapmadan kalıyor.

BAŞTAN ÇIKARMA - İĞFAL

ABD'nin birtakım eyaletlerinde iğfale, yani evlilik sözüyle iffetli bir kadınla erkeğin birleşmesine karşı yasalar vardır. Oysa mahkûmiyetle sonuçlanması için bu söz kayıtsız şartsız yeterli olmamaktadır. Örneğin, eğer bir adam yalnızca kadın hamile kaldığı durumda ya da bizzat kendisinin boşa-nabileceği durumda evlilik sözü verirse, onun sözü suçun oluşmasında kayıtsız şartsız bir durum yaratmaz ve böyle bir durumda mahkûm da edilemez. Öte yandan, evlilik sözünün hilekârca ya da iyi niyetli olup olmadığı, yasal olarak bağlayıcı olup olmadığı önemli değildir. Erkek yaşının altında, ya da o sırada evli bile olsa dava konusu edilebilir. Söz, kayıtsız şartsız ilk gerekçe olduğu ve yerine getirilmediği sürece dava için yeterli neden oluşur. Gerçekte erkek gecikerek evlenme teklifinde bulunur, kadın da reddederse, erkek bu durumda da mahkûm edilebilir. Evlilik sözü, erkeğin töhmet altına girmesinden önce ya da ona karşı bir suç yüklenmeden önce verilirse dava çoğu durumlarda düşer. Bununla birlikte, kız iğfal edildiğinde reşittik yaşının altındaysa, yeni koca önce reşit olmayanla cinsel ilişki kurmak suçundan mahkûm edilmekten kurtulamaz.

Bazı eyalet meclisleri bu karmaşık tablodan ve bunun daha derin birçok ayrıntılarından şikâyet etmektedir. Bununla birlikte, iğfal cezalarının bulunduğu tüm eyaletlerde de bu suçlar şiddetli bir biçimde cezalandırılmaktadır. (On yıldan fazla hapis, artı birkaç bin dolar para cezası). «İffetli» erkekleri iğfal eden kadınları cezalandıran bir yasa hiçbir zaman olmamıştır.

ZİNA

Zina, biriyle evli bir kişinin erkek ya da kadın, başka biriyle iradi bir cinsel ilişki kurması olarak tanımlanır. Yani evli bir kişinin evlenmemiş bir kişiyle, ya da birbirleriyle evli olmayan iki evli kişinin cinsel ilişki kurması da zina konusu olabilir.

Eyaletlerin tümünde zinaya karşı yasa yoktur ve olanlarda da büyük ölçüde farklı cezalar uygulanır. Bazı eyaletlerde mahkûmiyet az bir para cezasından başka bir şey içermez, bazı eyaletlerde ise ağır para cezaları ve birkaç yıla kadar hapisle mahkûm edilir.

Teknik olarak bu suç boşanma durumlarında bir rol oynamakla birlikte, son birkaç on yıldır zina için açılan davalara son derece ender rastlanmaktadır.

OĞLANCILIK VE DOĞAYA KARŞI SUÇLAR

ABD, cinsel ilişkinin birleşme dışı biçimlerine karşı yasalara sahip olan oldukça az sayıda modern ülkeler arasındadır. İşte çoğu Amerikan eyaletinde hayvanlarla cinsel temasta olduğu gibi ağız yoluyla ya da anal yolla cinsel ilişkide öngörülen ceza yasaları «oğlancılık» ya da «doğaya karşı suçlar» adıyla sınıflandırılır ve bunlar çok ciddi suç olarak değerlendirilir.

Bu cinsel hareketler eşlerin rızasıyla tamamen özel bir şekilde ve gerçekte evli çiftlerin kendi yatak odalarında icra ediliyor olsa bile bunun hiçbir önemi yoktur. Kural olarak yasa bekâr ve evli, kadın ve erkek, eşcinsel ve karşıcinseller arasında herhangi bir ayrım yapmaz. Birleşme dışı cinsel ilişki her koşul altında cezalandırılabilir ve her iki taraf da suçlu bulunur. Cezalar son derece şiddetli olup eyalete bağlı olarak ömür boyu hapse değin uzanabilir. Ek olarak, suçlar «Cinsel psikopat» olarak değerlendirilip bir akıl hastanesine teslim edilmesi istenebilir. Suçlular bu durumdan kurtulursa, her şeye karşın polis kayıtlarına geçmeye zorlanabilirler; öyle ki, yönetimin gözü onların üzerindedir.

Çoğu Amerikalının bu yasalardan -hakkında kazaen bir şey işitse bile- haberdar olmadığı rahatlıkla ileri sürülebilir. Onlar muhtemelen bu yasaları yanlış anlayabilirler. Ortalama bir insan «doğaya karşı suç» terimini olasılıkla çevre kirlenmesi ya da tahribatının bazı biçimleri, yani bir yağ dökülmesi, maden tabakası kaplaması gibi sonuçlar çıkarır. Kutsal Kitap' tan türediği açık olan «Sodomy», yani oğlancılık teriminin modern dünyevi devletle ilgisi olmayan bazı belirsiz suçları çağrıştırdığı açıktır. Kısacası, insan cinsel davranışının oldukça yaygın biçimlerine ait olan bu iki garip terimin gerçeği kesinlikle açık değildir ve hatta bu davranışların ne için suç olarak kabul edilmesi gerektiği de daha az açıktır. Bu iki yanlı gizem yalnızca eski ve Ortaçağ tarihine daha yakından bir göz atışla çözümlenebilir.

İyi bilindiği gibi Yahudi - Hıristiyan kültüründe en büyük cinsel suçlar her zaman, hayvanlarla cinsel temas ve eşcinsel ilişki olmuştur. Bu davranışlar bizzat yapanlara zarar verebilir olmasına karşın, Yahudi tarihinin başlarında garip Tanrılara tapınmayla birleşmiştir. Bu nedenle onlar putperestlik işareti olarak görülegelmiş. Bu suçu işleyenler ölümle cezalandırılmıştır.

Ortaçağlarda, aynı cinsel davranışlar Kutsal Kitap'taki Sodomy kentinin yıkılmasıyla ulu Tanrı'ya yöneltilmiş bir suç olduğuna inanıldı ve bu yüzden onlar «Sodomy» ya da «doğaya karşı suçlar» olarak değerlendirildi. (Yani, Tanrı'nın doğal düzenine karşı suçlar.) Bu suçları işleyen herhangi bir kimse itaatsizlik göstermiş ve otomatik olarak yoldan çıkmış olarak kabul edildi. Tam ters olarak, genelgeçer dinsel düzene ve fikirlere karşı çıkanlar da aynı zamanda çoğunlukla «Sodomy» «oğlancılık» ile suçlandı. Örneğin, 14. yüzyılın başlarında Fransa Kralı IV. Filip, 12. yüzyılda Kudüs'te kurulan güçlü Şövalyeler Birliğinin (Knighs Templar) geniş zenginliğini müsadere etmek ihtiyacı doğduğu zaman, o şövalyeleri putperestlik, kâfirlik ve Sodomy ile suçladı. Bu suçlama son derece yanlış olduğu halde, şövalyelere karşı derin bir düşmanlık duygusu yerleştirildi. Şövalyeler düzeni mahkemeye getirdi ve liderleri mahkûm edilip herkesin gözü önünde yakıldı. Doğru olarak sezinlediği gibi, kral inancın bir savunucusu olarak selamlandı ve bu yüzden yağmayı cebine indirirken bir sorun çıkmadı. Daha sonra var olan Hıristiyan otoritesine karşı çıkan her Hıristiyan mezhebi, doğal olmayan cinsel pratiklerle meşgul olmakla suçlandı. Böylece, bu mezheplerin bazıları Bulgaristan'dan Batı Avrupa sınırları boyunca yayıldığı zaman üyeleri (Bulgarlardan) «buggery», yani oğlancı olarak görüldü ki bu sözcük Sodomy ile eş anlamdaydı.

Ortaçağ İngilteresinde, cinsel yoldan çıkmışlık, tıpkı yoldan çıkmanın herhangi bir türü gibi kilise mahkemelerinin yargılama kapsamındaydı. Ancak, 1533'de VIII. Henry iğrenç oğlancılıkla suçlananlara karşı ilk dünyevi yasayı yarattı: Suçlu ölümle cezalandırılıyor ve mallarına el konuluyordu. Henry'nin yasası Mary döneminde kaldırıldı, ancak I. Elizabeth yönetiminde yeniden canlandı ve sonunda püritenler onu ABD'ye getirdi. Yüzyıllardır suçun cinsel karekteri açıkça kabul edildi. Böylece, örneğin orjinal K. Caro-lina'nın statüsünde ona açıkça Hıristiyanlar arasında adlandırılmayan doğaya karşı tiksinç ve putperestçe bir suç anlayışı getirildi. Suçlunun, «Ruhbanlık sınıfına tanınan dokunulmazlık hakkı» olmaksızın ölüme mahkûm edilmesi istendi. İşin garip yanı, bunların dinsel kökeni ve karakterinin açıkça anayasal olmadığı görülmesine karşın, kilise ve devlet ayrımının Amerikan Devrimiyle ortaya çıkması ve bunun ABD Anayasasında kanunlaştırılması bile, oğlancılık yasalarının derhal feshedilmesini sağlayamadı.

Bugün, ABD'deki eyaletlerin büyük çoğunluğu, bazı eyaletlerde şimdi, doğaya karşı suç «sodomy», «buggery» gibi dinsel terimlerden kaçınılmasına karşın, hâlâ kiliseye aykırı cinsel yasalarını alıkoyuyor. Bununla birlikte, bazı eyaletlerde onların statülerinin dilini modernize etmeye bile gereksinim duyulmadı. Böylece «oğlancılık» ve «doğaya karşı suç»un bazen birbirleriyle değiştirilerek bazen de yan yana kullanılması sürdürülüyor. Gerçekte, bazı eyaletlerde de bu sözcükler bu arada daha geniş bir anlam kazanarak şimdi yalnızca eşcinsel ve karşıcinsel eşler arasında ağız yoluyla ve anal yolla ilişki ve hayvanlarla cinsel temas değil, aynı zamanda ölü bedenle cinsel temas gibi (Nekrofiliya) ender ve garip cinsel pratikleri de kapsayan bir biçimde kullanılıyor.

Oğlancılık yasaları, evli çiftlerin de dahil olduğu, herkese yöneltilirken, şimdi bu yasalar esas olarak erkek eşcinsellere uygulanıyor. Aslında her zaman ilişkinin birleşme dışı olan biçimlerinden sakınmış ve yalnızca birleşme kurmayı varsaymış olabilir. Öte yandan, aynı cinsiyetten bireyler birbirleriyle birleşme gerçekleştiremezler. Ve bu yüzden onlar cinsel ilişki kurdukları zaman yasanın ihlal edilmesi olasılığı doğar. Her şeye karşın, bütün olarak oğlancılıkla ilgili davalara çok ender rastlanıyor. Bugün yasaların esas kullanımı dolaylı bir biçimde olmaktadır. Örneğin işverenler, toprak beyleri, banka müdürleri ya da sigorta acentaları alışılagelmiş bir eşcinsele karşı bir ayrım getirmek istendiğinde, o zaman eşcinselliği potansiyel bir ağır ceza olarak belirleyen «sodomy», oğlancılık yasalarına dikkat eder. Böylece, o eşcinseli işten atmakla, tehdit ederek banka kredisi, mesken ya da sigorta kredisi ödemekten kaçınarak pekâlâ tamamen yasal ve hatta saygın bir iş yapmış olur.

FAHİŞELİK

Fahişelik, en iyi biçimde para ya da bazı materyalleri ödül olarak kabul eden cinsel ilişki biçimi olarak tanımlanır. Oysa, varolan ABD yasalarının çoğu fahişeliği oldukça farklı biçimlerde tanımlar. Örneğin, birçok eyalette suçlu yalnızca dişiler olarak kabul edilebilir. Sonuç olarak, kendilerini cinsel olarak satan erkekler fahişelikle suçlanamaz, ancak oğlancılık, serserilik gibi, farklı statüler altında dava konusu olabilirler. Dahası, «rastgele ve ayrımsız» ticari olmayan cinsel davranışın bile fahişelik tanımı içerisine alındığı da olur. Bu eyaletlerde cinsel eşini sık sık değiştiren herhangi bir dişi, hiçbir zaman herhangi bir ödeme talebinde bulunmasa ya da, böyle bir şeyi kabul etmese bile, bir fahişe olarak mahkûm edilebilir.

Gerçekte, ABD'de fahişeliğe karşı çok yaygın suçlamalar getirildi, yani çoğu eyalet «uçarı ya da çapkın temas» kurmayı tahrik edici şeylere karşı yasalara sahiptir ki, bu yasalar hafif suç olarak değerlendirilip, bir para cezası ya da kısa bir hapislik dönemi ya da her ikisini de içerebiliyordu. Bir fahişeye karşı tanıklar çoğunlukla onu suçlamak üzere gerekli pozisyonlarda bulunan sivil polislerdir. Aslında, çok basit suçlamalarla tutuklanan fahişeler, az bir para cezasıyla serbest bırakılır ve yeniden işine koyulur. Üstelik bu para cezaları başka bir müşteriye, fahişenin daha pahalıya mal olmasından başka bir işe yaramaz. Başka bir açıdan bakıldığında, para cezası bir vergilendirme biçimi olarak değerlendirilebilir ki, zaten eyalet en azından bu anlayışla fahişenin gayrimeşru kazancının birazını paylaşmaya çabalamış olur.

Fahişeden başka, fahişenin işiyle ilgili olabilen birtakım insanlar da yasayı ihlal ediyor. Örneğin, fahişelere satışlarında yardım eden ya da teşvik eden erkek ya da dişi, herhangi bir kişi (yani muhabbet tellalı) ya da fahişenin kazancıyla yaşayan herhangi bir kişi (pezevenk ya da belalısı) ve bir (fahişeevi) randevuevi çalıştıran herhangi bir kişi, operatör (patron) bir fahişeden daha şiddetli cezalandırılır. Muhabbet tellallığı ve pezevenklik, çoğunlukla uzun bir hapis cezasına çarptırılabilir.

Fahişelik, çoğu kez «dünyanın en eski mesleği» olarak adlandırılır ve tüm uygar uluslar arasında bütün çağlar boyunca varolduğu için bu tanım oldukça gerçekçidir. Belli eski kültürlerde bu terim dinsel bir karektere sahipti. Dişi ve erkek «tapınak fahişeleri» ya da «kutsal fahişeler» kendilerini inanca sunarlardı ve ücretleri tapınağa giderdi. Bununla birlikte, dünyevi ve salt ticari fahişelerin daha az eski olduğu görülüyor. Eski Yunan ve Roma'da olduğu kadar Hıristiyan ortaçağı da fahişeliğe karşı oldukça hoşgörülüydü. Örneğin, Thomas Aquinas onları zorunlu bir kötülük olarak kabul edip «hatta halledenlerin bir saraya gereksinmesi» olduğunu tartıştı. Bu nedenle Ortaçağ kentleri iyi düzenlenmiş, çoğunlukla kiliseden uzak olmayan genelevlere sahip oldu. Belli sanayileşmiş ulusların genelevleri kapatmaya başlaması ve onların da yasadışı yollardan çalışması yalnızca modern çağlarda olmuştur. Oysa uzun bir süreç içinde bu politikanın akılsızca olduğu görüldüğünden, Hollanda ve Batı Almanya gibi ileri Avrupa ülkeleri, fahişeliği yeniden yasalaştırıp, fahişelerin çalışma koşullarını geliştirmeye çabaladılar. Böylece bu ülkelerde, fahişeler artık pezevenklere gereksinme duymadı ve yine bu ülkelerde polisin onların şiddetle tehdit edilmesini durdurmak için koruması hesaba alınmalıdır. Üstelik onlar aynı zamanda herhangi bir başka yurttaş gibi düzenli vergi öderler.

I. Dünya Savaşından önce birçok Amerikan kentinde «kırmızı ışıklı bölgeler» «delikanlı evleri» ya da bordellas adıyla bilinen yetkililerin genellikle hoşgörülü davrandıkları genelevler bulunuyordu. Ne yazık ki yüzyılın başlarındaki nüfus hareketleri saflık ve namus sözleri ardında bu hoşgörüden geriye pek bir şey bırakmadı. 1925'te Birliğin her eyaletinde anti-fahişe statüler kanunlaştırıldı. İkinci baskıcı dalga da İkinci Dünya Savaşıyla geldi. Savaş etkisiyle 650'yi aşkın birimde fahişe evleri kapatıldı. Bu politika 1941'de Mayıs Akdi olarak bilinen yasayla pekiştirildi.

FRANSIZ ve JAPON SANATINDA DİŞİ HOMOSEKSÜELLİĞİ

Çoğu kültür çerçevesinde sanatçılar, kadınları yakın kucaklaşmalar içinde resmetmişlerdir. Yukarıdaki resimde (17. Yüzyıl) Suzuki Moronoba'nın bir gravürü, aşağıda ise Gustave Cou-bet'in bir tablosu (19. Yüzyıl).

 

Bugün yasadışı fahişelik yapmanın gerçekten herhangi bir sorununun çözümlenmemiş olduğu oldukça açık bir biçimde görülüyor. Bütünüyle bakıldığında, eskiden daha az fahişe varsa, bunun olası nedeni genelde cinsel standartlarda görülen gevşemedir. Gerçekte, bugün yetişkinler kadar, genç evlenmemiş insanlar da kolayca saygın, ticari olmayan bir iş bulabilir. Her şeye karşın, özellikle büyük kentlerde fahişelik bir istemi karşılamaya devam ediyor ve şimdiye kadar yasa onu bastına bir tutum göstermedi. Yasanın tek etkisi, şimdi fahişenin sözde yasal danışmanı gibi hareket edebilen ve polise karşı onun koruyucusu olan pezevenklerin rolünü kuwetlendirmek olmuştur.

Bununla birlikte, anti-fahişelik yasaları çoğunlukla genel cinsel ahlakı düzelttiği ve en azından bazı kadınların yoz bir yaşama düşmesini önlediği zeminlerde savunulur. Aynı zamanda fahişeliğin müşterilerin soyulması, rüşvet vb. suçlarla ilgisi olup olmadığına dikkat edilir. Dahası, yasallaşan fahişeliğin zührevi hastalıkların yayılmasına yardım edebileceği korkusu vardır. Son olarak, ortalama vatandaşın yanıbaşında bir «kırmızı ışıklı mahalle» ya da genelev istemediği ve bu yüzden fahişeliğin yasallaştırma ile resmi düzenlemesinin pratik olduğu söylenir.

Oysa, varolan yasaları eleştirenler, onların temelde uygulanamaz ve bu yüzden ikiyüzlü, havai, ahlaksız ve haksız olduğunu göstermeye çabalıyorlar.

İsteksiz fahişeyi korumaktan uzak, onlar ona bir suçlu gibi leke sürüyor ve böylece fahişenin bu lekeden kurtulup saygın bir kariyere geçmesi zorlaşıyor. Ayrıca her nerede fahişelik şiddet ya da hırsızlık suçlarına yardım ederse, bu suçlar bağımsız biçimde dava konusu edilebilirler. Gerçekte, fahişeliğin kendisi yasaisa böyle davaların çok daha etkili olacaktır. Ek olarak, hükümet sonra fahişelik gelirini vergilendirmeye de başlayabilir. Yasallaşma, fahişelerin düzenli bir biçimde denetimini sağlayacağından, aynı zamanda zührevi hastalıkların da daha iyi bir denetimi yapılmış olacaktır. Gerçi bu hastalıkları bütünüyle ortadan kaldıramayacaktır. «Kırmızı ışıklı mahallelerin» durumuna gelince, günümüz Avrupası ve Amerikan örneklerinin bu sorunun çözümlenemez olmadığını göstermesi gerekir.

Son yıllarda, sorun başka bir görünüm altında açığa çıkmıştır. Yasal seks araştırıcıları ve seks terapistlerinin bilimsel ya da terapatik amaçlar için hastalarına ya da deneylerine para karşılığı 'vekil eş' sağlamışlardır. Bu tutumlarıyla onlar, yasanın «muhabbet tellalı pezevenk» olarak tanımladıkla-

rına benzer bir konuma düşmüş bulunuyorlar. «Vekil eşlerin» bizzat kendileri birçok eyalet yasasının belirlemelerine göre fahişelikle meşgul oluyor görüneceklerdir. Her şeye karşın, bu insanların herhangi birine, suçlama getirilmiş değil ve hepsinin çok «Ahlaksal» sonuçlara hizmet etmeye çalıştıkları yeteri kadar açık.

Kişi sadece bir süre sonra toplumumuzun fahişelik sorununa değinen doğru ve çalışır bir yol bulacağını umut edebilir. Yukarıda gösterildiği gibi yasallaşma ve düzenleme, belirli bir noktaya kadar, başka ülkelerde başarılı olmaktadır. Bununla birlikte, kimi Amerikalı reformcular, herhangi bir resmi kayıt ve denetimin fahişeleri mimlediği ve onların bu mimle başka türde iş aramalarının zorlaştığına dikkat çekiyorlar. Oysa bunun yerine, suçlamanın kaldırılmasını, yani devletin daha derinden ilgilenmesine son verip anti-fahişelik yasalarının kaldırılmasını öneriyorlar.

Gelir sorununu çözümlemekle birlikte, bu öneride diretilmesi gerekir. Bazı fahişelerin hatırı sayılır bir geliri vardır. Başka işçilerin çok daha az para kazandığı halde artan biçimde vergi ödediği bir zamanda, fahişeliği vergisiz bırakmak haksızlık olacaktır.

ENSEST

Çoğu Amerikan eyaleti ceza yasaları, ensesti evlenmeleri yasaklanmış derecede birbirleriyle kan ya da evlenme bağlılığı bulunan kişiler arasındaki birleşme olarak tanımlanır. Başka şeyler arasında, bu cinsel ilişkinin birleşme dışındaki biçimlerinin ensesti oluşturmadığı ve ensestin aynı cinsiyetten kişiler arasında olamayacağı anlamına gelir. (Oysa, bu tür cinsel etkinlik çeşitli başka statüler altında dava edilebiliyor.) Biraz daha derine inersek, belli cinsel ilişkilerin bir eyalette ensest kabul edilebildiği, başkasında kabul edilmediğiyle karşılaşırız. Bunun da nedeni, bazı eyaletlerin ona izin verirken birinci derecede kuzen ve hısım olanlar arasında evliliği yasaklaması-dır. Bazı eyaletlerde aynı zamanda basit bir ensest ilişkisiyle bir ensest evlilik (ki daha az ciddi bir suç olarak değerlendiriliyor) arasında ayrım yapar. Böylece bir eyalette ensest evlilik için azami üç yıl hapis ve evlilikdışı ensest ilişkisine de 20 yıl hapis cezası verilir. Böyle birçok seks yasasında olduğu gibi, bunun mantığına akıl erdirilemez. Ensest için herhangi bir eyalette azami ceza 50 yıl hapistir. Ensestin bir ya da başka türünün yasaklanması tarih öncesi zamanlardan beri ve tüm insanlar arasında varolagelmiş-tir. Bunun nedeni hâlâ tartışmalıdır. Ortalama insan tarafından ensestin değişmeden, her nasılsa erkek ve dişinin en kötü izlerini beraberinde getirdiği, çürümeye, bozulmaya götürdüğü, genetik kusurlar ürettiği var sayılır, çoğu kez. Oysa, profesyonel olmayan bir sığır yetiştiricisi işinde bu inanca göre davranmaz ve gerçekte onu desteklemek için önemsiz bir bilimsel tanık vardır. Herhalde, insanın ensest tabusu birkaç bin yıldır herhangi bir kesin genetik bilgisinden önce geliyor. Başka bir kuram da, ensest tabusunun birinin kendi ailesi ya da kabilesi dışında evlenmesinin toplumsal çıkarında kökleri olduğuna işaret ediyor. Bu, her toplumsal grubun daha da genişlemesini sağlıyor, böylece ilerleme ve uygarlığın temeli atılmış oluyor. Üçüncü ve belki de en mantıklı açıklama, ensest tabusunun baba ve oğul, ana ve kız ile erkek kardeş-kız kardeş arasındaki cinsel rekabetler yoluyla parçalanmış olacak olan aile birliğinin uyum ve huzur içinde olmasına yardım ettiğidir.

Ensest yasağı olabildiği kadarıyla uzun zamandır öyle evrensel ve öyle etkili olmuştur ki, hemen hemen «insan doğasının» bir parçası olduğu söylenebilir. Yakın akrabalar arasında tutulagelen bir cinsel cazibenin şimdi, istisnai kabul edilmesine ender rastlanıyor. Oysa, böyle istisnaların olduğu ve geçmişte bazı toplumların onları resmen tanıdığına dikkat edilmelidir. Örneğin, eski Mısır'ın kral soyundan gelen erkeklerine, Colomb öncesi Amerika'nın belli alanlarında ve belli Polinezya adalarında izin veriliyordu ya da kızkardeşleriyle evlenmeye zorlanıyordu. (Bu evliliklerde, ensest, kuşaklar boyu sürmesine karşın, herhangi bir olumsuz genetik etkiye rastlanmadı.) Kimi toplumlarda, belli koşullar altında, baba kız ilişkilerine bile hoşgörüyle yaklaşılıyordu. Oysa, bildiğimiz kadarıyla anne-oğui ilişkilerine hiçbir zaman herhangi bir yerde izin verilmemiştir.

Öte yandan, bazı kültürler, ensest yasağını büyükbabalar, amcalar, halalar, birinci, ikinci ve üçüncü kuzin ile kuzenlere, üvey baba ve üvey anadan damatlara ve başka akrabalara kadar genişlettiler. Böyle yasakların ne kadar değişken olduğuna belki de en iyi örnek, Kutsal Kitapta erkek kardeşin ağabeysinin dul karısıyla evliliği sorunu üzerine bizzat Yahova'nın tersine çevirerek gösterdiği iki pasajda tasviriyle verilebilir. (Yaradılış: 38; 8-10 ve Levitikus 20-21). Aynı zamanda, Shakespeare'in Hamlet'inde günümüz standartlarına göre pek öyle değerlendirilmese bile dul kalan anasıyla amcası arasındaki evliliğin ensest olarak tanımladığı da anımsanmalıdır. (13). Gerçekte modern İskandinav ülkeleri kardeşlerle torunlar arasındaki birleşmenin ensest olarak tanımlanmasını sınırlamıştır. Dahası, bir İsveç komitesi son yıllarda ensestin tamamen ceza konusu olmaktan çıkarılması-

nı teklif etmiştir. Gerçekte, bugün hâlâ hizmet edebilen enseste karşı yasaların ne kadar iyi olduğunu ve onların kaldırılmasının ne kadar zarar verebileceğini kestirmek zordur. Gebelik önleyicilerin kullanımı, genetik sorunlara üzülenlerin korkusunu kolayca bastırabilir. Çocuklar ve delikanlılar, herhangi bir cinsel istismara karşı şimdi korundukları biçimde büyükleri ya da ana-babalarınca kötüye kullanılmaları ve cinsel saldırılarına karşı korunabilirdi.

ÖZEL UÇARILIKLAR VE AÇIK-SAÇIKLIK (MÜSTEHCENLİK)

Uçarılık, açık-saçıklık (müstehcenlik), pornografi ve benzeri (küçültücü) terimleri tanımlamak çok zordur, çünkü bu terimler hiçbir zaman nesnel ya da ölçülebilir herhangi bir şeye ait olmazlar. Her birimizin kesinlikle söyleyebildiği, bazı insanların bu sözcüklerin onlara özel gösterilerde filmlerde, bantlarda, resimlerde, kitaplarda ve dergilerde gösterilen durumları, seks ya da çıplaklığı beğenmediklerini göstermek için kullandıklarıdır. Açıktır ki, farklı gözlemciler farklı şeylerden hoşlanmazlar. Ancak onların suçlu bulunabildiği herhangi bir şeyin istemdışı teşhirinden hepsini korumak akla uygun görünüyor. Gerçekte, uygar bir toplumda hiçbir kimsenin cinsel bakımdan açık davranış ya da maddelere uyum göstermeye zorlamaması gerekir. Bu nedenle, hükümetin herkesin gözüönünde «uçarılık ve açık-sa-çıklığa» karşı geçerli yasalar koyması pekâlâ yerindedir. Gerçekte, Tanrı'nın resimsel temsillerini müstehcen ve itiraz edilebilir bulan Ortodoks Yahudi ve Müslümanların da aynı zamanda korunması gerekir. (Ayrıntılı bilgi için «Mağdurlu Suçlar»a bakınız.)

Oysa, özel uçarılık ve müstehcenliğe karşı yasalara sahip olmak bambaşka bir konudur. Yalnızca cinsel etkinlikle suçlanmayan, ancak müstehcen bir şeyi gözleyerek, olumlu bir ilgi içinde olan ya da bu olumlu ilginin kesilmemesi için para ödeyen insanların polisçe rahatsız edilmemesi gerekir. Özel banyoevlerinde ya da sağlık kulüplerinde cinsel hareketlerle meşgul olan özel mahrem salonlarında, canlı seks gösterileri ya da seks filmleri seyreden, kendi evinde açık cinsel materyaller bulunduran herhangi bir kimsenin suçlu olarak tanımlanmasının anlamı yoktur. İstenmeyen seyirci ya da tanıkların izleme koşulları yaratılmadıktan sonra resmi yetkililerin müdahalesinin akılcı bir zemini yoktur.

Ne yazık ki, ABD'de bir barda erkeklerin birbirlerini öperken, kucaklarken ya da basitçe el tutuşurlarken tutuklandığı durumlar olmaktadır. İşte bu zararsız davranışlar dünyanın başka birçok devletinde -herhangi bir cinsel çağrışım vermiyor diye yorumlanmasına karşın, Amerikan polisine, savcısına ve yargıcına uçarılık ve müstehcenlik olarak görünmektedir. Gerçekte, Amerikan televizyon izleyicileri fırsat düştükçe yabancı politikacıların bu olaylar üzerine tutumlarını gözlemler. Her şeye karşın, erkekler arasında acayip bir sevgi gösterisine bu ülkede hoşgörülü olunmaz. Başka bir erdemlilik gösterisi de, bazı Amerikan topluluklarının sıcak yaz günlerinde üzerine gömlek giymeden dolaşan onlu yaşlardaki çocukların, çıplak bir göğüs göstererek uçarılık yaptığı gerekçesiyle tutuklanmasıdır. Kısacası, «uçarı davranış» ya da «canlı müstehcen davranış» içeren konumların tümünün çok kolayca kötüye kullanılabileceği açıktır. Dahası, bu müstehcenliği belirlemek ve müstehcenliğe koyulan cezalar eyaletten eyalete değişir.

Ayrıca, bu farklılıklara ek olarak, tek tek kentlerin genelgeçer kuralları da var. Böylece resmi karmaşa tamamlanmış oluyor.

Oysa, müstehcen materyaller ya da pornografiye karşı açılan resmi kampanyalar daha fazla kuşkulanabilir durumdadır. (Pornografi, harfi harfine fahişelik üzerine yazılar demektir. Yunanca pomo-fahişe ve graphein: yazmak).

ABD'de ilk anti-pornografik yasa kongreden 1873'te geçti. Bu yasa, müstehcen materyallerin postalanmasını yasaklıyordu. Bunun için postaha-neye özel bir görevli atandı. Görevliye herhangi bir mektup, paket, kitap ya da broşürü açma yetkisi verildi. Artık o, kişisel olarak bir şeyin uçarı ya da müstehcen olup olmadığına karar verme yetkisine sahipti. Bu yetkililer dar kafalı, erdemlilik taslayan fanatik tipler olduğundan, kırk yıl boyunca bir diktatörce püristenlik hakimiyet kurulmuş oldu. Mağdurların birçoğu da hastalarına doğum kontrolü bilgisi vermeye çalışan hekimlerdi.

Bu arada, çoğu eyalette, onların kendilerine özgü başka önemsiz yasalar da geçti. Bundan başka 1957'de Anayasa Mahkemesinin, müstehcenliğin anayasal koruma alanı içinde olmadığı biçimindeki kararı bir dönüm noktası oldu. Anayasa Mahkemesi, ayrıca kendi belli sınırlamalarına göre, her eyaletin kendi müstehcenlik standartlarını belirleyebileceğini açıkladı (1973). Bu sınırlamalara göre, herhangi bir çalışmanın müstehcen olarak açıklamasına a- Eğer ortalama insan çağdaş toplum standartlarına göre bir bütün olarak alındığında, ilgili şeyin «şehvetle ilgileri» hoşgörünür bulunursa, b- Eğer sözkonusu çalışma başvurulan eyalet yasasına özel olarak tanımlanan cinsel davranışı açıkça çirkin bir biçimde resmederse, c- Eğer çalışma, bir bütün olarak ciddi, edebi, sanatsal, politik ya da bilimsel değerler bakımından eksikse, izin veriyordu.

Anayasa Mahkemesinin kararı, karar verildiği andan itibaren birçok gözlemci tarafından gerçekdışı, pratik olmadığı ve kötü olduğu düşüncesiyle eleştirildi. Gerçekte, «ortalama insan», «toplum standartları», «şehvete ilgi», «çirkin», «ciddi edebi-sanatsal, politik ya da bilimsel değer» gibi terimler belirsiz ve anlamı bir yerden bir yere, bir zamandan başka bir zamana değişir. Bu nedenle, üreticilerin ya da yayımcıların önceden yasayı ihlal edip etmediklerini belirleyebilmeleri çok zor, hatta olası değildir. Gerçekte bu karar alınmadan önce ilgili komisyonlara sunulan bilimsel çalışmalar basitçe bir kenara itildi. Böylece herhangi bir teknik bilginin yükünden kurtulan; Yüce Adalet de 19. yüzyılda cinsel nesnelerin sansürünün bilimsel fikirlerinin ciddi ifadelerini herhangi bir yolla sınırlayan ya da etkileyen tarihsel, deneysel tanık olmadığını ilan etti. Ne yazık ki, olaylar başkadır. 19. yüzyılda olsun 20. yüzyılda olsun, sansür bilimsel bilginin yayılmasıyla etkin bir biçimde önlendi. Doktor ve hasta arasında olduğu kadar bilimadamları arasındaki cinsel konuların herhangi bir akılcı tartışması bile yapılabildi. (Ayrıntılar için «Seks ve Araştırma» ve «Seks Eğitimi»ne bakınız.)

Oysa, tarih, cinsel sansürün bir ulusun sanatsal yaşamını boğma eğiliminde olduğunu da göstermiştir. (Yüce Adalet tarafından da tartışıldığı gibi.) Sık sık «pornografiye» karşı yasaların, hiçbir zorun, gerçek sanat çalışmalarına yönelmediği ve yönelmeyeceği tartışılır. Gerçekte, biraz daha derine inilecek olursa, ciddi sanatçıların her çalışmasının edebe uygun olması ya da iyi bir tat vermesi gibi sınırlamalarla her zaman önlendiği de bir gerçektir. Böyle tartışmalar ancak sanat tarihine âşinâ olmayan insanların inandırabilir. Peki, sayısız sanat yapıtlarını zedeleyen sansür örneklerini nereye koymalı? Öte yandan, sansürün kendini gösterdiği, özellikle üzücü bir durum tüm sanatsal dönemlerin en büyük çalışmalarından biriyle ilgilidir. Mikelangelo'nun «Son Yargılaması»sı: bir aydınlanmış papanın yönetimi sırasında Vatikan'daki Sistin Şapeli'nin (Şistine Chapel) duvarına yapılmıştır. Vatikan mahkemesinin üçte ikisinin kararıyla sanatçıdan tüm çıplak vücutlara elbise giydirerek resmini yeniden düzenlemesi istenmiş, böylece Mikelangelo'nun daha önce tasarladığı çalışma bir anlamda harap olmuştur. (Bereket versin, bu özel örnekte resmen çalışmayı gözlemek üzere atanan vandalın vicdanı elvermemiş ve Mikelangelo'nun ekler asgari düzeyde tutulmasına çaba göstermiştir.) Her şeye karşın bu zedelenmeler artık onarılamaz.

Bizim zamanımızda (kendi kendini atayan) başka .bir vandal, Mikelan-gelo'nun «Pieta»sını kısmen tahrip ettiğinde halkın kızgınlığı büyük bir haykırışa döndü. Gerçi bu heykelin önceki görünüşünün sağlanması için restorasyona gösterildi ama heykelin değeri büyük ölçüde azalmıştı.

Bundan başka, her edebiyat öğrencisi, büyük romanlar, oyunlar, şiirler ve denemelerden müstehcenlik olarak baskı altına alınan düzinelerce olay aktarabilir. Günah diye tüm tiyatroları kapatan ve ona uyarak birdenbire dünya dramasının en görkemli dönemlerinden birine son veren 17. yüzyıl İngiliz Püritenlerinden, Havelock Ellis'in seks psikolojisi üzerine çalışmalarını, Joyce'un Ulysses'ı, Lawrence'ın Lady Chatterley'in Sevgilisi ve Nabo-kov'un Lolita'sını yasaklayan modern yargıçlara, sofu fanatikler kendi dar açılı bakışlarıyla genelde sanat anlayışını etkilemeye çabaladılar. Hatta bu fanatiklerin sonunda kararları kalktı (bazen birkaç on yıl sonraları) ama gecikme, kitapların hak kazandığı etkinin çoğunu alıp götürüyordu.

Oysa, daha yakın zamanlarda, takibatlar kitaplardan filmlere ve illüstrasyon dergilerine doğru değişmiş görünüyor. Anayasa Mahkemesinin 1973'te her eyaletin müstehcenliği kendi standartlarına göre belirleme kararından sonra, şimdi tüm ABD çapında, film yapımcıları, aktörler, yayıncılar ve dağıtımcıları cezalandırma giderek artmış bulunuyor.

Öte yandan başka bir sorun da, yine yakın zamanlarda «çocuk pornografisi» üzerine yaratılmaktadır.

Çeşitli özel ve genel baskılar altında, birçok eyalet meclisleri çocukların ya da daha genç olanların herhangi bir cinsel etkinlik anını resmeden çalışmalara karşı çarpıcı yasaları hem de oldukça hızla geçirmekte. Bu yasaların bazıları istisnasız hepsini içeriyor ve böylece resmen müstehcen olmayan filmler ve resimler bile bunların hışmından kurtulamıyor. Sonuç olarak, bilimsel ya da eğitsel çalışmalar bile, artık çocukluk cinselliği ya da ergenlikte cinsel tepkilerle ilgili görsel araştırma materyalleri sağlayamıyor.

Bu durumda tek umut yine Anayasa Mahkemesinin 1973 yılında aldığı kararı değiştirebilmesi ve kendi ifade özgürlüğünü anlayan Amerikan seçmenin kendini göstermesinde yatıyor. Günümüzde, Amerikan müstehcenlik yasaları «özgür» bir ülkenin yüzkarasıdır. Bernard Shaw'ın uzun zaman önce gözlemlediği gibi; Comstockluk Birleşik Devletler hesabına dünyanın ayakta duran bir şakasıdır.

CİNSELLİK VE TÜRK HUKUKU

Cinsellik, sahip olduğu özellikler nedeniyle Türk hukukunda da önemli bir yeri işgal etmiş bir kavramdır. Gerçekten cinsellik, kişinin yaşayışını, iç dünyasını, tutum ve davranışlarını, bilinçüstü ve bilinçaltı hayatını kuwetle etkilediği gibi, toplum hayatını da etkileyen ve hatta biçimlendiren bir kavramdır. İnsanın erginlikten önceki ve erginlikten sonraki hayatı, davranışları, karakteri cinsellikle biçimlendiği gibi toplumdaki yaşayış, insanlararası ilişkiler, toplumdaki anlayış, gelenek, görenek, ahlak ve inanışlar da cinselliğin yorumlanmasına, değerlendirilmesine göre değişebilmektedir. Hukukta bu belirlemeye tabidir. Toplumdaki kişilerin davranışlarına, ilişkilerine inanışlarına, tarihsel değerlere göre biçim alan hukuk, bir üst yapı kurumu olarak cinsellik olayından da kuwetle etkilenebilmektedir.

Türk Hukuk sistemi cinsellik açısından incelendiğinde konunun üç bölüme ayrılabildiği saptanabilmektedir. Başka bir deyişle, özellikle üç bölüme ayrılabildiği saptanabilmektedir. Başka bir deyişle, özellikle üç hukuk dalı içinde cinsellik konusunun özel düzenlemelere bağlı tutulduğu görülmektedir. Bu bölümlerden ilkini Medeni Hukuk alanı oluşturmaktadır. Cinsellik olayı, toplumun en önemli birimlerinden birisinin, ailenin temellerinden biridir. Ailede anne ve baba arasındaki cinsel hayat, gelecek nesillerin dünyaya gelmesinin kaynağını teşkil etmektedir. Dolayısıyla Medeni Hukuk bu olaya yakın ilgi duymuş, evliliği hazırlayan nişanlanma safhasını ayrıntılı biçimde kanunda düzenlemiş ve evlilik birliğinin kurulması ve devam etmesi olaylarını aynı şekilde ayrıntılı hükümlere bağlamış ve nihayet bu birliğin sona ermesinde cinsellik olgusunu dikkate almıştır. İkinci bölüm İdare Hukuku ile ilgilidir. Cinselliğin toplum hayatını kuwetle etkilemesi, bunun konu edildiği yerler, hastalıklar, belirli bir düzenleme içerisinde tesbit edilmeğe ve kontrol altında tutulmağa çalışılmaktadır. Toplumdaki çeşitli yerler, mevkiler, cinselliğin icrası ve ticareti ile ilgilendiğinde, toplum, idare «zabıta» ile buna müdahale zaruretini hissetmekte ve bu amaçla pek çok hükümleri mevzuatına sokmaktadır. Nihayet cinsellik olayı toplumun yaşantısını kuwetle etkilediği, pek çok hukuka aykırı eylemin kaynağını da oluşturabilmektedir. Böylece üçüncü bölüm olan ceza hukuku alanı ortaya çıkmaktadır. Cinsellik olayı ile yakından bağlı olan hukuka aykırı davranışlar, fiiller, suçlar bu hukuk dalının sahası içine girmektedir.

1 - Medeni Hukuk Alanı

Cinsel hayatın, evlilik hayatının vazgeçilmez, ayrılmaz parçası olduğu hususu, pek çok yargı kararında ortaya konulmuştur. Aslında cinsellik olgusu Medeni Kanunda açık ve seçik biçimde tanımlanmamasına, cinsellikle ilgili hükümler yer almamasına rağmen yargı kararlarında, birçok olayın temelinde ve çözümünde cinselliğin belirlendiği görülebilmektedir. Medeni Kanunun 134. maddesinde boşanma sebepleri gösterilirken «zina ve aşırı imtizaçsızlık-geçimçimsizlik» sayılmış ve bunlardan özellikle aşırı imtizaçsız-lık-geçimsizlikte birçok cinsel olayın belirlendiği saptanmıştır. Bu sebepler içerisinde yer alan zina cinsellikle doğrudan doğruya bağlı ve sarih olarak cinsel bir olaydır ve pek çok kararda boşanma sebebi sayılmaktadır. Aşırı geçimsizlik kavramı içerisinde çok çeşitli-değişik cinsel olayın tasrih edildiği görülebilmektedir.

Türk Yargıtayının bazı kararlarında cinsel hayattaki bazı aksaklıkların, psişik rahatsızlıkların, anomalilerin çok şiddetli ve aşırı olmadıkça boşanma sebebi olarak kabul edilemeyeceği ilkesi ortaya konulmuştur. Bu açıdan, «kadının zifaf gecesinde genç kızlığının verdiği utançla kocasıyla birleşmekten kaçınmasının başlı başına boşanma sebebi sayılamayacağı» (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 17.10.1979, E. 111/K. 1305 - Bkz. İlmi ve Kazai İçtihatlar Dergisi, 1980, sh. 7644), «kadının cinsel birleşmeye yanaşmamasının erkek tarafından dövülmeyi haklı gösteremeyeceği» (Yargıtay 2. Hukuk Dairesi, 3.5.1982, E. 3427/K. 3948 - Bkz. Yargıtay Kararlar Dergisi, 1983, sy. 4, sh. 512), ilke şeklinde açıklanmıştır.

Cinsel birleşmenin kadın ya da erkek tarafından yerine getirilemeyişi pek çok Yargıtay kararında boşanma sebebi olarak kabul edilmiştir. Yüksek Mahkemenin bir kararında bu husus bir kural değerinde belirtilmiştir. Bu kararın bir bölümü aynen şöyledir: «...Evlenmenin sosyal amacı yanında nesli devam ettirme ve cinsi arzuları tatmin etme gayesi de vardır. Kocanın tenasül organı normal yapıda olsa bile psikolojik sebeple dahi olsa 1-2 aylık evlilik süresince kadının kızlığının bozulmamış olması şiddetli geçimsizlik sebebiyle boşanma sebebidir» (Yargıtay 2. Hukuk Dairesi, 13.5.1976, E. 2600/K. 4110 - Bkz. İlmi ve Kazai İçtihatlar Dergisi, 1976, sh. 4808). Aynı şekilde diğer kararlarda, karısı ile yedi ay içerisinde cinsel ilişkiye yanaşmamış kocanın davranışı (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 7.5.1979, E. 2441/K. 3748 - Bkz. İlmi ve Kazai İçtihatlar Dergisi, 1979, sh. 7117 - 7118), kocanın iktidarsız oluşu ve eşinin kızlık zarını bozamamış oluşu (Yargıtay Hukuk

Genel Kurulu, 14.5.1975, 362/627 - Bkz. İlmi ve Kazai İçtihatlar Dergisi, 1975, sh. 3852 - 3854), cinsel iktidarsızlığın kocalık ödevlerini yerine getirmede tam bir aciz hali olarak kabul edilişi (Yargıtay 2. Hukuk Dairesi, 10.2.1969, E. 614/K. 783 - Bkz. Nihat İnal, Uygulamada Nafaka ve Boşanma Davaları, Ankara 1975, s bs., sh. 518 - 519), kadındaki ya da erkekteki cinsel organın cinsel birleşme yapamayacak şekilde noksanlıkla sakat olması (Yargıtay 2. Hukuk Dairesi, 29.12.1966, E. 7213/K. 6966, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 8.6.1968, E. 1487/K. 415) (Bkz. İnal, adı geçen eser, sh. 519, 548 - 549) boşanma sebebi sayılmıştır.

Bu kararların ilginç yönü, cinsellik olayının evlilik için öneminin ortaya konulması ve cinsel birleşmenin evlilik içerisinde kadın ya da kocanın karşılıklı görevleri olarak nitelenmesidir. Bu yönden iktidarsızlık bu görevin yerine getirilmeyişi ve mutlak olarak da yerine hiçbir zaman getirilemeyeceğinin kesin kanıtı olarak belirtilmekte ve böylece boşanma sebebi olarak kabul edilmektedir. Buna karşılık kısırlık, Yargıtayımızın kararlarına göre boşanma sebebi olarak benimsenmektedir. (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 28.2.1968, E. 508/K. 119 - Bkz. İnal, age, sh. 807).

Yargıtayımızın bazı kararlarında cinsel hayatı tehdit eden ve insan sağlığı yönünden son derece önem taşıyan bazı rahatsızlıkların, hastalıkların da evlilik birliğini ortadan kaldırma sebebi sayıldığı görülebilmektedir. Kocanın zührevi hastalığa tutulmuş olması (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 21.11.1979, E. 735/K. 1385, Bkz. İlmi ve Kazai İçtihatlar Dergisi, 1980, sh. 7570 - 7571), eşlerden birinin frengi hastalığına yakalanmış olması (Yargıtay 2. Hukuk Dairesi, 13.3.1962, E. 692/K. 1544 - Bkz. İnal, age. sh. 524) boşanma sebebi olarak kabul edilmiştir. Eşlerden birinin felç olması ve bu nedenle cinsel birleşmede bulunamayacak duruma gelmesi bazı kararlarda boşanma sebebi sayılırken bunun aksine de rastlanılabilmektedir. Nitekim Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 27.12.1978 tarih ve E. 245/K. 1227 sayılı kararında (Bkz. İlmi ve Kazai İçtihatlar Dergisi 27.12.1978, E. 245/K. 1227) «... yıllardan beri felç olup cinsel görevlerini yerine getiremeyen koca aleyhine açılan boşanma davasının kabulü gerekirken olayda kadın için çekilmesi çok güç bir yük teşkil eden, eşlerin birbirine yardım mükellefiyetinden bah-solunarak davanın reddi isabetsizdir...» denilerek felç olma ve dolayısıyla cinsel birleşmede bulunamama boşanma için bir sebep olarak kabul edilmiştir. Buna karşılık Yargıtayımızın daha yeni bir kararında «Evlilik birliği devam ederken davalının felç olup cinsel ilişkide bulunamayacak ve hizmeti yapamayacak duruma gelmesi boşanma sebebi sayılamaz...» denilmiştir (Yargıtay 2. Hukuk Dairesi, 18.4.1983, E. 3313/K. 3372 - Bkz. İlmi ve Kazai İçtihatlar Dergisi, 1983, sh. 1813 -1814).

Cinsel hayatla, cinsel ilişki olayı ile yakından bağlı bu gibi aksaklıklar ve varsayımlar dışında cinsellik olayının gene pek çok Yargıtay kararında konu edildiği görülebilmektedir. Cinselliğin çeşitli yönleri ile ilgili bu durumlarda yaşanan hayat olaylarının irdelendiğini tesbit edebilmek mümkündür. Evli erkeğin yabancı bir kadınla kol kola dolaşıp sinemaya gitmesinin kusurlu bir eylem olduğu (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 4.11.1981, E. 2081/K. 713, Bkz. İlmi ve Kazai İçtihatlar Dergisi, 1982, sh. 1043 - 1044), evlendiği kızla evlilikten önce aylarca metres hayatı yaşayan kişinin evlilikten sonra kız olmadığından bahisle boşanma isteyemeyeceği (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 9.12.1966, E. 737/K. 34 - Bkz. İnal. age., sh. 542), evli kadının bir erkekle aşikane hayat kurmasının haysiyetsiz bir hayat sürdüğü biçiminde yorumlanacağı (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 23.12.1959, E. 50/K. 57) -İnal, age., sh. 599), evli kadının evine geceleri erkeklerin girip çıkması ve bulunduğu apartmanda oturan bir şahısla içki âleminde bulunması haysiyetsiz bir hayat olarak değerlendirileceği (Yargıtay 2. Hukuk Dairesi, 2.12.1969, E. 3154/K. 5494 - İnal, age., sh. 602), evli erkeğin başka bir kadınla metres hayatı yaşamasının büyük bir kusur olacağı ve böyle kabul edileceği (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 29.9.1950, E. 125/K. 27 - İnal, age., sh. 756), evli kadının bekar erkeklerle birlikte gazino, plaj gibi mesire yerlerinde birlikte görülmesi (Yargıtay 2. Hukuk Dairesi, 22.3.1956, E. 1926/K. 1748, İnal, age., sh. 763), nihayet kocanın karısını pavyonda çalışması için zorlaması ağır kusur telakki edilmiştir (Yargıtay 2. Hukuk Dairesi, 16.11.1970, E. 5548/K. 6007-İnal, age., sh. 835).

Bu kararlar, cinselliği geniş boyutları ile ele almakta ve ailedeki birlik -beraberlik ve dirliğin ancak cinsel hayatın düzenli, ahlaklı ve gerektiği gibi yerine getirilmesine bağlı oluşunu vurgulamaktadır.

2 - İdare Hukuku Alanı

Cinsellik pek çok olayları, mekanları, toplumun sağlığını yakından ilgilendiren bir konu olması bakımından idari mercilerin müdahalesini gerektiren bir olay olarak ortaya çıkmaktadır. İdari mercilerin bu tür katılımları ve yaklaşımları bazı kanunlar tarafından düzenlenmiş bulunmaktadır.

Nitekim fuhuşun bir olay olduğunu kabul eden kanun koyucu bunun belirli bir ölçüde denetleme altında tutulabilmesi için hukuk sistemimizde Umumi Hıfzısıhha Kanunu'nun 128 - 132. maddelerini yürürlüğe soktuğu gibi, Genel Kadınların ve Genelevlerin Tabi Olacakları Hükümler ve Fuhuş Yüzünden Bulaşan Zührevi Hastalıklarla Mücadele Tüzüğünde konuyu ayrıntıları ile düzenlemiştir. Ayrıca Polis ve Vazife Selahiyetleri Hakkındaki Kanununda da konu ile ilgili hükümleri bulmak mümkündür.

Bu kanun ve tüzüklerle genelevlerin açılışları, sağlık ve idari yönden denetlenmeleri, genel kadınların özellikle sağlık yönünden sürekli denetim altında bulunmaları hususu nizamlanmıştır.

3 - Ceza Hukuku Alanı

Ceza Hukuku cinsellik olayına bütünü ile müdahale etmektedir. Cinsellik kişinin özel hayatına giren bir olaydır. Kişi, cinsel istekleri, arzuları, sorunları ve olayları, ilişkileri ile hayatını sürdürüp gitmektedir. Bu tür özel, gizli dünyaya kimsenin karışmaması ya da kişinin isteği dışında bu iç aleme girilmemesi gerekmektedir. Bu açıdan ceza hukukunun, kanunların bu dünyaya girmesi bir çeşit kanuni bir saldırı olarak düşünülebilir. Fakat ceza kanununun bu gibi müdahaleleri kişinin cinsel hayatını düzenlemek amacından çok, bu hayata karışan, bu hayatı tehdit eden ve tecavüz eden eylemleri cezalandırma amacını taşımaktadır.

Ceza Kanununun yapısında cinselliğe karşı eylemlerin, cürüm ve kabahat (istisnaen) şeklinde düzenlendiği görülebilmektedir. Bunlardan cürümler çok geniş bir yer tutmaktadır. Türk Ceza Kanunu'nun 414. maddesinden 448. maddesine kadar uzanan sekizinci babı «Adabı Umumiye ve Nizamı Aile aleyhine cürümler» başlığını taşımaktadır. Bu bölüm içerisinde ırza saldırı, kız ve erkek kaçırma, fuhşiyata tahrik, zina ve nesep aleyhine fiiller yer almaktadır. Kabahatlar içinde de bir madde halinde, TCK. 576. maddede edebe aykırı hareketler düzenlenmiştir.

Cinselliğin ana konu olarak yer aldığı genel adap ve aile düzeni aleyhindeki suçlar incelendiğinde bunların hem kişinin cinsel yaşamı ve hem de toplumun bu eylem karşısındaki değerlerinin ahlak anlayışının dikkate alındığı görülebilmektedir. Belirtmek gerekir ki, kanunumuzda kişinin erginliğine (rüşt yaşına) kadar geçen dönemde istemine, rızasına hiç önem vermeden mağduriyet kabul edilmiş, rüşt yaşından sonra razı olma hallerinde suç kabul edilmemiş, rızanın yokluğu suçu meydana getiren unsur olarak benimsenmiştir.

Türk hukuk uygulamasında, cinsel suçlar ve en çok işlenen suçlardan birisini oluşturmaktadır. Irza geçme, kız ve kadın kaçırma, ırza tasaddide bulunma suçları, diğer suçlar içerisinde çok rastlanan suçlardan birisi olduğu gibi, aynı zamanda başka suçları yaratıcı, sebep olucu bir niteliğe de sahip bulunmaktadır. Adam öldürme ve müessir fiil gibi suçların temelinde cinsel arzu, istek, kıskançlık gibi faktörler yer almaktadır. Böylece cinsellik bir yandan kendi özel suçlarını yaratmakta, bir yandan da diğer suçların sebebi olarak ortaya çıkabilmektedir.

Ülkemizdeki istatistikler incelendiğinde, cinsel suçların genellikle genç ve orta yaştaki kişiler tarafından işlendiği ve bu suçların mağdurlarının da aynı yaş grubu içerisinde bulunduğu görülebilmektedir:

Cinsel suçlarla ilgili bazı istatistikler vermek gerektiğinde, son yıllarda bu suçlardan bazılarının işlenişi yönünden şu durum tesbit edilebilmektedir:



Bu rakamlar, belirli bir fikir verebilmekte ise de istatistiklerin bütün yanıltıcı özelliklerine sahiptir. Adalet istatistiklerinde alınan bu sayılar, yıl içerisinde bu suçlardan kesin olarak mahkum olan kişileri göstermektedir. Suçun işlenişi hüküm tarihinden önce olduğuna ve yargılama da uzun süre devam ettiğine göre bu rakamlar görünümü tam olarak aksettirmekten uzak bir nitelik taşımaktadır. Başka bir istatistik, cinsel suçlardan bir bölümüne, ırza geçme, küçükleri baştan çıkarma ve iffete taarruz suçlarından yargılanmakta bulunan sanık sayısını göstermekte ve konu ile ilgili daha geniş kapsamlı bir görünüm çizmektedir. Buna göre:



Bu çerçeve içerisinde şu hususu söylemek mümkündür ki, cinsel suçlar ülkemizde en çok işlenen suç gruplarından birisini oluşturmaktadır.

Bu suçlarla ilgili olarak Türk hukuku ile yabancı ülkelerin ceza kanunları ve ceza hukukları eğilimleri karşılaştırıldığında ilginç birtakım saptamalara rastlanılabilmektedir. Öncelikle Türk Ceza Kanununda, bazı yabancı kanunlarda bulunan suç tiplerinin düzenlenmediği saptanabilmektedir. Ayrıca yabancı ülkelerde mevcut olan ve hukuk sistemlerini derin şekilde etkilemekte olan suç olmaktan ve cezalandırmadan çıkarma (dekiminalizasyon ve depenalizasyon) eğilimlerinin Türk hukukunu henüz yeterince etkilemediği ortaya çıkmaktadır.

a) Türk Ceza Kanununda bulunmayan bazı cinsel suç tipleri:

Türk Ceza Kanunu sistemi incelendiğinde, bazı suç tiplerinin kanunun içerisinde, özel bir düzenleme ile, yer almadığı görülmektedir. Tabiata aykırı fiiller yani aynı cinse mensup kişiler arasındaki cinsel ilişkiler, insanlarla hayvanlar arasındaki cinsel ilişkiler, fuhuş için aracılık, fahişe dostluğu, evlenmeleri yasak olan yakın akrabalar arasındaki cinsel ilişkiler, Türk hukukunda suç olarak düzenlenmiş değildir. Oysa bu tür anormal, tabiat dışı ilişkilerin bazı yabancı ülke kanunlarında suç olarak düzenlendikleri görülmektedir. Nitekim, Alman Ceza Kanunu'nun 175. paragrafında erkekler arasındaki cinsel ilişkiler (pederasti) cezalandırılmış, 175/b paragrafında da hayvanlarla ilişkiler ceza tehdidi ile karşılanmıştır. Aynı durumu İngiliz kanunlarında ve Fransız Ceza Kanunu'nun 331/2 fıkrasında da görmek mümkündür.

b) Karşılaştırmalı hukuktaki yeni eğilimler:

Cinsel suçlarla ilişkin olarak yabancı hukuk sistemlerinde son yirmi yılda derin değişikliklerin oluştuğu tesbit edilebilmektedir. Bu değişiklikler belirli düşünce akımlarına dayanmakta ve cinsellik -kişisel özgürlük- toplumsal yaşayış hakkında yeni görüşler ortaya atılmaktadır. Buna göre kişinin cinsel hayatı ve cinsel özgürlüğü vardır ve bu özgürlük hukuk tarafından korunmaya değer bir özgürlüktür. Toplumun gelenek ve görenekleri ile kişinin cinsel hayatı zaman zaman çatışmaya girebilmektedir. Bu noktada kanun koyucuya düşen görev, ahlak - gelenek - toplumun düzeni kavramlarının sınırları ile kişisel cinsel özgürlük sınırını çok iyi bir şekilde tesbit edebilmektir. Kanun koyucular, toplumu koruma iddiası ile cinsel özgürlüğü bütünü ile yokederlerse kişinin ezilmesi olayı ortaya çıkar. Bu sonuçtan kaçınmak gerekir. Dolayısıyla bugün cinsel suçlar alanını daraltmak ve kişiyi ve toplumu ağır zararlara uğratabilecek fiilleri suç olarak nitelendirmek gerekmektedir. Bu yönden, bugün genel bir belirleme ile, genel adaba aykırı bir fiilin cezalandırılabilmesi için üç nitelikten birini taşıması gerekliliği kabul edilmektedir. 1) Cinsel özgürlüğün kullanılmasına saldırının aracı olması, başka bir deyişle saldırgan cinsel davranışlar... 2) Başkasının fuhşunun, cinsel eylemlerinin sömürülmesi... 3) Kamunun edep ve iffet duygusuna tecavüz eden, ihlal eden hareketler...

Bu eğilim, belirtildiği gibi yabancı ülkelerin mevzuatında akisleri bulmakta ve bazı fiiller suç olmaktan çıkarılmakta ya da daha hafif cezalarla karşılanmaktadır.

4) Türk Ceza Kanunu sistemi içindeki cinsel suçlar:

a) Irza tecavüz suçları.

Irza tecavüz, kısaca, bir kişinin cebir ve şiddete ya da tehdit kullanarak başka bir kimse ile cinsel ilişkide bulunması biçiminde tanımlanabilir. Suçun oluşabilmesi için tam ya da yarıda kalmış bir cinsel ilişkinin gerçekleşmiş olması gerekmektedir. Kızlık zarının cinsel ilişki olmaksızın, parmak, sopa, diğer herhangi bir vasıta ile yırtılmasında bu suç meydana gelmemektedir.

Suçta kullanılan cebir ve şiddet ya da tehdit, eylemlerle, sözlerle, çeşitli hareketlerle gerçekleşebilir. Fakat mağdurun 15 yaşından küçük olması ya da böyle bir ilişkiye, içinde bulunduğu ruhi rahatsızlık nedeniyle direne-miyecek durumda bulunan kişiye karşı fiilin yapılması halinde cebir, şiddet ve tehdidin varolduğu kabul edilir. Başka bir deyişle bu gibi kişiler üzerinde cebir, şiddet gösterilmese dahi bunların varoldukları kural olarak kabul olunur.

Suçun faili, kural olarak, ancak erkekler olabilir. Suçun mağduru ise, hem kız ve kadınlar hem de erkekler olabilir. Bir cinsel anomali türü olan ölülerle cinsel ilişkide bulunma durumunda bu suç meydana gelmemektedir.

Cinsel ilişkide iki kişi arasında evlilik bağı bulunması halinde, erkeğin cebir, şiddet ve tehdit kullanarak cinsel ilişkiyi gerçekleştirmesi ırza tecavüz suçuna meydan vermez. Evlilik bağı bu gibi olaylarda hukuka uygunluk sebebi teşkil ederek suçun ortaya çıkmasına engel olur. Buna karşılık nişanlılar arasında, ayrılık kararı verilmiş eski eşler arasında cebirle cinsel ilişkinin varlığı ırza geçme suçuna sebebiyet verir. Evli erkeğin başka kimseleri karısı ile cinsel ilişkide bulunmaya sevketmesi durumunda suç meydana geldiği gibi koca hakkında aynı suç iştirak nedeniyle sözkonusu olur. (Yargıtay 5. CD., 27.1.1982, E. 83/K. 179 - Bkz. Yargıtay Kararlar Dergisi, 1982, sy. 5, sh. 729).

Cinsel ilişkinin gerçekleşebilmesi için kullanılan cebir ve şiddet, dövmek, boğazını sıkmak, tokatlamak, mağdurun el ve kollarını, bacaklarını tutmak, yiyecek, içecek veya ilaç vermemek şeklinde olabilir. Failin kullandığı araç, tehdit şeklinde de ortaya çıkabilir. Bu takdirde failin mağduru, hayatı ya da maddi varlığı itibariyle büyük bir zarar altında bırakacağı korkusunu yaratması ve bu korkunun etkisi ile mağdurun eyleme razı olması gerekmektedir. Tabiidir ki, suçun oluşması için cebir, şiddet ya da tehdidin cinsel ilişkiden önce olması gerekmektedir. Rıza ile gerçekleşen cinsel ilişkiden sonra ırza geçme suçu meydana gelmemektedir. Mağdurun cinsel birleşmeden haz duyması, cebir ve şiddetin varlığı halinde, suçun oluşmasını engellememektedir.

Mağdurun 15 yaşından küçük olması ya da akıl hastalığı altında bulunması ya da herhangi bir şekilde fiile direnemeyecek durumda bulunması durumlarında cebir ve şiddet var kabul edilir.

Cinsel birleşmenin gerçekleştiği haller ırza geçme suçuna meydan vermektedir. Cebir, şiddet veya tehdit ile gerçekleştirilen ve fakat cinsel ilişkiye, birleşmeye kadar varmayan hareketler ırza geçmekten başka bir suça, ırza tasaddi suçuna sebebiyet vermektedir. Bir kadının ya da erkeğin şehvet tahrik edici yerlerini tutmak, tutturmak, kucağa oturtmak, tenasül aletiyle sürtüşmelerde bulunmak, mağdura istimna yapmak, ağza men'i akıtmak, mağdurun çeşitli yerlerine tenasül aletini sürmek suretiyle meni akıtmak, kız çocuklarını karyolaya yatırıp tenasül yerlerini okşamak, bir çocuğu bir çukur kenarında kucağına oturtmak, çocuğun cinsiyet organlarını okşamak ve parmağını sokup çıkarmak gibi hareketler (Bkz. Sulhi Dönmezer, Ceza Hukuku, Özel Kısım - Genel Adap ve Aile Düzenine Karşı cürümler, 5. bs., İstanbul, 1983, sh. 103), bu suçun maddi unsurunu teşkil eden tipik ve yaşamış olayları teşkil etmektedir.

Sözkonusu suçun faili erkek ya da kadın olabilir, aynı şekilde mağdur da hem erkek ve hem de kadın olabilir.

Belirtilmekte olan suçların birden fazla kişi tarafından işlenmesi, mağdurun bakımı, gözetimi, eğitimi ile yükümlü kılınan kişilerce işlenmesi, ırza tecavüz ya da ırza tasaddi sonucunda mağdurun ölümünün meydana gelmesi ve nihayet bu eylem sonucunda mağdurda bir hastalığın, ya da sıhhi bir sakatlığın ortaya çıkması hallerinde suça ilişkin ceza ağırlaştırılarak verilir.

Irza geçme ve ırza tasaddi ile ilgili ilginç bir belirleme koğuşturma yönünden yapılmıştır. Fail ile mağdurenin yargılama sırasında evlenmeleri halinde dava, hükümden sonra evlenmelerinde ise cezanın infazı ertelen-mekttdir.

TCK. 423. maddesinde de özel bir ırza tecavüz suçu düzenlenmiştir. Alacağım diye kandırıp kızlık bozma suçu adı verilen bu suç tipinde on beş yaşını bitirmiş bir kız üzerinde, evlenme vaadi ile kandırıcı hareketlerle cinsel ilişkide bulunulması ve bu ilişkide kızlığın bozulması gerekmektedir.

b) Edep ve iffete alenen tecavüz ve edebe aykırı hareketler:

Türk Ceza Kanunu'nun çeşitli maddelerinde cinsellik olayının alenen yerine getirilmesi ceza müeyyidesi ile karşılanmıştır. Cinselliğin, kişinin gizli, özel hayatı ile yakından bağlı bir kavram olması dolayısıyla bunun belirli ölçüler içerisinde, estetik kuralları çerçevesinde cereyanı kanun koyucu tarafından öngörülmüştür. Toplumun ahlaki anlayışı, gelenek ve görenekleri cinsellikle yakından ilgilidir. Bu geleneklerin, ahlakın, toplumsal yaşayışın düzenliliğinin korunması böylece amaçlanmıştır.

Bu nitelikteki suçların ilkini alenen hayasızca hareketlerde ya da cinsel ilişkide bulunma teşkil etmektedir. TCK. 419. maddesinde yer alan bu suçun oluşabilmesi için utanma, hicap yaratan hareketleri herkesin görebileceği şekilde yerine getirmek gerekmektedir. Çıplak olarak dolaşmak, çırılçıplak denize girmek, cinsel organları teşhir etmek, gibi hareketlere hayasız hareketler olarak nitelendirilmektedir. Aynı şekilde toplumun rahatça görebileceği yerlerde ve herkesin farkedebileceği şekilde açıkça cinsel ilişkide bulunmak bu suçun hareketleri olarak kabul edilmektedir.

Belirtilen suça benzer bir hareket TCK. 576. maddesinde düzenlenmiştir. Halkın edep ve nezahetine tecavüz olarak isimlendirilen bu hareket, kabahat niteliğindedir ve çirkin sözleri ve hareketlerin yapılması, küfür ve benzetmelerin alenen, toplumun utanmasını sonuçlayacak biçimde sergilenmesi ile meydana gelmektedir.

Fuhuş maksadı ile kadın oynatma ve kadınların bulunduğu yerlere girme, gene halkın edep ve iffetine tecavüz hallerinin özel suçları olarak kanunla düzenlenmiştir. Sözatma ve sarkıntılık fiilleri, aynı nitelikteki suçları teşkil etmektedirler. Yolda giden bir kadına müstehcen bir lakırdı söylemek, beraberce gezmeyi belirtmek, güzelliğini ortaya koymak gibi hareketler sözatma olarak kabul edildiği gibi, bir kimseye şehvet maksadiyle çimdik atmak, vücudunun çeşitli yerlerini okşamak, kalabalık yerlerde kadını sıkıştırmak, sürekli olarak müstehcen sözler söylemek ya da müstehcen şeyler yazmak, para karşılığında cinsel birleşme teklifinde bulunmak gibi haller sarkıntılık olarak nitelendirilmektedir (Bkz. Dönmezer, age., sh. 187 -190 191).

c) Müstehcen yayınlarda bulunmak

TCK. 426. maddesinde belirlenen bu suç, son yıllarda Türk hukuk uygulaması ve içtihatlarında en çok tartışılan suç tiplerinden birisini oluşturmuştur. Açık saçık yayınların, filmlerin, basılı eserlerin cezalandırılıp cezalandırılmaması konusu ve sorunu olumlu ve olumsuz görüşlerle birlikte hukuk dünyasının başlıca konularından birisini teşkil etmiştir. Müstehcenlik kısaca, sefahat ve şehvet eğilimlerini tahrik eden, ar, haya ve adabı rencide edebilecek yayın olarak tanımlanabilmektedir. Bu tanıma toplumdaki ortak hicap, utanma duygusuna aykırı olan, ahlaksızca nitelik taşıyan yayınlar şeklinde bir nitelemede eklenebilmektedir. Türk Yargıtayının kararlarına göre de müstehcenlik ar ve haya duygularını inciten, çıplak, tahrik edici, cinsel birleşme ya da buna hazırlığı belirleyen resimlerdeki nitelik olarak tanımlanabilmektedir (Yargıtay 5. Ceza Dairesi, 6.4.1976, E. 982/K. 1096). Ar ve haya duygusunun ne olduğu konusunda da Yargıtay, aşırı ve fazla tutucu edep ve ahlak duygularının esas olarak alınmaması gerektiğini ortaya koymaktadır (Yargıtay 5. Ceza Dairesi, 18.2.1975, E. 413/K. 427).

Herhangi bir yayındaki belirlemenin, görüntülerin müstehcen sayılıp sayılmaması hususunda bazı unsurların varlığının gerekliliği ortaya konulmuştur. Bu açıdan bir esere müstehcen nitelik nedeniyle ceza verilebilmesi için eserin tümünün dikkate alınması gerektiği ileri sürülmüştür. Amerika Birleşik Devletlerinde Federal Yüksek Mahkeme'nin 21 Haziran 1973 tarihli kararı bu yönden çok ilgi çekicidir: «... Eğer eser tümü ile ciddi bir değer taşıyorsa burada yer alan bir ya da birkaç cinsi hareket ya da eylemin her zaman için esere hukuk yönünden müstehcen sıfatının verilmesi için yeterli olamaz...» (Bkz. Dönmezer, age., sh. 238). Müstehcenlik kavramındaki bu öemli unsurun bazı Yargıtay kararlarında da dikkate alındığı görülebilmektedir (Bkz. Yar. 4. CD., 12.11.1935, E. 8570/K. 6248).

Bir eserin müstehcen olmasında aranması gereken ikinci unsuru, yazarın amacı teşkil etmektedir. Yazar ya da eser yaratıcısı müstehcen harekette bulunduğunu, toplum yönünden ayıp ve utanma ile karşılanacak bir eser yaratmakta olduğunu bilecek, bu bilinç ile hareket edecektir. Bu amaç ve bilinç yargılamada ortaya çıkarılmalıdır.

Müstehcenlikte üçüncü unsur en önemli unsurdur. Buna göre, ancak şehveti tahrik eden nitelikteki yayınlar ve eylemler müstehcen olarak nitelendirilebilir.

Bu üçüncüye bağlı dördüncü unsur da, yayın ile, ya da müstehcen hareket ile toplumdaki kişilerin, mutlaka utanma, ar ve haya duygularının rencide olması gibi hallerle rahatsız olacaklarının sabit olmasıdır.

Müstehcenlikte önemle gözönünde tutulması gereken beşinci unsuru bu yayının, müstehcen eserin hiçbir edebi, artistik yönünün olmayışı teşkil etmektedir. Ayrıca gene yayın ile basının haber verme fonksiyonunun sınırları dışına çıkılmış olması gerekmektedir. Dolayısıyla şayet bir yayın sanat özgürlüğü içerisinde düşünülebiliyor ve kabul ediliyorsa, eserin yapısı içerisinde edebi ve artistik öğeler yer alıyorsa bu resim açık saçık da olsa müstehcen sayılmayacaktır. Bu husus Yargıtayımızın bazı kararları ile belirlenmiştir (Yargıtay Ceza Genel Kurulu, 18.3.1974, E. 575/K. 170, Yar. 5. Ceza

Dairesi, 18.2.1975, E. 413/K. 427, Yargıtay 5. Ceza Dairesi, 3.3.1975, E. 714/K. 597, Bkz. Dönmezer, age., sh. 238 - 244; Çetin Özek Türk Basın Hukuku, İstanbul, 1978, sh. 293 - 313).

d)  Kız - kadın ve erkek kaçırma

TCK. 429 ve 430. maddelerinde yer alan bu suçların meydana gelebilmesi için şehvet hissi ya da evlenmek maksadiyle bir kimsenin bulunduğu yerden başka bir yere zorla, cebir ve şiddetle ya da tehdit ile götürülmesi veya belirli bir yerde tutulması, alıkonulması gerekmektedir.

Suçun sonucu olarak faile verilecek cezanın miktarı mağdurun, kaçırılan kimsenin yaşına göre tesbit edilmektedir. Mağdurun reşit, ergin olması halinde, küçük olmaya nisbetle daha hafif bir cezalandırma öngörülmüştür.

Kız ve kadın ya da erkek kaçırma suçunun en önemli unsuru failde şehvet hissinin, ya da evlenme maksadının bulunmasıdır. Açıkça söylemek ve eklemek gerekir ki, ülkemizin belirli yörelerinde geçerli olan başlık parası verme geleneği, bu paraya sahip olmayanların sevdikleri kişileri kaçırmaları sonucunu meydana getirebilmektedir.

Suç failinin kaçırdığı kimse üzerinde hiçbir şehevi harekette bulunmaksızın emin bir yere kendiliğinden bırakması hali cezayı hafifletici bir hal olarak öngörülmüştür. Aynı zamanda kaçırılan kimsenin fuhşu meslek edinmiş bir kadın olması hali de cezayı hafifletici bir hal olarak öngörülmüştür.

Kaçırılan kimsenin, bu eylem nedeniyle yaralanması ya da ölmesi halinde suça ilişkin ceza arttırılmaktadır.

e)  Fuhşa teşvik suçu

TCK. sisteminde cinsellikle ve özellikle bunun ticareti ile ilgili önemli bir düzenleme suça teşvik biçimi olan fuhşa teşvik suçu ile görülmektedir. Bu suç, on beş yaşını doldurmamış ya da on beş ile yirmibir yaş arasındaki kimselerin kandırılması ile fuhşa yöneltilmesinde teşekkül eder. Yirmi bir yaşından küçük olan kimselerin kocaları ya da yakın akrabaları ile fuhşa yöneltilmelerinde suç meydana gelir. Böylece suçun meydana gelmesinde fuhşa yöneltilen kişi dikkate alınarak üç ayrı şekil ortaya konulmuştur.

Fuhuş, genel bir belirleme ile cinsel birleşmelerin, ilişkilerin para, maddi menfaat karşılığı yapılması olarak tanımlanabilmektedir. Cinselliğin adeta bir meslek haline getirilmesi böylece önlenilmek istenmiştir. TCK. 435. maddede geçen kandırmak terimi doktrinde çok eleştirilmiş ve bu terim ile maddenin uygulama alanının gereksiz yere daraltıldığı ve şüphelere sebep olu-nabildiği açıklanmıştır. (Bkz. Dönmezer, age., sh. 365).

Kandırmanın 21 yaşından küçük kimselerin yakın akrabaları (kardeş ve üst soy hısımları) veya gözetim, bakım, eğitimi ile ilgilenenler tarafından meydana getirilmesinde suça ilişkin ceza ağırlaştırılmaktadır.

TCK. 436. maddesinde fuhuş için aracılık, teşvikten ayrı bir fiil halinde düzenlenmiş ve müeyyide altına alınmıştır.

f) Zina

Cinsellikle ilgili olarak son bir suç biçimini zina olarak görmek mümkündür. Türk hukukunda Zina, evli erkeğin (koca) zinası ve evli kadının zinası olarak iki ayrı biçimde düzenlenmiştir. Bunlardan evli erkeğin zinası, erkeğin karısı ile birlikte ikamet ettiği evde yahut herkesçe karı-koca oldukları yolunda bir izlenim yaratacak şekilde başka bir yerde karı-koca gibi geçinmek için başkası ile evli olmayan bir kadını tutma, biçiminde tanımlanmaktadır. Buna karşılık kadının zinası, evli bir kadının kocasından başka bir erkekle cinsel ilişkide bulunması biçiminde tanımlanmaktadır.

Böylece hem erkeğin zinasında ve hem de kadının zinasında suçun oluşabilmesi için nikahın varlığı ve cinsel ilişkinin gerçekleşmesi gerekmektedir. Kadın yönünden sadece bir tek cinsel ilişki yeterli iken erkeğin zinası için birlikte oturma, herkeste karı-koca izlenimi yaratacak biçimde bir birlik ve süreklilik gerekmektedir. TCK. kadın ve erkeğin bu şekilde farklı bir düzenleme içinde öngörmesi ve kadının zinası için bir tek cinsel ilişki yeterli iken erkeğin zinası için belirli bir süreklilik araması doktrinde ve uygulamada tereddütler ve eleştirileri davet etmiştir. Düzenlemenin eşitliğe aykırı olduğu, kadın erkek eşitsizliğinin bu şekilde ortaya çıktığı ileri sürülmüştür. Anayasa Mahkemesi bir davada önüne getirilen bu iddiaları, eşitliğin ihlal edilmediği geekçesi ile reddetmiş ve özetlediğimiz düzenlemeyi Anayasaya aykırı bulmamıştır. (Bkz. Anayasa Mahkemesinin 28.11.1968 tarihli ve E. 3/K. 56 sayılı kararı - Bkz. Resmi Gazete, 8.7.1969, sy. 13243).

Karı ve kocadan birinin evi fiilden önce terketmiş olması veya karı koca hakkında ayrılık kararı verilmiş olması halinde suça ilişkin ceza hafifle-tilmektedir.

Zinanın aile birlik ve beraberliği ile yakında ilgili - bağlı oluşuna dikkat eden kanun koyucu bu suçtan dolayı koğuşturma açılabilmesi için ilgili kişilerden birinin şikâyetinin zorunlu oluşunu belirtmiştir. Böylece zina nedeniyle dava açılabilmesi için karı ya da kocanın fiili ve faili öğrenmelerinden itibaren 6 ay içerisinde şikâyet etmeleri gerekecektir.

SAĞLIKLI - HASTA

Cinsel normların çiğnenmesinin bir tıbbi ve psikiyatrik sorun olarak belirlendiği durumlarda, cinsel uyumculuk ve cinsel sapıklık, akıl sağlığı ve akıl hastalığı olarak görülür. Uyumcu cinsel davranış «olgun», «üretimsel» ve «sağlıklı» olarak tanımlanırken, sapkın davranış «olgun olmayan», «yıkıcı» ve «hasta» olarak adlandırılır.

Tarihsel olarak yaklaşırsak, bu nispeten daha yakın zamana ait olan bir bakıştır. Kökeni «aydınlanma çağına» uzanır ve ilk taraftarları da sapkınların daha iyi tedavi edilmesiyle ilgilenenlerdi. Daha önceleri, cinsel sapkınlar çoğu kez yoldan sapanlar ya da suçlular gibi değerlendirilmiş ve böylece nefret edilmiş, zulme uğramış, hatta vicdani nedenlerden dolayı öldürülmüşlerdir. Aslında, onların davranışlarının isteyerek yapılan kötü girişimler olmadığından hiç kimse kuşku duymamıştır. Öte yandan, sapkın oldukları iddiası birden hastalığa dönüşmüş ve bu gelişme, onları hareketlerinden sorumlu olmak sıkıntısından kurtarmıştır. Ancak bugün cezalandırma yerine tıbbi terapiye gereksinim duyulmaya başlanmıştır.

Şimdi yeni «aydınlanmış» doktorlar engizisyoncular ya da gardiyanlardan en azından başlangıçta, daha saygın ve sempatiktir kuşkusuz. Onlara sopa ya da benzer baskı yöntemleri yerine artık özel diyetler, temiz hava, soğuk banyo ve yatıştırıcı alıştırmalar salık veriliyor. Karanlık ve kirli zindanlar yerine temiz, pırıl pırıl ve havadar hastaneler sağlanıyor. Daha da önemlisi, yakın zamanlarda bu tür hastalarla ilgili tıpta özel dallar belirdi: Akıl iyileştirme ya da «psikiyatri». Kısacası, önceki durumlarıyla karşılaştırıldığında, sapkınlar daha iyi bir konum kazanmış görünüyorlar.

Bununla birikte, yıllar geçtikçe sapkınlığın tıbbi yorumunun aynı zamanda bir dezavantajı da içinde taşıdığı daha açık olarak ortaya çıktı. Her şeyden önce, psikiyatrik gelişmenin etkisiyle, çok daha kişi önceki, cinsel yoldan sapma ya da cinsel yönden suçlanmadan çok, cinsel «psikopatolojiye katlandığı söyleniyordu. Psikiyatristler sadece oğlancılık «sodomy», «irza geçme» ve ensesti değil, aynı zamanda engizisyonun ya da mahkemenin önemsediği çok daha başka biçimleri de tedavi ediyordu. Örneğin, cinsel eşlerini sık sık değiştiren çiftler, şehvetlilikle cinsel ilişkiden hoşlanan kadınlar nymphomania (dişide aşırı cinsel arzu) ile açıklanıyor, «kendi kendilerine kötülük yapan» çocuklar ya da gençlerin «mastürbasyon illetinden» kurtulması gerekiyor ve kendi cinsiyetinden olanlara erotik ilgi duyan kişiler, hatta onlar bu duygularını hiçbir zaman gerçekleştirmeseler bile, patolojik bir duruma girmiş «eşcinseller» olarak tanımlanıyordu.

Bu insanların hepsi ve genel geçer cinsel uygulamalara karşı çıkanlar, psikiyatrik tedaviye kendiliğinden aday oluyor ve iyileşmek için böyle bir tedavi istemeleri, onların ahlaksal görevi oluyordu. Artık cinsel davranışlarından sorumlu olmazken, bu tutumlarını «düzeltmeye» çabalayan psikiyatris-tiyle işbirliğine yükümlü oluyorlardı açıkça. Eğer bunu reddederlerse «kendi iyilikleri» için bu kez zorunlu olarak tedavi edilmeleri gerekiyordu.

Cinsel hastalıklar listesi genişletil irken, bir yandan da terapatik donanım artıyordu. Örneğin, 18. yüzyılda mastürbatörler serin odalarda, sıkı gözetim ve ahlaksal ayarımlarla tedavi edilirdi. Sonraları, cerrahi ustalığın gelişmesi, yetkinleşmesine sünnet edilir ya da cinsel organı bağlanır hale geldiler, 19. yüzyılda ise cinsel organları yakıldı ya da yanma sonucu kabarcıklar oluştu. Penisin sinirleri ayrıldı, ya da klitorisleri kesildi. (Bu sonraki durum aynı zamanda «aşırı» orgazm olan ve «aşırı erotik» olan (nymphona-niac) kadınlar için de salık veriliyordu. Ameliyat teknikleri ilerledikçe, erbez-leri ve yumurtalıklar da cerrahi yöntemlerle kaldırılmaya başlandı. Özetle, sonunda mastürbasyonun «tıbbi tedavisi» Ortaçağda uygulanan yöntemler gibi acı veren baskıcı uygulamalara dönüşürken öncelerin ileri doktorları, cinsel baskı uygulayıcılar haline geldi. (Ayrıntılar için bkz. «Cinsel Etkinlik Tipleri-Cinsel Kendi Kendini Uyarım»).

Bugün biz bu barbarlıklar karşısında hafifçe ürperebilir ve onları tıbbın karanlık çağından gelen korkunç hikâyeler ya da talihsiz sapmalar olarak yorumlayıp bir kenara atabiliriz. Aslında, artık mastürbasyon deliliğine inanmıyor ve «aşırı» mastürbasyonun sağlık için tehdit olmadığını biliyoruz. Hatta, bugün mastürbasyon cinsel yetersizliği tedavi edici olarak görüp tavsiye eden psikiyatristler var. Bununla birlikte, geçmişe dönüp de baktığımızda, sorunun çok daha geniş boyutlar içerdiğini görüyoruz. Örneğin, böylece, biz mastürbasyonun Eski Roma döneminde bile tedavi yolu olarak önerildiğini ve bu görüşün Ortaçağ İslâm doktorları tarafından da korunduğunu öğreniyoruz. Başka bir deyişle, sınırlı Batı dünyasına mastürbasyona karşı haçlı tutumu, tam olarak modern bir fenomen olarak giriyor.

Benzer bir gözlem, eşcinsel davranış için de yapılabilir. Kuşkusuz biz eski Yunan ve Roma'da bu türden bir davranışın sağlıklı ve ahlaksal olduğunu, onun mahkumiyetinin daha sonraki Yahudi - Hıristiyan kültürünün etkisiyle ortaya çıktığını biliyoruz. Bununla birlikte, belki Hıristiyan Avrupasında arasıra Ortaçağ tıbbi tedavi yöntemlerinin uygulandığı da oluyordu. Örneğin, Orange'li William (daha sonra İngiltere Kralı III. William) 17. yüzyılda çiçek hastalığına yakalandığı zaman, onun hekimleri genç ve sağlıklı bir bedenden bazı «hayvan ruhlarının» alınması için oğlanlardan biriyle uyumasını önerdiler. Hastanın genç içoğlanıyla uyumaktan hoşlanacağı bilindiğinden, öneri kolayca yerine getirildi. Doğal olarak genç adam efendisinden hastalık kapıyordu, ancak eninde sonunda her ikisi de eski haline dönüyordu. (William içoğlanına verdiği değeri göstererek onu Portland Dükü yaptı.) İki yüzyıla yakın bir süre eşcinsellik bir akıl hastalığı olarak açıklandı ve eşcinseller bunun için psikiyatristlerce tedavi edildiler. 'Kür yapılması' için hastaların artık herhangi bir eşcinsel etkinlikte bulunmayacakları üzerine tövbe etmeleri gerektiğini söylemeye bile gerek yok. Bununla birlikte, yüzyılımızda bazı radikal psikiyatristler tekrar «hastalıklılık kuramını» reddettiler ve eşcinsellere «homo aktivizmi» ve doyurucu cinsel ilişkilerdeki duygusal sorunlardan özgür kalmanın yolları anlatıldı. Böylece herhangi bir hastalıkla ilgisi olmayan eşcinsel ilişkilere bir kez daha terapatik bir ölçüye tabi oldular. (Amerikan Psikiyatri Derneğinin yakın zamanlarda yaptığı çoğu değerlendirmelere göre, eşcinsellik bizatihi bir hastalık olarak ele alınmamaktadır.)

Bu örneklerin de gösterdiği gibi, yıllar boyunca, cinsel sağlık ve hastalık kavramı bazı alışılmamış değişimlere sahne oldu. Bir zaman sağlıklı olarak değerlendirilen davranış başka bir zamanda hastalık olarak ele alındı ve onunla uğraşan tıbbi otoriteler kendilerini ya övülür ya da mahkûm edilir buldular. Gerçekte, insan, «patolojik» cinsel hareketlerin hiçbir zaman bir moda konusu olmadığı ve tarih boyunca doktorların yaygın bir önyargı dışında, temelde bunu hiçbir zaman özendirmedikleri izlenimi edinebilir.

Her şeye karşın bu alaycı bakış yanlış olacaktır. Tıp mesleğinin yaygın ahlaksal standardın genel çatısı dışında bir işleme girişemeyeceği açıktır. Tıp kendi standartlarını yeleştirebilir ve genelde, herkes tarafından kabul edilen standartlara sahip olabilir. Başka bir deyişle, hekimlerin önderlik etti-

ği ve genel görüşün onu izlediği zamanlar da vardır. Tıp yıllıkları böyle durumları belgelemektedir. Aydınlanmışlığın cinsel yoldan çıkmaya ve suçlarını tıbbi hastalara değişiminin belki de kendisi en çarpıcı örnektir ve cinsel yollardan çıkma ve suçların tıbbi hastalara «aydınlanmış» dönüşümünün belki bizzat kendisi en çarpıcı örnektir.

Bununla birlikte, cinsel sapkınlıkla uğraşan çoğu ileri hekim ya da psiki-yatrist insan yaşamında «uygun» cinsel rol üzerine bazı değer yargılarında bulunmaksızın ilerleme gösteremez.

Onun değer yargıları pekâlâ resmi cinsel ahlaktan farklı olabilir, ancak onlar onun hareketlerinden her birini kesin olarak etkiler. Hatta o herhangi bir harekette bulunmamaya karar verse bile bir gerçek olarak kalır. Dahası, herhangi bir tıbbi ya da psikiyatrik tedavi bazı temellere dayanır, bazen bilinmez mesleki varsayımlar içerir. Bunların sağlık ve hastalık ölçütüyle, çeşitli hastalık modelleri arasındaki seçimle, terapi seçimleriyle bir tür kaçınılmazlığı ve olasılığıyla ele alınması gerekir. Eğer kişi cinsel sapkınlığa karşı bu tıbbi ve psikiyatrik yaklaşımları değerlendirmek isterse incelenmesi, alıştırılması gereken bu bir dizi varsayımdır. İşin doğrusu, böyle bir eleştirel inceleme hasta ve doktor için zorunludur. Her ikisi de açlık fikirli olursa, birçok durumda herhangi bir tıbbi müdahalenin uygun olmayacağını ve bu şekilde herhangi bir tıbbi soruna değinilmeyeceğini keşfedebilirler. Öte yandan, onlar aynı zamanda, belli zor durumlarda tıp ve psikiyatrinin en iyi umutlar getirebileceğini de görebilirler.

Aşağıdaki sayfalarda cinsel sapıklık üzerine bazı tıbbi ve psikiyatrik varsayımların nereden kaynaklandığını, Avrupa ve Amerika'da nasıl geliştiğini ve bunların başka ülkelerde de nasıl geniş bir kabul gördüğünü tanımlamaya çalışacağız.

SEKS VE PSİKİYATRİ

Bozuk ya da kusurlu akılın çeşitleri üzerine bilgiler oldukça eski tarihlere uzanmakla birlikte Yunanca akıl ve ruhun iyileştirilmesi anlamına gelen psikiyatri sözcüğünün ancak yüzyıla yakın bir geçmişi vardır. Bununla birlikte, önceki çağlarda sömürü, soğuma, cinnet ve delilik gibi öyle çok akıl hastalığından söz edilmezdi. Aslında bunlar tıbbi terimler olmayıp, izleyenlere korku veren ve şaşırtan herhangi bir anormal insan davranışı türü olarak tanımlanabilir. Sömürülen ya da deliren insanlar bu nedenle sadece «akıl doktorlarının çabalarıyla karşılaşmıyor, aynı zamanda engizisyonun, mahkemelerin, hapishanelerin ve bazen de idam fermanının uygulamalarına maruz kalıyordu. Hatta bunların yatırıldığı ya da bulundurulduğu zindanlar, tımarhaneler vb. yerlerin akıl hastanelerine dönüşmesi ancak Modern Çağların başlangıçlarında gerçekleşti. Tabii bunların içinde yaşıyanlar da 'akıl hastası' oldu ve onlarla özel tıbbi psikologlar ya da psikiyatristler ilgilenmeye başladı.

Bu, Eskiçağ ve Ortaçağlarda hekimlerin delilerle uğraşmadıklarını söylememek anlamına gelmez. Tersine, onlar olayın fiziksel nedenlerini ve deliliğin tedavisini bulmak için çok uğraştılar, çünkü onlar deliliğin bazı bedensel hastalıklardan ileri geldiğinden kuşkulanıyorlardı. Nitekim bu hekimler birçok durumda bedensel tedavinin akıl sağlığını yerine getireceğine inandılar. Bununla birlikte, tedavinin başarısızlıkla sonuçlandığı durumda, çoğunlukla başarısızlığın, hastanın içindeki kötü ruhlar, şeytan ya da kötü kişilerden ileri geldiğini kabul ettiler ve buna da dinsel bir tepki gösterilmesi istendi.

Pagan Avrupasında bu tür şeytani durumlara dinsel tepki dua etmekti, ancak bazen de büyü ve hatta açık saçık şeylerin bağırılmasının yararlı olduğu varsayıldı. Mecnun olanların bazıları aynı zamanda pis kokulu zehirler içmeye zorlandı, ya da dövüldü, baskı uygulandı, aç bırakıldı. Bunlar ve diğer çarpıcı ölçülerle kötü şeylerin kurbanın bedeninden çıkarılacağı varsayılıyordu.

Ne yazık ki, Hıristiyanlığın gelmesi bu zalimce ve yararsız tedavilere bir son vermedi. Hatta Ortaçağların sonlarının başlarında bu kötü ruhlardan kaynaklanan delilik ya da cinnet anlayışı, teologlar tarafından daha da güçlendirildi ve delilik durumunda bulunan insan sayısı öncekinden çok daha büyük boyutlara ulaştı. Artık artan sayıda genç, yaşlı, kötürüm, basit düşünceli ya da başka yardıma muhtaç insanlar, kötü ruhların etkisiyle delilik geçiren «büyücü», «efsuncu» olarak duyurulmaya başlandı. Bu insanlar profesyonel büyücü avcıları tarafından yakalanıp resmen teşhis edildiler, sonra da öldürüldüler. Bununla birlikte, yıllar boyunca, bazı hekimler bu kutsal katliam yerine tıbbi tedavinin yeni biçimlerinin uygulanmasını isteyerek karşı çıkmaya başladılar. Onlara göre, bir büyücü aklen hasta olan bir kişiden başka bir şey değildi ve tıbbi tedavinin artışıyla birlikte bunlar iyileştirilebilir-di belki de. Sonunda, ideolojik mücadeleyle dolu birkaç yüzyıldan sonra, yeni görüş egemen oldu. Kilise, gücünü devlete bıraktı ve büyücülüğe değin eski moda görüşler yerine akıl hastalığı üzerine modern görüşler yerleşti.

Bugün, çok uzun zamandan beri bilimin din üzerindeki bu zaferini gerçekten çok daha açık bir biçimde görebiliriz. Psikiyatristler artık kötü ruha inanmıyor, ancak «doğru» insan davranışı için onların standardı kiliseninkin-den de çok farklı değil. Gerçekte öncenin tüm günahları tıbbi terimlerde yeniden tanımlanıyor ve bunlar akıl hastalığı olarak duyuruluyor. Böylece, cinsel etkinliğin birleşme dışı çeşitli biçimleri dinsel «sapmadan» tıbbi «saldırganlığa» dönüşüyor. Gerçekte, psikiyatrik metinler Ortaçağ dinsel metinleriyle garip bir benzeşme içerisindeler. Tek gerçek farklılıkları ise, cinsel sapkınların ruhların yitirmesi değil de, sadece akıllarını yitirmesidir.

Tarihsel Çerçeve

Cinsel sapkınlıklara karşı bugünkü tutumları tarih bilgisi olmaksızın anlamak olası değildir. Ne yazık ki birçok psikiyatrist böylesine bir bilgiden yoksundur ve bu nedenle kendi mesleki faaliyetlerinin gereği doğru çağrışımları bulmakta zaafa düşerler. Bu nedenle «tedavi edici» bazı müdahalelerinin, yalnızca hastalarına değil, daha büyük ölçekte topluma zarar verdikleri akıllarına bile gelmez. Aynı anlamda muhtemel yararlı olabilecek psikiyatrik bilgi kullanımları da keşfedilmeden kalır. Psikiyatristlerin bulundukları zaman ve zeminin ötesine bakabilecek biçimde yetiştirilmeleri bu nedenle pek yararlı olacaktır.

Kuşkusuz bu kitabın sınırları içersinde bütün psikiyatri tarihini tartışmanın olanaksızlığını söylemeye bile gerek yok. Bunun yerine kendimizi onun belirli bir yönüyle sınırlandırmak gerektir. Seçilmiş birkaç örnek bize, «düzene bağlı» hekimlerin ve psikiyatristlerin cinsel sapkınlıklar hakkında çağlar boyunca ne düşündüklerini ve ne yaptıklarını gösterecektir.

Antik Çağda

Antik çağlarda insanlar, fiziksel ve zihinsel hastalıkları ya da vücut için bir doktor ve zihin faaliyetleri için ayrı bir doktor diye birbirinden ayırmıyorlardı. Gerçekten de, tıp, büyü ve din arasında bir ayrım yoktu. İnsanın her türden acısı ruhlara, Tanrı ya da Tanrılara atfedilir ve insanüstü güçlere yönelmediği sürece hiçbir tedavi başarılı olamazdı. Birisi hastalandığında ya da garip davranışlar göstermeye başladığında kutsal ayinler yapan bir din adamına, şamana, büyücü kadınlara, sihirbazlara ya da büyücülere götürülürdü. Bu ayinler sıklıkla ilaç tatbikini içerirdi. Şurası da açıktı ki, tek başına insan müdahalesi bir tedavi için yeterli değildi. Hastalık ya da sıhhat takdiri ilahiye bağlıydı. Örneğin, Yahova antik İsraillilere şöyle diyordu: «Ben, size şifa dağıtan Tanrıyım» (Eski Ahit, İkinci kitap 15, 26) ve «Ben yok ederim ve hayat veririm; ben yaralarım ve şifa dağıtırım» (Deuteronomy 32, 39).

Bu bakış açısını destekler biçimde İncil'de Yahova'nın Mısırlılar üzerine nasıl musibetler gönderdiği; emirlerine uymayan İsrailoğullarına hastalıkların nasıl musallat edildiği anlatılır. O, aynı zamanda Kral Saul'a eziyet etmek üzere bir «kötü ruh» gönderir ve Kral Saul, üzerine çöken karamsarlık sonucu intihar eder (1. Samuel). Aynı yazgı, Yahova'yı sevmeyen herhangi birini de beklemektedir. Tıpkı İncil'in uyardığı gibi: «Tanrı senin başına çılgınlığı bela edecektir» ve «Tanrı senin başına çılgınlığı, körlüğü ve yürek şaşkınlığnı bela edecektir» (Deuteronomy 28, 28). İlginçtir ki, cinsel sapık davranışlar İncil'in bakış açısında birer delilik belirtisi sayılmamıştır. Bununla birlikte, sapıklık bazı zihinsel ya da fiziksel melekelerin yok edilmesiyle cezalandırılabilir. Bazı cinsel sapıklık biçimlerinin en uygun tedavisi ise ölümdü. (Daha geniş bilgi için bkz. «Doğal - Doğal Olmayan»).

Klasik çağ öncesi Yunanlılar da insan hastalıklarına doğaüstü güçlerin neden olduğuna inanırlar ve tedavisi için tapınaklarına giderlerdi. En önemli ilk «sağlık kült»leri tıp Tanrısı Aesculapius'tu. Buna karşılık, Antik Yunan'in Altın Çağı ile birlikte çözümleyici bir anlayış yükselmeye ve eski dinsel inançlar değişmeye, yerini sistematik gözlemler almaya başladı. En büyük Yunan hekimi Hipokrat (İ.Ö. 460-377) her türden bedensel ve zihinsel derdin kökenini doğal nedenlerde araştırmaya koyuldu. Örneğin, önceleri «kutsal» ya da «onulmaz illet» diye bilinen sara hastalığını, gerçekte hastalıklı bir beynin yarattığı ileri sürüldü. Bu nedenle tedavide büyünün hiçbir yararı yoktur. Hipokrat ve izdeşleri, beynin normal çalışmasının bedensel dört temel salgı arasındaki mükemmel dengeye bağlı olduğunu kabul ediyorlardı: Kan, siyah salgı, sarı salgı ve tükürük. (Bunlar hava, toprak, ateş ve suya ilişkin «dört temel eleman» ve aynı şekilde bunlara ilişkin «dört temel mizacı» neşeli, hüzünlü, asabi ve soğukkanlılığı oluşturuyordu.) Bu dört salgı arasındaki herhangi bir dengesizlik, çeşitli hastalıkları ya da davranış bozukluklarını yaratırdı. Tedavi, uygun bir diyeti, istirahati ve bazı durumlarda cinsel perhizi gerektirirdi. Öte yandan, güya «devingen dölyatağının» neden olduğu «isteri»den muzdarip kadınlara ise, cinsel etkinlikte bulunmaları salık verilirdi.

Bir başka büyük antik hekim de, bugün Galen adıyla bilinen Cladius Galenus'tur (İ.S. 131-200). Galen Bergama'da doğdu, ancak yaşamının önemli bir bölümünü tıbbi konularda yazılarıyla ün kazandığı Roma'da sürdürdü. Kendisine özgü buluşları olmasına karşın Hipokrat'ın öğretilerini yakından izledi. Bir yandan Tanrısal bir yaratıcıya inanırken, aynı zamanda her türden bedensel ve zihinsel bozukluğun akılcı bir yolla açıklanabileceğinden emindi. Beyin faaliyetinin ve temel bedensel ve zihinsel bozukluğun akılcı bir yolla açıklanabileceğinden emindi. Beyin faaliyetinin ve temel bedensel salgılar dengesinin önemini bir kez daha vurguladı. Galen, aynı zamanda üreme ve cinsel sağlık üzerine çarpıcı kuramlar geliştirdi. Örneğin, Galen'e göre her iki cins de tohum sıvısı üretir ve hem erkek hem kadın uyku sırasında boşalabilirdi. Galen, bu tür tepkileri doğal ve gerekli varsayıyordu. Uzayan cinsel perhizler bu nedenle isteri, kuduz, titreme, kasılma ve çılgınlık gibi ciddi rahatsızlıklara yolaçardı. Bu tehlikeler karşısında Galen, kararlı ve düzenli bir cinsel yaşam öneriyordu. Cinsel birleşmenin olanaksız olduğu yerde mastürbasyon aynı ölçüde yararlı idi. Galen, gerçekten de sağlık için sık sık mastürbasyona başvurmasıyla tanınan Diyo-jen örneğini açıkça övüyordu. (Şu gündüzleri feneriyle dolaşan tanınmış Yunan filozofu).

Söylemek gereksizdir ki, ne Galen ne de Hipokrat, çiftleşmeye yönelik olmayan cinsel birleşme biçimlerini hiçbir zaman bir hastalık belirtisi olarak kabul etmemiştir. Antik Yunan ve Romalılar cinsel bakımdan hoşgörü sahibiydiler ve bu geniş hoşgörüleri tıbbi inançlarına da yansıyordu. Çok ilginçtir ki, bu inançların çoğu Ortaçağa, hatta daha sonralarına kadar yaşadı. Sözün doğrusu Galen, Batı dünyasında 1500 yılı aşkın bir süre en büyük tıp otoritesi olarak kaldı. Bununla birlikte, «şehvet»e Hıristiyanca bir lanetleme atfedilmesiyle Galen'in cinsel kuramları büyük ölçüde kenara itildi, sonraları reddedildi ve sonunda unutuldu.

Ortaçağda

Roma İmparatorluğunun çöküşü ve Karanlık Çağ diye adlandırılan dönemin başlamasıyla antik tıp bilgileri yok oldu. Avrupa, büyüler ve şey-tancıl inançların etkisi altına girdi. Hıristiyan Kilisesi hastalık ve sağlık hakkında İncil'e dayalı vaazlar verdi. Anormal davranışlar, insanın ruhuna şeytanın girmesi ile açıklanıyordu. Cinleri kovma, ibadet, günah çıkarma ve tövbe biricik çare olarak görülüyordu. Cinsel davranış, ancak üremeye yönelik olduğu sürece normal sayılıyordu. Kendi kendini tatmin, eşcinsel birleşmeler ve hayvanlarla cinsel temas gibi «sapık» türden cinsel etkinlikler tıbbi deyimlerle değil, dinsel deyimlerle açıklanıp, büyük günah olarak kabul edilirdi.

Yedinci yüzyılın başlarında İslâm inancı bütün Ortadoğu ve Kuzey Afrika'ya, nihayet İspanya'ya kadar yayıldı. Müslümanların öğrenmeye büyük saygıları vardı ve bu nedenle Yunanlı ve Romalı seleflerin eserlerini koruyup incelediler. Tıpla da özellikle ilgilendiklerinden, bütün antik elyazması tıp bilgilerini gözden geçirerek kısa sürede büyük hekimler yetiştirdiler. Bunların en önemlilerinden birisi «İranlı Galen» diye bilinen, ilk «akıl hastalıkları koğuşunu» Bağdat Hastanesinde açan Razı (860 - 930), öbürü de bugün Latinceleştirilmiş (Avicenna) adıyla daha iyi tanınan Ebu Ali el-Hüseyin bin Abdullah İbni Sina'dır. İbni Sina da Galen gibi sağlığın korunması için bir cinsel etkinliğin gerekliliğine ve boşalmayan tohumların zehirli hale geleceğine inanıyordu. Sonraları İbni Sina düzenli bir kullanımla güçlendirilmedik-çe insan penisinin kuruyup gideceğini ileri sürdü. Aynı zamanda da aşırı cinsel birleşme gözleri zayıflatır ve işitme güçlüklerine yol açabilirdi. Titreme, uykusuzluk, kellik ve sara gibi hastalıklara neden olabilirdi. «Aşırı» deyiminin tam bir tanımı insandan insana değişirdi; çünkü bazı insanlar başkalarından çok daha güçlü olabilirdi. İbni Sina, cinsel işlevi zayıflatan hastalıkların da kısa bir listesini yaptı. Bunlar arasında hermafroditizm (çift cinsiyetli-lik), priapizm (acılı ve sürekli sertleşme hali) ve edilgen erkek eşcinselliği sayılabilir. Normal bir cinsel birleşmeyi olanaksız kılan belirli bir bedensel zayıflık, sözü edilenlerden sonuncusuna neden olur. Bu, ya doğuştan gelir ya da sonradan kazanılır. Bu eşcinseller kindar, kötü ruhlu ve kadınsı olur ve sağlıklı bir erkek gücüne sahip olmaları ya da kazanmaları olası değildir. Bu nedenle bunları tedavi etmeye yönelik her girişim başarısızlığa mahkûmdur.

Bunun gibi kınayıcı kuramlar İslâm tıp araştırmalarının da dinsel önyargılardan tümüyle bağımsız olmadığını gösterir. Bunun da ötesinde, İslâm hekimleri için Kur'an, bütün önemli konularda tek otoriteydi. İslâm hekimleri, insan vücudunu kesme ya da otopsi yasağı ile engellendi ve çıplak

kadın vücuduna bakmaları da yasaklandı. Bu koşullar altında bilimsel gelişmeleri sınırlı kalmak zorundaydı. Bununla birlikte, genelde ve Hıristiyan meslektaşlarına oranla dikkate değer ölçüde nesnel ve açık fikirliydiler. «Delilere» uyguladıkları tedavi kesinlikle daha insancıldı; çünkü delilik cin ya da şeytan işi olmaktan çok, Allah'ın takdiriydi. İslâm bilimi ve tıp pratiğinin yüksek niteliği Hıristiyan Avrupa'da bile kabul edildi. Özellikle 13. yüzyılda, Hohenstaufen hanedanından aydın imparator II. Frederik'in çeşitli ülkelerden pek çok bilgini sarayında toplayıp Müslümanların çalışmalarıyla ilgilendi. Salerno Üniversitesi'ni etkin biçimde destekledi ve Kutsal Roma İmparatorluğu toprakları içerisinde tıp unvanlarını tek başına verme hakkını bağışladı. Salerno'dan yetişen hekimler, Müslümanların korunması altındaki Hipok-rat prensiplerinden yararlandılar ve büyüklere ya da dinsel ayinlere gerek duymadılar. Antik yazarların yeniden keşfi ve bilgiye karşı artan saygı kısa sürede Avrupa'da yeni üniversitelerin temellerini attı. Bunu izleyen iki yüzyıl içinde öbürlerinin yanı sıra Padua, Paris, Viyana, Oxford, Cambridge, Prag ve Heidelberg Üniversiteleri kuruldu. Sözün kısası, insan sorunlarına karşı akılcı bir tutum temel kazanır gibi görünüyordu.

Bununla birlikte, gerçekte ilerleme güç ve yavaş sürüyordu. Var olan cin ve şeytan inançlarına karşı Yunan, Roma ve Arap klinik gözlemlerine dayalı inançlarla meydan okuyan bazı seçkin Hıristiyan hekimler, engizisyon tarafından dinden sapmakla suçlandı, hatta ölüme mahkûm edildi. Ruhban sınıfından olan - olmayan büyük çoğunluk boş inançlara sahip cahiller olarak kaldı. Aynı dönemde garip kitle hareketleri de ortaya çıktı. Bütün Avrupa'da geniş halk yığınları caddelerde kendinden geçercesine dansedi-yor (tarantizm), ya da açık ayinlerde, kibirlerini yok etmek için kendilerini kanlar içinde kalıncaya kadar kırbaçlıyordu (Flagellantizm). Yaşamın bütün alanlarını suçluluk ve günah duygusu sarmaya başladı ve zaman zaman da Yahudilere, Çingenelere, toplum inançlarına ters düşenlere ya da günahlarını yükleyebileceklerine inandıkları toplum kesimlerine karşı şiddet eylemlerine giriştiler. Ortaçağın sonlarında kadınlara karşı garip bir korku ve nefret dalgası yaratılmış gibi görünüyordu. Kadınlar, pespaye, ahlaksız, büyücü, şehvet düşkünü erkekleri sürekli ayartan ve yıkıma sürükleyen yaratıklar diye karalanır oldular. Çoğunlukla da şeytanın aletleri olarak görülüyorlardı ve süreç içinde bu tutum, öteki korku dolu fantezilerle birleşerek yeni ve evrensel bir büyücülük sanrısı yarattı.

Modern Çağ

Bugün, büyücülük sanrısı bir Ortaçağ fenomeni olarak görülür. Ancak, en yoğun ve sistematik büyücü avı Rönesansın en görkemli dönemlerinde başladı ve 18. yüzyıl ortalarına kadar sürdü. Büyücülük inancının Ortaçağlara, dahası antik dönemlere kadar uzandığı doğrudur; fakat kapsamlı ve tutarlı bir öğreti olarak biçimlenmesi ancak 15. yüzyıl sonlarında ortaya çıkar. 1486'da, Kolomb'un Amerika'yı keşfinden sadece birkaç yıl önce, Domini-kan Mezhebine bağlı iki Alman, Jakop Sprenger ve Heinrich Kramer, Malleus Maleficarum (Büyücülerin Çekici) adlı tanıtıcı bir el kitabı yayımladılar. Bu çalışma kısa zamada kilise, devlet ve bilgin topluluklarınca desteklendi. Her Avrupa devietinde okundu ve benimsendi, sonraki 250 yıl boyunca 30'dan fazla baskısı yapıldı.

Söz konusu kitabı burada ayrıntılarıyla tartışmaya gerek yok. Şu kadarını söylemek yeter: Kitap insanlık tarihinde bağnazlık, insafsızlık, cehalet ve fanatizmin rastlanabilecek en aşağılık belgesidir. Metin öncelikle büyücülerin varlığını kendince «kanıtlıyor». (Kanıları reddedenlerin kendileri birer büyücüdür.) Sonra nasıl anlaşılabilecekleri tanımlanmakta ve sonunda yargılama ve infaz kuralları ortaya konmaktadır. Cinsel konulara hastalıklı yaklaşımları bir yana, yazarlar kadınlara karşı sabit fikirlidir ve kinle doludur. Kadınların büyücü olma olasılıkları, erkeklere oranla daha yüksektir. «Her türlü büyücülük kadınların doymak bilmez şehvetli isteklerinden kaynaklanmaktadır. İğrenç cinsel isteklerini doyurmak için daha da şehvetli hale gelen hırslı kadınlar bu hastalığa daha da derinden tutulmuşlardır.»

Büyücüler, şeytan tarafından ele geçirilmişlerdir ve çoğunlukla da onunla cinsel ilişkide bulunurlar. Ürünlerde verimsizliğe, sürülerde hastalığa, çocuklarda ölüme, kadınlarda kısırlığa, erkeklerde cinsel güçsüzlüğe ve her türlü karışıklık, felâket ve afetlere neden olurlar. Bu nedenle büyücülerin ortaya çıkarılması ve yokedilmesi toplum güvenliği ve sağlığı için gereklidir. Dahası, İncil bu konuda şaşmaz bir şekilde açıklık getirir: «Bir büyücünün yaşamasına izin veremezsin.» (Exodus 22; 18) Birkaç yıl içinde profesyonel büyücü avcıları, özel bir «şeytan damgasını» büyücülerin vücutlarında araştırmak üzere yerleştirilmiş hekimlerin yardımlarıyla da cadı kazanları kaynatmaya, düzinelerle, yüzlerce ve giderek binlerce masum kadın, erkek ve çocuğu, büyücü diye tutuklamaya başladılar. Bu talihsizler, suçlarını itiraf edinceye kadar işkence gördüler ve ölüme mahkûm edilerek yakıldılar.

Bu itiraflar akraba, komşu ve arkadaşları da kapsıyordu ve bu dehşetli hareket kendini bunlarla besliyordu. Bu hareketlerin hem Katolik hem de Protestan ülkelerde aynı şiddetle yürütüldüğünü hatırdan çıkarmamak gerekir. Büyücülük sanrısı kiliseler çapında, uluslararası bir duruma geldi ve hiçbir yerde ne bir kuşku uç veriyor, ne de bir protesto sesi duyuluyordu. Ancak birkaç yürekli kişi, bu yeni tür barbarlık dalgasına, çoğunlukla da tıbbi tartışmalarla göğüs germeye çabaladı. Örneğin, Johann Weyer adında bir Alman hekim, 1563 yılında De Praestiquiis Daemonum (Şeytan Aldatmacası Üzerine) adlı bilimsel bir yapıt yayınladı. Weyer kitabında, büyücülüğe atfedilen hastalıkların gerçekte doğal nedenlerden kaynaklandığını, büyücü diye nitelenen «zavallı, şaşkın kadınların» pek çoğunun ruhen hasta olduklarını ileri sürüyordu. Bunların öldürülmekten çok, tedaviye ihtiyaçları vardı. Bununla birlikte bu görüş Weyer'in çağdaşlarının çoğu tarafından reddedildi ve kilise, eserini yasak kitaplar listesine aldı. Sadece İspanyol Engizisyonu -ki bu sırada din yolundan sapmışlar, Yahudiler ve sapıkların koğuştur-ması ile yeteri kadar meşguldü. - Büyücülerin kovuşturulması ve idamı ile ilgilenmekte isteksiz kaldı. İspanya'da İslâm mirası hâlâ yaşıyor ve deliler tedavi ediliyordu. Büyücülükten zanlı olanlar çoğunlukla deli diye kabul edildi ve manastıra ya da tımarhanelere kapatıldı.

Bu son yaklaşım 18. yüzyılda geniş ilgi gördü ve en sonunda yükselmekte ola psikiyatri mesleğince onandı. Yeni «akıl hekimleri» ipuçlarını Weyer'den aldılar ve büyücülük sanrısını tıbbi terimlerle ele almaya başladılar. Bundan başka itiraflarında büyücüler, havada uçmak, çeşitli hayvanların kılıklarına bürünmek «nazarla» ya da ilenme yoluyla ölüme sebebiyet verme gibi akıl almaz işler başardıklarını iddia ediyorlardı. Bu gerçek ve bunun yanında tanık oldukları olayların çoğunun açık cinsel karakteri, gerçekte henüz teşhis konmamış «ruhsal vaka» ile karşı karşıya olduklarını ve büyücülüğün yanlış anlaşılmış ve yanlış ele alınmış bir «ruh sağlığı» sorunundan başka bir şey olmadığını yeteri kadar kanıtlıyordu.

Ancak, ruhbilimcilerin dışındakiler, bütün itirafların işkence ya da işkence tehdidi altında alındığına ve mahkeme kayıtlarının da kurbanlar tarafından değil de engizisyoncular tarafından tutulduğunu belirterek, büyücülere atfedilen acayip cinsel fantezileri ya da «kuruntuları» (kurbanları) değil de suçlayıcıları daha çok sergilediler. Bu kez bazı tıp tarihi yazarları tarafından

da benimsendi ve daha sonra büyücü mahkemelerinde yer alanlar -büyücü avcıları, büyücüler ve uygulayıcılar- akıl hastası olarak ilan edildi.

İlk «akliyecilerin» ya da «psikiyatristlerin» toplumun uygunsuzluklarına karşı gerçek bir acıma duygusu ile yönlendirildiklerinden kuşku duyulmamaktadır. Onlar, birçok «büyülü» engizisyonun pençelerinden sadece kurtulmakla ve tıp bilimine göre onları hasta ilan etmekle kalmadılar, aynı zamanda bu hastalara da o güne kadar alışılmışın ötesinde nazik davrandılar. Fransa'da Pinel, İtalya'da Ciharugi, Almanya'da Langermann ve Amerika'da Rush gibi aydın insanlar tımarhanelerde reformlar yaptılar, tecrittekile-ri zincir ve prangalardan kurtardılar ve daha insancıl tedavi biçimlerini savundular. Buna karşın yeni psikiyatrik «aydınlanma»nın, cinsel sapkın davranışlar açısından ne yazık ki, pek az yararlı olduğunu ortaya koyduk. 18. yüzyıl sürecinden hekimler, mastürbasyonun o zamana kadar-öne sürülen zararlarını bulguladılar; Amerikan ve Fransız devrimleri sırasında bu tehlikelerin son derece ciddi görüldüğü belirlendi. Bir zamanlar Galen'in bir sağlık gereği olarak önerdiği periyodik boşalım, artık bu noktada hemen her türlü bedensel ve ruhsal rahatsızlığın nedeni olarak suçlanır oldu. Mastürbasyon; bedeni zayıf düşürür, beyni eritir, cinsel yetersizliğe, genel bir uyuşukluk, delilik ve nihayet ölüme neden olurdu. Birkaç on yıl içinde «mastürbasyon deliliği»nin, insanlığın ruh sağlığına karşı temel bir tehdit haline geldiği düşünüldü ve bununla birlikte de korunmacı psikiyatrik tedavi için, zorunlu bir başka neden ortaya çıktı. Sonuç olarak; psikiyatristler, geçmişte olduklarından çok daha fazla etki ve önem kazandılar. (Anti-mastürbas-yon kampanyası hakkında geniş bilgi için Bkz. «Cinsel Etkinlik Tipleri» -«Cinsel Öz uyarım») İffet budalası 19. yüzyıl; mastürbasyon ve cinsel sapkınlık biçimlerinin tehlikeleri hakkında yepyeni psikiyatri kuramlarının yükselişini getirdi. Örneğin, «kendi ırzına tecavüz»ün (mastürbasyon) kalıtımla geçen psikolojik zayıflığın bir sonucu olduğuna inanılmaya başlandı. Başka bir deyişle; mastürbasyon yapanlar zaten hasta doğmuşlardır ve üzücü durumlarının giderek ağırlaşmasına engel olamazlar. 1843 yılında Kaan adlı Rusyalı bir hekim, mastürbasyonun bu ikili tehlikelerini açıkladığı Psycho-pathia Sexualis (Cinsel Akıl Hastalığı) adlı bir kitap yayımladı. (Kitap, her ne kadar Moskova'da yazılmış ve Çarın özel hekimine ithaf edilmişse de, psikiyatri düşüncesini büyük ölçüde etkilediği Almanya'da basılmıştır. Gerçekten de Avusturyalı hekim Von Krafft-Ebing, yeni ve cinsel sapkın davranışlar alanında çok daha ünlü kitabına 40 yıldan fazla bir zaman sonra Kaan'ın kitabının adını vermiştir.)

Kaan'a göre, hemen hemen bütün insanların kendilerini duyusal aşırılıklara doğru iten belirli bir «sağlıksız hayaMeri vardır. Yanlış bir besin, yumuşak bir yatak, dar giysiler ya da yalnızca biraz çapkınlık kaçınılmaz olaylar zincirini başlatır. Bu karamsar görüşe ek olarak, Kaan, erkek çocuklarına âşık olmak, karşılıklı eşcinsel mastürbasyon, cesetlere tecavüz, hayvanlarla cinsel ilişki ve heykellerle cinsel temas gibi nispeten ikincil cinsel «yarı-delilikler» listesini ortaya koydu. Kuşkusuz öteki psikiyatristler bu kısa cinsel «psikopatoloji» listesini genişletmekte gecikmediler. Daha sonra bu her an artan yeni sapıklıklar, sonuçta bir zamanlar pek fazla önemsenen mastürbasyonu ikinci sınıf hastalıklar kategorisine attı. Bununla birlikte, Kaan'ın cinsel sapkınlıklarda soyaçekim inancı uzun yıllar çekiciliğini korudu ve gerçekten de sonraki yıllarda daha da güçlendi.

Bu daha ileri «bilimsel» gelişmelere girişmeden önce, «cinsel psikopatoloji» kavramını kısaca ele almak pek yararlı olacaktır. Oldukça açıktır ki, başlangıçta bu deyim eski dinsel dogmaların dindışı uyarlamasından başka bir şey değildi. Kaan'ın cinsel «yarı-delilikler» dediği şeyin, İncil'de belirtilen «iğrençliklerle neredeyse özdeş olması pek rastlantı olmasa gerek. Dahası, onun kalıtımsal «sağlıksız hayaMeri ile Agustine'nin «şehvet»i arasındaki koşutluk da çarpıcıdır. Kısacası, Kaan'ın uğraşlarının açıkça ortaya koyduğu gibi, «yeni bir din» olarak bilim, hâlâ eski cinsel tabuları barındırmakla ve kovmakla uğraşıyordu. (Ayrıntılı bilgi için «Cinsellik ve Din» - «Tarihsel Çerçeve» bölümlerine bakınız.)

Fransız psikiyatristlerinden Morel, 1857 yılında deliliğin açıklanması için, yozlaşmaya yöneldiğinde psikiyatrinin doğrulanmayan dinsel eğilimleri daha da belirginleşti. İlk dönemlerinde teoloji çalışmaları sürdürmüş olan Morel, sonunda ilerlemekte olan yozlaşmanın pek çok bedensel ve ruhsal hastalıklara neden olduğuna inandı. İlk insan (İncil'de Adem diye nitelenir) sağlıklı bir «ilkel örnek»ti. İlkel çağlarda insan doğası bozulmaya başladığında, insanlar zayıflatıcı içsel ve dışsal etkilerle karşılaştılar. Sonuç olarak, bugün özgün ve yetkin «ilkel örnek»le karşılaşanlayız, ama birçok «yozlaş-mış»ın yanı sıra, yetkinlikten uzak çeşitli ırkları görürüz. Bu «yozlaşmış»lar çoğunlukla kalıtsal cinsel sapıklıktan muzdariptirler ve yok olmaya mahkûmdurlar.

Morel'in  kuramı,  zamanla  pek çok meslektaşı tarafından «Kitab-ı Mukaddes»e aşırı bağlı bulunduğu ve böylelikle çok daha moda «nesnel» deyimlerle yeniden açıklandı. Yozlaşmanın, evrim sürecinin herhangi bir aşamasında ortaya çıkabileceği kabul edilmeye başlandı. Ancak temel karakterleri aynı kaldığı halde, evlatlarıyla beraber yozlaşmış, kaçınılmaz kötü kaderlerine mahkûm olmuşlardır. Bu anlayışlar; daha sonraları en çarpıcı ayrıntılarıyla yozlaşmanın etkilerini tanımlayan İbsen ve Hauptmann gibi 19. yüzyıl büyük tiyatro yazarları tarafından daha da yaygınlaştırıldı. Gerçekten de, romancı Emile Zola, kalıtsal çürümeye örnek olarak, bir ailenin, Rougon-macquartların, «doğal ve sosyal tarihini» anlatır. Deliliğe ve cinsel sapıklığa karşı doğuştan gelen patolojik eğilim anlayışı; sonraları Sig-mund Freud tarafından sarsıntılı (büyük ölçüde de bilinçsiz) birey yaşamı, tarihi kavramı ile yer değiştirinceye kadar, egemen psikiyatrik düşünce olarak kaldı.

19. yüzyılın, modern ırkçılığın «bilimsel» temellerini attığını akıldan çıkarmamak gerekir. «Yozlaşmış» deyimi; bazı nedenlerden dolayı, sevilmeyen ve biyolojik olarak aşağı tabakadan yaftası asılmış bütün sosyal ve etnik gruplara kolaylıkla uygulandı. Söylemek gereksizdir ki; bu tür yaftalama tutumu, her zaman cinsel «sapık» ithamını da çağrıştırmıştır. Irkçılığın mantıksal çağrışımları, karşılığında «üstün ırk yaratma» politikalarına yol açar. Örneğin; yozlaşmış olanların üremesinin engellenmesi yoluyla nüfusun biyolojik sağlık düzeyinin yükseltilmesine yönelik resmi girişimlerde bulunmak gibi. Öte yandan, üstün ırkların yeteri kadar üremediği keşfedilirdi. Bugün ya da daha sonra, bütün insanlığın yozlaşabileceği ve yok olabileceğine ilişkin yaygın bir korku vardı. (1800 ve 1900 yılları arasındaki nüfus eğrisine bugün bir göz atılırsa, bu korku özellikle daha da garip görünür.) Her nasılsa, artan ırkçı gurur, milliyetçilik ve hızla büyüyen endüstri hükümetleri nüfus artışını teşvik etmeye zorladı. Çocuk doğurma, cinsel birleşmenin «doğru» amacı olarak tekrar belirlendi.

Alman psikiyatristi Kraepelin, 1883 yılında akıl hastalarının ilk sistematik sınıflamasını ortaya koyan bir kitap yayınladığında psikiyatri, ileri doğru önemli bir sıçrama yaptı. Kraepelin, bütün hastalıkların bedensel bir nedeni olduğuna inandığından, her hastalığı kendine özgü belirtiler sistemi ve olası tedavileri ile birlikte tanımlamaya çok özen gösteriyordu. Kraepelin'in çalışması, kendinden sonraki bütün psikiyatrik sınıflamaların temeli oldu. Bu örnekten esinlenen psikiyatristler, kısa sürede her zamankinden daha da kılı kırk yarar oldular. Böylelikle, başka şeylerin yanında yeni ve ayrıntılı bir

cinsel «anormallikler» ve «sapıklıklar» listesi yaptılar. Bu listeler bazen öylesine olağanüstü boyutlara ulaştı ki, buram buram Ortaçağ iskolastiğinin ruhu tütüyordu. Her ne olursa olsun, geleneksel Hıristiyan ahlakçılarının temel varsayımlarını paylaşıyorlardı. Yalnızca «uygun» çiftler arasında cinsel birleşme doğrudur; bunun dışındaki her türlü cinsellik dışavurumu yanlıştır. Bununla birlikte, modern ve laik dünyamızda bir ayrıcalık olarak bu gibi önyargılar bugün artık dini deyimlerden çok tıbbi terimlerle ifade edilmektedir. («Cinsel Uyumsuzluk» bölümünün girişine bakınız.)

İlginçtir ki, mastürbasyon yapanlara karşı açılan Haçlı seferi, 19. yüzyılın sonlarına doğru hızını yitirmeye başladı. Bunun yerine dikkatler, yeni bir sapkınlar grubuna, kendi cinsinden insanlara yönelen kişilere yöneldi. Eşcinsel davranışlar, kuşkusuz, uzun bir süreden beri hem Yahudi hem de Hıristiyan inancında lanetlenmişti, ancak hiçbir zaman bir akıl hastalığının belirtisi olarak değerlendirilmemişti. (Ortaçağın Müslüman İbni Sina'sı onu bedensel bir bozukluk sayıyordu.) Bununla birlikte, bu davranışın, bazı insanların tutuldukları belirli bir psikolojik «durum»un sonucu olarak ortaya çıktığı keşfedildi ve bu durum için «eşcinsel (homoseksüel)» terimi yaratıldı. Bir dönem eşcinselliğin, bütün bütün «sapıklık», «yozlaşma» işareti ya da yalnızca basit bir «kişilik bozulması» olup olmadığı tartışıldı kaldı. Sigmund Freud, eşcinselliği bir «hastalık» değil, çok daha katı bir tutum takınıp eşcinselliği, «olgunlaşmamışlığın» bir göstergesi ya da karşı cinse duyulan sinirsel korku diye adlandırdılar. Her ne hal ise, «durum» Amerikan Psikiyatri Derneği eşcinselliği listeden çıkarmaya karar verinceye kadar «Psikiyatrik Bozukluklar Üzerine Tanısal ve İstatistiksel Elkitabı» (DSM) listelerinde 1973 yılına kadar yer almadı. O günden bu yana Amerikan eşcinselleri sağlıklarını resmen kazandılar. Şimdi yalnızca cinsel yönelimlerinde rahatsız olanların «Ben'e yönelik eşcinselliğin gücünü kırma» psikiyatrik tedavi ihtiyacı duydukları söylenmektedir. (Bkz. «Eşcinsel Birleşme» ve «Cinsel Baskı Altındakiler - Eşcinseller»).

(Not: Aşağıdaki bölüm yalnızca Alexander/Salesnick ve Zilboorg/-Henry'nin Amerikan Psikiyatri Tarihi (bkz. «Kaynakça») çalışmalarına dayalı olmayıp, İngilizceye henüz çevrilmemiş olan Formen des Eros (Cinsellik Biçimleri, 2 cilt, Annemarie ve Werner Leibbrand, Freiburg, Br., Münih, 1972) adlı Almanca yapıtın tarihsel bilgilerini de kapsamaktadır.)

Karşı Kültürel Perspektifler

Öteki ülkelerin psikiyatristlerinin, Amerikalı meslektaşlarının bütün varsayımlarını paylaşmaları gerekmez. Özellikle cinsel sapkın davranışlar hakkında psikiyatrik düşünceler ve uygulamalar bir kültürden bir başkasına geniş farklılıklar gösterir. Ama Amerika Birleşik Devletleri ile ortak bir kültürel mirasa ve siyasal düşüne sahip olan vee Kapitalist diye adlandırılan Batı ülkelerinde ayrılıkların en az olması şaşırtıcı değildir. Öte yandan, Komünist diye adlandırılan ülkelerde psikiyatriye yüklenen işlevi ise Batıdaki uygulayıcıların çoğu reddedecektir. Cinsel sapkınlara uygulanan tedavi yine en çarpıcı örneği oluşturur. Batılı bir gözlemciye göre bugünün komünist toplumları ekonomik ve siyasal iddiaları ne olursa olsun, Kraliçe Viktorya dönemi kapitalist burjuvazisinin cinsel standartlarına sıkı sıkı sarılmışlardır. Ne yazık ki, bu kitabın kapsamı sözkonusu olgu üzerine geniş bir tartışma yürütmeye elvermiyor. Bununla birlikte, aşağıdaki kısa notlar sorunun boyutlarını toparlamaya yardım edecektir.

Batı Avrupa

Batı Avrupa'da her ne kadar daha az psikiyatrist varsa ve bu nedenle ağırlıklı sosyal etkileri o derece büyük değilse de, psikiyatri pratiği Birleşik Devletler'deki uygulamanın aşağı yukarı benzeridir. Her şeyden önce, şurası akıldan çıkarılmamalıdır ki, 1930-40'larda ırkçılığın yükselişi ile pek çok önde gelen Avrupalı psikiyatrist sürgüne gönderildi. Özellikle psikoanalitik okula bağlı olanlar Nazi istilasına uğrayan ülkelerde koğuşturmaya uğradılar. Psikoanalitik kuram, «Yahudi bilimi» diye lanetlendi ve bütün psikoanalitik eserler yasaklandı, hatta alanlarda yakıldı. Dahası, cinsel reformlar talep eden çeşitli Avrupalı hareketler acımasızca yok edildi.

Avrupalı psikiyatristlerin savaştan önceki öncü durumlarını kazanabilmeleri, İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesinden önce gerçekleşmedi. Buna karşın, önce kendi geçmişlerini yeniden keşfetmeleri gerekiyordu. Böylece, 1950 ve 60'lı yıllar psikoanalizde, en azından cinsel sapkınlıklar açısından, günümüzde de Avrupa psikiyatri düşününe hâlâ egemen olan bir Rönesans anlayışı getirdi. Bu anlayış, bugün tam anlamıyla Freudçu bir bakış açısıyla kavranabilen resmi ve yarı resmi cinsel eğitim kitap ve programlarında özellikle belirgin hale gelir. Şu ilginç noktayı da belirtelim ki, bugün en çağdaş psikanalistler, yaşlı Freud'un eleştirel yaklaşımlarına saygı duyar ve cinsel sapkın davranışlara «hastalık» yaftası .vurmakta nispeten isteksiz davranırlar. (Genelde, Freud'u bir tedavi uzmanından çok bir filozof ve toplumsal eleştirmen olarak değerlendirirler.) Aynı zamanda geçerli bir cinsel standart «normali» soruşturmaya kendilerini zorunlu hissederler.

Kuşkusuz ki, bu özgür düşünce, belirli bir ölçüye kadar cinselliğe Avrupa resmi yaklaşımının daha hoşgörülü olduğunu yansıtır. Genel olarak mağdurları olmayan cinsel suçların koğuşturması pek az görülür ve bunun sonucu olarak da resmi sistemde psikiyatrik ilgi asgari düzeyde tutulabil-miştir. Ancak, cinsel suçların mağdurları olduğu yerlerde suçlunun psikiyatrik tedavisi mahkeme tarafından tavsiye edilebilir. Böyle bir tedavi pek seyrek olarak psikanalitik kavramlara dayandırılır.

Normal olarak ilaç tedavisi, davranış düzeltme teknikleri, hatta hadım etme ve yeni tip beyin ameliyatları (psikoşirururji) uygulanırdı. Bu arada «radikal» Amerikan psikiyatristlerinin kuramları etkin olmaya başlayınca bu tedavi biçimlerinden derin bir kuşku duyulmaya başlandı. Geleneksel psikiyatrik varsayımlara karşı çıkış yine Avrupalıların kendilerinden gelmiştir. Bunların en tanınmışı, İngiliz psikiyatristi Ronald D. Laing'dir. (Ayrıntılı bilgi için bkz. «Tıbbi Modelin Eleştirisi»)

Sovyetler Birliği

Bugün artık iyi biliyoruz ki, psikiyatri Sovyetler Birliğinde siyasi muhalefetin baskı altına alınmasında bir araç, akıl hastaneleri ise çoğu Batı ülkesinde «hasta» sayılmayacak olan düzen karşıtlarının barındırıldığı yerlerdir. Şunu da biliyoruz ki, bugünkü Sovyet yöneticileri çok katı bir cinsel ahlak anlayışını benimsemiştir.

Durum başından beri böyle süregelmiş değildi. Tam tersine, Devrimin ilk yıllarında Sovyetler Birliği dünyanın en özgürlükçü, en ilerici cinsel politikasını izlemişti. Böylece, ötekilerin yanında Çarlığın baskısı cinsellik ve evlilik yasalarının yerini Batıdaki cinsel araştırmaları mevcut bulgularına dayanan bütünüyle çağdaş yasalar almıştı. Dahası Komünist Parti cinsel önyargıların üstesinden gelebilmek için çok yoğun bir çaba gösteriyordu. Örneğin, Büyük Sovyet Ansiklopedisinin «Cinsel Sapkınlık» maddeleri Freud ve Hirschfeld'in çalışmaları temel alınarak yazılmıştı. Aynı zamanda Sovyet bilim adamları da yeni araştırmalara giriştiler ve baskısız bir eğitim sisteminin deneylerine önderlik ettiler. Bu deneyler arasında en çok bilineni Moskova'da özel bir çocukevi açan Vera Schmidt'in deneyimidir. Burada çocuklar, doğal cinsel meraklarını gidermek ya da canları istediğinde mastürbasyon yapmak için serbest bırakılıyorlardı. Sonuç olarak, hiçbir cinsel suçluluk duygusuna kapılmaksızın ve birbirlerine karşı arkadaşça ve sorumluluk tavrını geliştirerek yetiştiriyorlardı.

Pek doğaldır ki, başlangıçta Sovyet örneği Batılı cinsel reformcular için kendi hükümetlerine model olarak gösterdikleri bir gurur ve esin kaynağı oluşturuyordu. Ne yazık ki kısa zamanda her şey sona erdi. 1930'lu yılların başında Çarlık döneminin erkek eşcinselliğine karşı iğrenç yasaları yeniden hayat buldu ve eski burjuva cinsel değerleri resmen eski saygınlığını kazandı. Bekaret göklere çıkarıldı ve geleneksel cinsel rolleri ile çekirdek aile tekrar bir ideal olarak öne sürüldü. Stalin etkileri bugün bile duyulagelen genel bir siyasal baskı dalgasını başlattı.

Günümüzde bile Sovyetler Birliği yurttaşlarına fazla cinsef özgürlük tanımaktan kaçınılmaktadır. Sovyet Psikiyatrisi, Freud'u açıkça dıştalar ve «normal» çocuklarda cinsel ilginin varlığını yadsır. Çocukluk mastürbasyonu, cinsel oyunlar ve «erken gelişme», normlardan sapma sayılır. Delikanlılar ve yetişkinlerde mastürbasyon hâlâ «onanizm» diye niteleniyor. Mastürbasyona, akıl üzerinde yıkıcı etkisi olduğundan ve vücudu zayıflattığından, düzeltilmesi gereken bir «ayıp» olarak bakılıyor. Erkek eşcinselliği hem hastalık hem de suç sayılıyor. Bununla birlikte, daha önceleri olduğu gibi kadın eşcinsel davranışlarına daha az önem veriliyor. (Bkz. «Seks ve Hukuk - Karşı Kültürel Perspektifler»).

Küba

Küba sosyalist devriminin açıklanan amaçları arasında bütün alanlarda kadın ve erkeğin tam eşitliği ve cinsel sorunlara akılcı ve insancıl yaklaşım da vardı. Bununla birlikte, uygulamada, cinsel konularda çifte standart ve aşırı erkeklik kibiri şeklinde toparlayabileceğimiz İspanyol kültür mirası bu alanda başarılar sağlanmasını büyük ölçüde engelledi. Dahası, zararsız sapkınlık biçimlerine bile pek az resmi hoşgörü gösteriliyordu. Fahişelik,«pornografi», karşı cins giysi fetişizmi ve eşcinsel davranışlar, hükümetin baskı altına almayı öngördüğü özel hedefler arasında yer alıyordu. Gerçekten de o dönem çok sayıda eşcinsel, «yeniden şekillenme» adına insanlıkdşı muameleler görerek hapishanelere atıldı ya da çalışma kamplarına gitmeye zorlandı. Amerikalı ve Avrupalı ziyaretçiler, Küba'nın bu tutumunu öğrenip ülkelerine döndüklerinde kınayınca, Küba hükümeti, tutumunu yumuşatmak için pek utanmış göründü. Buna karşın, bu yaklaşım prensip olarak bugün dahi değişmiş değildir. Eşcinsellik, hâlâ düzeltilmesi gereken mikrop saçıcı bir «sapıklık» olarak görülür. «Eşcinsel sapkınlıklar» Küba Eğitim ve Kültür Ulusal Kongresi'ne göre «toplumsal olarak patolojik»tir ve «yaygınlaşmasından sakınılmalıdır». Eşcinseller «anti-sosyal karakter» gösterirler ve bu nedenle sanatsal ve kültürel etkinlikler yoluyla gençlik üzerinde yaratabilecekleri her türlü etkiden kaçınılmalıdır. «Çürüme derecelerine» göre «kontrol altında tutulmalı», «nakledilmeli» ve «yeniden yerleştirilmelidirler. Kısacası, Küba yöneticileri, Kübalı eşcinselleri ikinci sınıf yurttaş düzeyine indirgemek ve onları en temel yurttaşlık yurttaşlık haklarından yoksun bırakmak için sözde tıbbi tartışmaları hâlâ sürdürmektedirler.

Çin Halk Cumhuriyeti

Çin Halk Cumhuriyetine «akıl hastalarının» tedavisi geleneksel Çin tıbbı, Batı tıbbı ve yeni siyasal tekniklerin öğelerinden oluşmaktadır. Akıl hastaneleri yalnızca doktorlar ve hastanenin öteki personeli tarafından değil aynı zamanda ordu mensupları ve profesyonel politikacı işçilerin oluşturduğu Devrim Komiteleri tarafından da yöneltilmektedir. Hastalara yalnızca ilaç ve akupunktur tedavisi uygulanmaz aynı zamanda ideolojik öğütler de verilir. «Üretici çalışma»da bulunmaları ve Mao Zedung düşüncesini kavramaları istenir. Dahası, grup etkinliklerine katılmalarına, «kolektif yardımlaşmada» bulunmalarına büyük önem verilir. Gerçekten de akıl hastalığının toplumsal ve siyasal yönü, tıbbi yönünden önemli sayılır ve bu nedenle psikiyatristler «siyasetin emrine girmekte» sakınca görmezlerdi.

Bugün, Çinlilerin cinsel sapkınlıkla akıl hastalığını ne ölçüde eşit gördüklerini belirlemek güçtür. Bununla birlikte, Freud ve psikanalitik kuramın Çin'de kabul görmediğini biliyoruz. Her ne kadar eşcinsellik tıbbi bir sorun olmaktan çok ahlaksal bir sorun sayılsa da, hoşgörüyle karşılanmadığını da görüyoruz. (Sonraları Halk Cumhuriyeti döneminde sıradan bir yurttaş statüsünde yaşamını sürdüren son Çin imparatoru bir eşcinseldi. Belki de bu nedenle eşcinsellik feodalizmle özdeşleştiriliyordur.) Dahası, mastürbasyonun ezilmesi için resmi bir kampanya yürütülmektedir. Bu kampanya, bütün göstergelere göre yüz yıl önce Batı ülkelerinde sürdürülen kampanyalarla oldukça benzer özellikler taşımaktadır. Viktorya Dönemi Burjuva Avrupasında olduğu gibi, mastürbasyonun, «beynin aşırı uyarımı, başdön-mesi, müzmin uykusuzluk ve genel bitkinlik» ile sonuçlandığı inancı yayılmaktadır. Şimdilerde, eski bir masalın yeni tefsirinde mastürbasyonun «devrimci şevki azalttığı» da söylenmektedir. Bu gibi tehlikelerden sakınmak için Çin gençliğine yeteri kadar cimnastik yapmaları, bol iç çamaşırı giymeleri, Marx, Lenin ve Başkan Mao'nun yapıtlarını incelemeleri salık verilmektedir. Aynı püriten ruhla yeni evli genç çiftler fazla cinsel ilişkide bulunmamak için uyarılmaktadır. Örneğin, resmi bir Çin gazetesinin danışma sütununda, genç bir kadına, kocasıyla yapacağı cinsel ilişkinin haftada 1-3'den fazla olmaması gerektiği, çünkü düşkünlüğün sağlığa zarar verdiği açıklanıyordu.

(Not: Sovyet, Küba ve Çin psikiyatrisi hakkında kapsamlı ve sistematik çalışmalar bulmak güçtür. Bu konuda Batıda öğrenilebileceklerin çoğu sayısız kitap ve mesleki dergilerdeki makalelere yayılmıştır. Bununla birlikte, cinsel sorunlar üzerine resmi Sovyet ve Çin açıklamalarının bazıları Stewart E. Fraser'in Cinsellik, Okullar ve Toplum, Uluslararası Bakış Açıları (Sex, Schools, and Society, International Perspectives Nashville, Tenen., 1972) adlı kitabında yer almaktadır. Sovyetler Birliği'nde burjuva cinsel değerlere geri dönüş Wilhelm Reich'in Cinsel Devrim (Türkçe basımı Payel Yayınla-rınca yapılmıştır.) adlı kitabında tartışılmaktadır. Bugünkü Çin Psikiyatrik tedavi yöntemleri ise Ruth Sidel'in Labeling Mental llness adlı kitabında tanıtılmaktadır. Küba'da eşcinsellerin yurttaşlık hakları üzerine tartışmalar K. Jay ve A. Young'un Out of the Closets, Voices of Gay Liberation adlı yapıtında ve yine A. Young'ın Under the Cuban Revolution adlı kitabında bulunabilir.)

TIBBİ CİNSEL SAPKINLIK MODELİ

Daha önce belirttiğimiz gibi, bir toplum, cinsel uyumculuğu gerçekleştirmek ya da sürdürmekle ciddi bir biçimde ilgilenirse, cinsel sapkınlara zararsız bireyler olarak davranmayı bir yana bırakır. Bunun yerine onları günahkâr, suçlu ya da hasta olarak kabul eder. Bir başka deyişle, bir toplumsal sorun olarak görülen sapkın cinsel davranış, dinsel, resmi, ya da tıbbi terimlerle tartışılma eğilimi taşır.

Önceki iki bölümde, dinsel ve resmi başvuru çerçevesini, onları kullananların algılayışını nasıl biçimlendirdiğini göstermiştik.  (Bkz. «Doğal - Doğal Olmayan» ve «Yasal - Yasaldışı») Aynı zamanda modern çağda soruna bu geleneksel yaklaşımın tıbbi ya da psikiyatrik bir yaklaşımla giderek düzeltildiğini ya da bütünüyle onların yerini aldığını görmüştük. Aşağıdaki sayfalar bu gelişmeyi daha iyi açıklayabilir ve dile getirilmek istenenlere dikkat çekebilir.

Modellerin İşlevi

İnsanlar, bilinmeyen ya da umulmayanla karşı karşıya kaldıkları zaman genellikle bildik bir şeye benzetme yoluyla onun hakkında en azından bir kavrayış elde etmeye çalışırlar. Örneğin, beyin çalışması karşısında şaşkınlığa düşen bir adam, beynin çalışmasını açıklayabilmek için bunu bir bilgisayara benzetebilir. Bu kıyaslamayı yaparak insanın, beyninin aslında elektronik devre, teyp, daktilo vs. içeren bir bilgisayar olduğunu kastetmediğini söylemek bile gereksiz. Bunun yerine, o, bilgisayarı yalnızca bir model ya da kıyaslama aracı anlamında kullanılır. Beynin sanki bir bilgisayar olduğunu dikkate alarak onun nasıl çalıştığını biraz daha yakından araştırmaya koyulur.

Benzer biçimde, bazı garip insan davranışlarıyla karşılanan biri, onu kendisi için belli kavramsal model ya da başvuru çerçevesi içinde yapılandırarak anlamayı deneyebilir. Örneğin, bunları kötü ruhun «delice» davranışına yorabilir; ya da yaşamın bir günahı olarak Tanrının verdiği bir ceza gibi görebilir. Bu şu demektir: O insan, deliliğin doğaüstü bir nedeni olduğunu varsaymaya karar verebilir. Sonra bu varsayım ışığında delilik ve şimdiye değin kavranmayan etkinlikleri birdenbire anlam kazanır ve açıklanabilir bir hale gelebilir. Kısacası, bu noktada deliliğin dinsel modelini kullanarak başka yolla elde edilemez bir görüşe ulaşır.

Bununla birlikte, başka bir gözlemci, Tanrıya ya da şeytanlara inanmayabilir ve böylece deliyi talihsiz kişisel deneyimlerin sıradan kurbanları olarak ve yaşam süreçleri boyunca başlarına gelenlerle «deliliğe itildiklerini» varsaymayı yeğleyebilir. Böyle bir gözlemci, deliliği sanki öğrenilmiş bir davranışmış gibi dikkate alır böylece o, deliliğin «öğrenme modeli»ni kullanmaktadır.

Üçüncü bir gözlemci, bu modellerin her ikisini de yadsıyabilir ve deli davranışına sağlık yitimi ya da eksikliğin neden olduğuna inanmayı yeğleyebilir. Böylece o, deliliği sanki bir hastalıkmış gibi değerlendirir. Bu, onun deliliği bir tıbbi model olarak kullanması anlamına gelir.

Kuşkusuz daha birçok olası delilik modelleri vardır. İlerde bunların bir kısmını tartışacağız. Burada belirtilen üç model bile, ayrıntıya girildiğinde çok daha fazla alt modellere bölünebilir.

Örneğin, Hıristiyanlar, Hindular, Budistler ve çok tanrıcı «ilkeller», deliliğin doğaüstü kaynağı konusunda aynı görüşte olsalar dahi farklı dinsel delilik modellerini kabul edebilirler. Aynı nedenle, farklı modern bilimadamları, psikanalitik kuramdan uyarımsız koşullanmaya değin, deliliğin çok farklı öğrenim modellerini kullanabilirler. Sonuç olarak, tarih boyunca hekimler, en azından fiziksel ya da psikolojik durumuna bağlı olup olmadığına göre, deliliğin iki ana tıbbi modelini kullanmışlardır. Duruma göre, onlar bazen deliliği hastalıklı bir bedene, bazen de hastalıklı bir zihne bağladılar.

İnsanlar kendi önyargıları, gereksinimleri ve amaçlarına uygun olması için özel bir model seçerler ve genellikle kendilerine işe yarar açıklamalar sunduğu sürece ona sıkı sıkıya sarılırlar. Bununla birlikte, daha yakından bakılacak olursa, belli bir görüngü (fenomen) öyle çok yeni sorunlar çıkarır ki önceleri, yararlı bir modelin yetersizliği ve bunun değiştirilmesi gerektiği görülebilir. Örneğin, insanlar deli davranışa beyindeki fiziksel hasarın yol açtığını keşfedip doğaüstü güçlere inanmamaya başladıklarında, dinsel delilik modelini terkeder ve tıbbi modele yönelirler.

Şunu da belirtelim ki, modelin bir başkasıyla yer değiştirmesi, onun başlangıçtaki asıl amacını ortadan kaldırmaz. Ancak bu yer değiştirme, tüm model yaratımlarının temel ilkesini pekiştirir. Modeller zorunludur. Ancak tanıma göre, onlar hiçbir zaman geçici yapılar olmakta ileri gidemezler. Bir model, bilinmezi bildik, anlamsız görüneni «anlamlı» kılmalıdır. Bu işlevi yerine getirmekte başarı sağlanmadığı sürece, artık kullanabildiği kalmamıştır. O nedenle biz daha başka, kapsamlı ya da daha yetkin, daha iyi sonuçlar çıkarabilen modeli aramakta özgür oluruz. Bu yüzden, modellerin yalnızca sınanmak için yaratıldığı pekâlâ söylenebilir.

Modeller, başka modellerle karşılaştırma yapmak için de ortaya konur. Bu model her zaman başka kavramlar, fikirlere, kuramlar ve bakış açılarıyla karşılaştırmayı gündeme getiren bir biçimde belli kavramlar, fikirler, kuramlar ve bakış açıları düzenler. Örneğin, deliliğin hem dinsel hem tıbbi modeli, deli davranışa neyin neden olduğunu, kim tarafından ve ne yapılması gerektiğini, bir delinin davranışlarından ötürü hangi ölçülere kadar sorumlu tutulabileceğini ayrıntılarıyla açıklar. Dinsel modele göre, deli davranışa kötü ruhlar neden olur. Kötü ruhların kovulması için uğraşılmalıdır ve onların kovulması bir rahip ya da başka bir dinsel yetkili tarafından yapılmalıdır. Deli, muhtemelen Tanrı tarafından suçlanarak kendi durumunun suçlusu olur. Ancak bir kez tövbe etti mi, kötü ruh onu terkeder ve ruhu kurtulur.

Tıbbi modele göre, deli davranışa bir hastalık neden olur. Tıbbi tedavi yoluyla mücadele gereklidir ve bu tedavi bir hekim tarafından yönetilmelidir. Deli, hemen hemen hiçbir zaman talihsizlik dışında, durumundan sorumlu değildir. Bununla birlikte, bir kez ilaçlar, elektroşok, psikocerrahi başarıyla yanıtladı mı, tedavi edilmiş sayılır.

Doğal olarak, herhangi biri eğer isterse bu karşılaştırmayı daha ileri noktalara götürebilir. Çünkü her iki model de birçok ek ayrıntıda karşılıklı bağlantı ve iletişim içindedir. Nitekim dinsel modelin taraftarlarının kötü ruhlar, insan ruhu, ilahi buyruklar, günaha teşvik, günah, ceza, bağışlama, inan ve kurtulmadan söz ettiği durumda, tıbbi modelin savunucuları mikroplar, virüsler, parazitler, insan vücudu ya da insan aklı, sağlık bilgisi kuralları, bulaşım, yaralanma, sarsıntı, pataloji, terapi, sağlık ve rehabilitasyondan söz eder.

Her noktada karşılaştırma yapabileceğimiz olgusu kuşkusuz tüm modellerin eşit olduğunu ya da ısrar ettiğimiz sürece istediğimiz herhangi bir modeli seçmede haklı olduğumuzu göstermez.

Tersine, farklı modelleri birbirleriyle karşılaştırdığımızda, onların görece değerlerini keşfedeceğimiz açıktır.

Şunu akıldan çıkarmamalıyız ki, tarih, pek çok durumlarda belli bir modelin tam «doğru» olduğunu, modası geçmiş öteki modellerin geçerliğini yitirdiğini kaydeder.

Örneğin, deliliğin belli biçimleri dikkate alarak eski bir tıbbi model, daha sonraki bilimsel buluşlarla öyle güçlü bir biçimde pekiştirilir ki, gerçekte o bir model özelliğini yitirir ve kabul edilen olgusal gerçek haline gelir. (Bu durumların en iyi bilineni, belki frenginin neden olduğu cinnettir.) Öte yandan, deliliğin tıbbi modeli, sadece doğrulanmamış olmakla kalmaz, olumlu bir biçimde bilimsel olarak çürütülür de. (Bu durumların en iyi örneği, belki de sözde mastürbasyonun neden olduğu cinnettir.)

Modellerin ayrıntılı bir karşılaştırması, aynı zamanda bizim ayrı bir kavram olarak her modeli tanımamıza ve onu bulandırmamamıza yardımcı olur. Yani çeşitli modeller arasındaki ayrımları netleştirerek kendimizi bazı bilimadamlarının «model bulanıklığı» diye nitelendirdikleri bazı kavramsal

karışıklıklardan koruyabiliriz. Modeller birbirine karıştırılmamalıdır. Parçaları mantıken birbirine uygun değilse, olasılıkla işlemezler. İlgisiz varsayımların aşuresi ya da heterojen modellerin bir amalgaması hiçbir zaman anlamlı bir görüş üretemez.

Bu, basit ve apaçık bir gerçek olarak görünüyorsa da, pratikte her zaman böyle olmaz. Yine, «mastürbasyon cinnet durumu» belki en iyi illüstrasyonu burada ortaya koyar. 18. ve 19. yüzyılda birçok Avrupalı ve Amerikalı hekim, mastürbasyonun beynin sulanmasına ve zihinsel bozukluğa yol açtığını ileri sürmüşlerdi. Bazıları da zararlı alışkanlıkların bedensel anormalliklerden ya da zihinsel yapıdan miras kaldığını kabul ederler. Böylece mastürbasyon, deliliğin hem nedeni, hem de sonucu sayılıyordu. Ne de olsa mastürbasyon yapanlar hastaydı ve hastalıkları, cinsel organlarının bağlanması (infibulation), klitoris sünneti (clitoridectomy) ve hadım etme gibi kesin terapatik önlemler gerektirirdi.

Açıktır ki, bu görüşte bir hayli yol alanlar, bu yüzden modern «aydınlanmış» tıbbi bir model yarattıklarına inandılar. Ne var ki, bu modele daha yakından baktığımızda, hâlâ birtakım «aydınlanmamış» dinsel öğeler içerdiğini görürüz. Örneğin, hekimlerin tıbbi olduğunu ileri sürdüğü pek çok terim (onanizm, mastürbasyon yapma) ya doğrudan Kutsal Kitaptan ya da benzer bir hükmî kaynaktan alınmadır. Ayrıca bu hastalık durumunun tedavisi de yararsız ve zalimce, üstelik iyileştirmeye yönelik değil, cezalandırma özelliğindedir. Sonuç olarak, gerçek tıbbi hastalar dışında, mastürbasyon yapanlar hâlâ ahlaksal bakımdan mahkûm edilir. Böyle bir hastalığa yakalanmasının nedeni de kendinde aranır. Bundan dolayı, 'mastürbasyon cinneti' diye ele alınan tıbbi model, aslında tıbbi kılıf altında dinsel ya da ahlaksal bir modeldi.

Modellerdeki bu karışıklığın geçmişte kaldığı da sanılmamalıdır. Bütün zamanlarda güçlü (ve çoğunlukla bilinmeden) süregiden bir günaha teşvik unsuru görülür. Bu, çağdaş psikiyatri alanında, herhangi bir gözlemci için bilinen bir şeydir. Bugün bile aynı hastanede çalışan psikiyatristler farklı varsayımlara dayalı bir uygulamaya girebilirler. Böylece, ameliyattan ilaçla tedaviye, elektroşoktan davranış düzenleme, grup tartışması, karşılıklı seanslar ve ruh çözümlemesine değin, aynı «hastalığa» farklı «tedavi» tipleri uygulamaya kalkışabilirler. Dahası, aynı hastanın hasta olup olmadığına dikkat etmeksizin, psikiyatristlerin farklı teşhislerde bulunması da oldukça yaygındır. Doğal olarak bu tutumlar bir karışıklık yaratır. Karışıklık, sadece genelde değil, psikiyatri mesleğinin kendisinde de ortaya çıkar. Sonuç olarak, bu arada bir kısım öfkeli psikiyatrist, geleneklerde köktenci bir değişim yapmaya ve psikiyatrinin ölümünü ilan etmeye başladı.

Ölüm ilanları her ne kadar abartılırsa da, gerçek olan bir şey var: o da modern psikiyatrinin başının yeter ölçüde dertte olması. Uygun bir benzetme yaparsak; 'kimlik sorununun' (identiy crisis) her derinleştirilmesinde bir sıkıntıya giriyor. Hatta uzun vadede, tıbbi bir disiplin olarak kalamayabilece-ği olasılığı da görünüyor. Bunun nedeni de modellerin süregiden karışıklığında bulunabilir. Aslında temel sorun kolayca belirtilebilir: Anormal davranışa değindiği zaman, psikiyatristler bazı tıp biçimlerini uyguladıklarını sanıyorlar. Oysa, onların mesleki etkinliklerinin gerçekte artan ölçüde tıbbi bir modele uymadığı açıkça görülüyor. Bunlar başka modeller bağlamında çok daha anlamlıdır. Örneğin, yukarıda belirtilen davranış düzenleme teknikleri, grup karşılaşmaları, kişisel konuşma seansları, terimin dar anlamıyla tıbbi tedavi yöntemi değildir. Ve bu yollarla tedavi olmak isteyen insanların bir hekime niçin gitmesi gerektiğinin mantıksal nedeni de yoktur. İşin doğrusu bugün pek çok insan psikologa gider, psikanalistin önüne uzanır ve aile, evlilik, seks, ya da başka alanlardaki tüm ilgileri için danışmanların kapısını çalar. Bunlarla uğraşan «uzmanların» birçoğunun tıbbi bir eğitimi bile yoktur ve yaptıklarında herhangi bir tıbbi nesnellik de izlemezler. Aynı nedenle, onlardan yardım isteyenler hasta sayılmaz ve bu yüzden hasta diye değil, müşteri diye adlandırılır. Onların zorlukları bir hastalık belirtileri olarak değil, sorunu, 'duygusal bozukluk', 'geri kalmış toplumsal beceriler', 'kusurlu öğrenim' ya da 'yaşam sorunları' diye tanımlanır.

Günümüzde en iyi bilinen ve tıbbi olmayan, çok önemli psikiyatri tekniği, kuşkusuz ruhçözümlemedir. Gerçi kurucusu Sigmund Freud bir hekimdir ve bu kavramı hastalarını tedavi ederken bulmuştur ama, oldukça kapsamlı olan kuramı tıp pratiğine bağlanamazdı. Bunun yerine, her zaman bütünüyle yeni, eleştirel bir eğitim ve araştırma sistemi yarattığını görmüştü. Bu yüzden de psikiyatristlerin hekimlik mesleğine girme zorunluluklarının olmadığı kararına vardı. Ancak tam tersine, biyoloji, psikoloji, sosyoloji, uygarlık tarihi, mitoloji, edebiyat ve edebi bilimlerde başka konuların öğelerini birleştiren içdisiplinli çalışmalarda bulunmalarını bekledi. Tıbbi olmayanın daha iyi tanınması için, artistler, yazarlar vb. gibi hasta olmayan çeşitli insanların analizlerinin yapılmasını önerdi. Ne yazık ki, belli tarihsel koşullardan ötürü, Freud'un amaçları, izdeşlerince sürdürülmedi. Ölümünden son-

ra, ruhçözümleme tıbbi bir alan olarak yeniden belirlendi ve de geniş modern psikiyatri dünyasının parçası oldu. Gelişme, buna karşılık artan genel karışıklıktan başka bir şey getiremedi. (Ayrıntılı bir tartışma için bkz. «Yeni Modeller.»)

Burada, genelde «delilik» ya da «akıl hastalığı» üzerine söylenilegelen-ler aynı zamanda cinsel sapkınlık psikiyatrik bir sorun olarak tanımlandığında uygulanır. Modern psikiyatristler çok farklı cinsel sapkınlık modelleri kabul edebilir ve bu yüzden de mesleki çalışmalarında büyük ölçüde farklı uygulamalar içinde olabilirler. Bir kısmı ise, her cinsel sapkını hasta bir insan gibi değerlendirebilir ve ona çeşitli geleneksel tıbbi terapiler önerebilir. Bazıları da cinsel sapkınların çoğunu sapasağlam kabul edebilir ve onları tedavi etmeyi her zaman reddederler. Bununla birlikte, bir başka grup psikiyatrist, üçüncü bir yolu benimseyebilir ve bir sonuca ulaşmak için hasta olmayan sapkını bile herhangi bir yöntemle düzeltmeyi deneyebilir. Kısacası, psikiyatrinin açıkça görülen tıbbi özelliği, psikiyatristlerin hekimler gibi davranacağını ve hastalara uygulanan yolun cinsel sapkınlara da aynı biçimde uygulanacağının garantisi değildir.

Bu koşullar altında, belki tıbbi model ve onun ne olduğuna daha yakından göz atmak gerekebilir.

Tıbbi Modelin Çağrıştırdıkları

Tıbbi cinsel sapkınlık modeli, en iyi bir hastalık gibi açıklanabileceği varsayımına dayandırılır. Ya da daha çok, çeşitli sapkın cinsel davranış biçimleri kendi neden ve belirtileri olan ve tıbbi olarak tedavi edilebilir birçok farklı hastalıklar gibidir. Varsayımı biraz daha açarsak, cinsel sapkınların tıbbi hastalar olduğu, davranışlarının sınıflandırılmasının tıbbi teşhise girdiği, bu davranışın bir hekim tarafından düzeltilmesi gerektiği ve bu girişimlerin böyle bir terapi oluşturduğu kastedilir. Sonuç olarak, cinsel uyumculuğun sağlıklılığa eşit olduğu ve uyum göstermek için de bir tedavi gerektiği varsayılır.

Bu varsayımlarda bulunan insanlar aslında bir cinsel sapkının «aklen hasta» olduğunu ya da «akıl hastalığı» gibi bir şeyin varolduğunu kabul etmezler. Tersine, onlar tüm cinsel sapkınların bedenen hasta ve dünyadaki her hastalığın da bedensel olduğuna inanırlar. Kısacası, tıbbi sapkın dav-

ranış modeli'nin bizzat kendisi «akıl tedavisi» ya da psikiyatriye gerek duymaz. Birkaç kısa örnek bu noktayı biraz daha iyi açıklayabilir:

Bedensel hastalıklar nedenlerine göre geleneksel olarak üç ana kategoride ele alınabilir:

1  - Bulaşıcı Hastalıklar, yani bazı mikrop ya da virüslerin neden olduğu hastalıklardır. Örneğin belsoğukluğu, frengi, tüberküloz, yaygın soğuk algınlığı.

2  - Vücut Oluşumuyla İlgili Hastalıklar (Sistemsel): Bazı bedensel tıkanıklıkların neden olduğu hastalıklar. Örneğin damar sertliği, prostat büyümesi, ya da şeker hastalığı.

3  - Travmatik Hastalıklar: Vücut üzerinde bazı dış unsurların etkisiyle ortaya çıkan hastalıklar. Örneğin gıda zehirlenmesi, kırık, çıkık, kesik ya da yanma.

Bu kategorilerin üçü de şu ya da bu zamanda sapkın davranışı sınıflandırmakta ve açıklamaktadır. Örneğin:

•  İnsan, frengisel bir bulaşımın beyne ulaşıp acı veren temaslara yol açacağını keşfettiği zaman, belli, benzer anormal davranışların böyle bir nedeni olduğu kuşkusuna kapılır (Bu bakışa göre, sapkınlık bir bulaşımlı hastalığı göstermektedir.)

•  İnsanlar yozlaşmaya inandıkları zaman, sapkın davranışı kendisini «bozuk sinirlerle» gösteren ve aşırı uyarılmış ve yanlış yönlendirilmiş cinsel iştahın genetik maddesinin kalıtsal bir zayıflığına, ileri düzeyde bozulmasına atfettiler. (Bu bakışla sapkınlık, bir sistemsel hastalık göstermektedir.)

•  İnsanlar, «mastürbasyon cinnetine» inandıkları zaman sapkın davranışı tahrip edici «kötüye kullanım» alışkanlığı takip eder ki, beyni aşırı şehvet ateşleri içinde bırakır ve belli gerekli sıvılardan vücut yoksun kalır. (Bu bakışa göre sapkın, travmatik bir hastalık göstermektedir.)

Üç örnekte de sapkın davranışın yalnızca bedensel nedenlere atfedildiğine dikkat etmek çok önemlidir. Başka bir deyişle, bu kişinin davranışı «yanlış»sa, bunun nedeni bedeninin hasta olmasıdır. Bedeni sağlıklı olsaydı davranışı da «doğru» olacaktı ve tedavi edilir edilmez yeniden «doğru» hale gelecekti. (Öte yandan, bedeni tedaviye olumlu yanıt vermezse davranışları «yanlış» olarak sürer.) «Akıl», «ruh», «akıl hastalığı» ya da «psikiyatrinin sözü bile edilmiyordu. Bütün sorun kesinlikle bedensel hastalık ve bedensel tedavi terimleriyle ifadesini buluyordu. Hastanın yalnızca sıradan bir doktora gereksinimi olabilirdi.

Bununla birlikte bu ilk dönemlere ait kısa öykümüzden şunu hatırlamalıyız ki, bugün artık modern çağlarda sapkın davranış bedensel değil, salt akıl hastalıklarına giderek artan bir biçimde yorulmaktadır. Buna göre, sapkının vücudunda kötü herhangi bir şey yoktur, ama aklında bozuk bir taraf vardır.

Bildiğimiz hekimin bunu tedavi edemeyeceği ve yerine onun bir akıl iyileştirici ya da psikiyatriste gereksinim duyduğu anlayışı yerleşir. Her şeye karşın, tüm psikiyatristler tıp eğitimi aldıkları sürece hekimle belli varsayımları paylaşır ve böylece bulaşıcı, sistemsel ve travmatik akıl hastalıklarının da ayırt edebilirler.

Ne yazık ki, pratikte bu yaklaşımın çok yararlı olduğu kanıtlanamamış-tır. Özellikle cinsel sapkınlığa ilişkin geleneksel tıbbi kategoriler çoğunlukla karışıklığa ve karşıt önerilere yol açmıştır. Örneğin, yıllar içinde, tek başına «eşcinsellik» akıl hastalığı sayılmış, bu nedenle farklı üç türün üçünü de yaşamıştır. Özel olarak bu konuda aşağıdaki görüşler öne sürülmüştür.

•  İnsanlar çoğunlukla yaşlı eşcinseller tarafından ayartıldığı için eşcinseldir. Bu nedenle, eşcinseller, genç insanlardan uzak tutulmalıdır. (Bu bakışa göre, eşcinsellik bir bulaşıcı hastalıktır.)

•  İnsanlar belli «zayıf kişilikle» doğdukları için eşcinseldir. Çünkü onlar zamanla yaşlanmış oluyor ya da hareketleri organizasyon yitimine uğruyor, (Bu bakışa göre, eşcinsellik sistemsel bir hastalıktır.)

•  İnsanlar nevrotik ana-babalı ya da ilk cinsel karşılaşmaları travmatik olduğundan eşcinsel olurlar. Çünkü bu, onların normal cinsel girişimlerini önler (Bu görüşe göre eşcinsellik, travmatik bir hastalıktır.)

Kuşkusuz bu psikiyatristler ortaya attıkları bu savları netleştiremediler, hatta birçok durumda onlardan habersiz kaldılar. Üstelik, bir kısım psikiyat-rist de, bu varsayımlar bazı eleştirel gözlemciler tarafından ele a'ındığs zaman, açıkça mahcup oldular. Aslında akılsal ve bedensel hastalıkların herhangi bir biçimde doğrudan eşitlenmesinde bazı kaba ve beceriksizce bir yan vardır. Aklın bulaşıma uğrayan, bozulan ya da yaralanan somut, elle tutulabilir bir şey, bir organizma olduğunun ima edilmesi basit düşüncelilikmiş gibi görünüyor. Bütün çağrışımlar psikoloji dünyasında bulunursa da, bunlar gerçek değil, ancak mecazi olarak dikkate alınmalıdır. Bulaşım, sistemsel işlevsizlik ve travma kavramları, akıl hastalığına ancak şiirsel ya da benzetme anlamında atfedilebilir. «Akıl mikropları» ya da yaralanabilir «ruhsal organlar» yoktur. Bu yüzden birisi akıl hastalıklarını bedensel hastalıklar gibi aynı doğrultuda sınıflandırmak isterse, başka birinin sığınacak yeri benzetmelerde araması gerekir.

Gerçekte, daha yakın bir incelemenin ortaya koyduğu gibi, «akıl hastalığı» terimi bir benzetmeye dayanmaktadır, mecazidir. Yani sözcüğün dar anlamıyla konuşursak bir akıl, herhangi bir zihnin şişman olmasından ya da bir içgüdünün kanser olmasından daha çok hastalıklı olamaz. Bir insan, «hasta akıl» üzerine, yalnızca bir insanın «kötü şakası» ya da «hastalıklı ekonomisi anlamında konuşabilir. Gerçekten de, «şaka» ve «ekonomi» sözcükleri gibi «akıl» sözcüğü de bir soyutlamaya ilişkindir. «Fikir, akıl» bir kavramdır, sanıdır ya da insan beyninin etkinliği ve işlevini özetleyen bir düşüncedir (idea). Beynin bizatihi kendisi olmadığı açıktır. (Bir beyin hastalığı bedensel hastalıktır.) Bu yüzden bir insan akıl hastasıdır dediğimiz zaman, gerçekte «beyninin işlevinin» kötü, hastalıklı olduğunu söylemiş oluyoruz. İşin doğrusu, duruma göre, beynin kendisi sağlıklıyken, işlevinin hasta olduğunu da söylüyor olabiliriz. Olayın itibari değeri alınırsa, böyle bir ifadenin anlamsız olduğunu görmek için kişinin mantık profesörü olması gerekmez. Bu, motorda her şey yolundayken, bir otomobil motorunun performansının (başarımının) düşüklüğünü söylemek gibidir. Umutsuz bir karşıtlık... Ne var ki, insan soyut bir kavrama somut bir koşul atfetmekte diretirse, başka bir deyişle, insan «aklın da beden gibi hasta olabileceğini» ve «öteki hastalıklar gibidir» fikrini ciddi olarak ileri sürerse, bu karşıtlık kaçınılmazdır. Bu iddia, eğer akıl gerçekten bir varlık olsaydı ve böylece beden gibi mantıksal bir kategoriye sokulabilseydi, ancak o zaman anlamlı olurdu. Bununla birlikte, gördüğümüz gibi, hiçbir modern bilimadamı bu varsayımda bulunamaz.

Durum, insanların, yalnız bedenin değil, aynı zamanda aklın da somut olduğuna inandığı eski zamanlardan farklıydı. Örneğin, Grekçe akıl için kullanılan «psyche» sözcüğü (modern «psikiyatri» sözcüğünün bir kısmını oluşturur) esasen «nefes» ve daha sonra da «can» anlamına gelmekteydi ve bu can'ın vücudun belli bir özgün noktasında konumlandığı varsayılıyordu. (Yürek, diyafram, ciğer ya da beyinde). Aynı zamanda can'ın göksel bir yaratık ya da bir tür ruh olduğu ve bu yüzden etkilenebileceği, hatta başka ruhlara geçebileceği kabul edilirdi. Bugün hiçbir hekim, hatta hiçbir psikiyat-rist ne ruha ne de can'a inanıyor. «Psyche» sözcüğü de, şimdi soyut, salt teknik bir terim oldu ve artık canlı ve nefes alabilen, görülebilir varlığa ait değil. Kısacası, modern psikiyatristler «bir akıl hastalığı hakkında» konuştukları zaman, aslında gerçek bir organizmanın hastalığı hakkında değil, kuramsal olarak önerilen bir mecazi hastalıktan söz etmiş oluyorlar.

Deneyimlerin gösterdiği gibi, bu basit nokta çok kolaylıkla unutulduğu içindir ki, bunu döne döne vurgulamak gerekir. Dahası, psikiyatristler tarafından kullanılan meslek dili, çoğunlukla yeni arkaiktir, kesin değildir ve yanıltıcıdır. Örneğin, yalnızca «psikiyatri» (aklın iyileştirmesi), «psikoterapi» (akıl tedavisi) ve «psikopatoloji» (akıl hastalığı) den değil, aynı zamanda «psikoaktif ilaçlar» (aklı etkileyen ilaçlar) ve «psikocerrahi» (akıl üzerinde yapılan ameliyat)den söz edildiğini sık sık duyarız. Bununla birlikte, bunlar ve benzeri terimler, gerçekte söylemek istediğimizden farklı şeyler içerir. Bunların mecazi karekterini kavramakta başarısız olan kişi, onları anlamakta da sınırlanmıştır. Başka bir deyişle, mecazi anlamın dışında hasta olamayacağına göre, o zaman ancak mecazi anlamda iyileştirilebilir ya da tedavi edilebilir. Gerçekte, psiko aktif ilaçlar, akıl üzerinde bir etki yapmaz. Ancak belki beyne ya da vücudun bir başka parçasına etki yapıyorlardır. Psikocerrahi ise her zaman bir beyin ameliyatıdır.

İnsan, kuşkusuz, sorunu çok daha iyi bilmesi gereken uzmanların, rast-gele bir terminoloji kullanmalarına şaşıp kalıyor doğrusu. Böylece, birisi «eğer bir psikocerrah gerçekte bir beyin ameliyatı yapıyorsa, niçin öyle söylemiyor? Niçin işinden bir beyin ameliyatı olarak söz etmiyor?» diye pekâlâ sorabilir. Yanıtı, onun doğrudan beynin kendisiyle ilgilenmediği, sadece bazı şeyler üzerinde dolaylı etkisini sağlamak için ameliyat ettiği biçiminde olacaktır. Psikocerrahın amacı hiç de beyni değiştirmek değil, yalnızca beynin belirlendiği bir davranışı değiştirmektir. Gerçekte o, beynin kendisinin sağlıklı ve sadece davranışının hastalıklı olduğunu kabul eder. Bir anlamda, ele alınan yalnızca beynin davranışıdır. Bu yüzden kendi kendisini bir beyin cerrahından çok, bir davranış cerrahı olarak düşünür. Beyin cerrahları yalnızca hastalıklı beyinleri ameliyat eder ve hiçbir zaman sağlıklı bir beynin ameliyatını kabul etmezler. Sağlıklı bir beynin ameliyatı bu nedenle «psikocerrahi» terimiyle adlandırılmalıdır, yani akılda ameliyat. Deyim yerindeyse, vekaletle ameliyat... Bu mantıksal temel kabul edildi mi, bütün işlem birdenbire bir anlam kazanmaya başlar: Sağlıklı bir beyin, cerrahi olarak yarılabilir, yani ameliyat edilebilir, çünkü bu yara, hasta bir aklın iyileşmesiyle sonuçlanır.

Psikocerrahinin Batı dünyasında yaygınlaştığı bir sırada ruhi cerrahi ameliyatı için, çeşitli bedensel hastalıkları bulunan Batılı hastaların belli geri kalmış ülkelere koşturması hayret verici bir rastlantıdır. Amerika ve Avrupa'da yasadışı olan bu tipte ameliyatla bir «ruhi iyileştirici» kısmen bazı büyülü ayinler yoluyla hayali ameliyatını icra eder. Burada cerrahi aletler kullanılmaz, yarma işlemi yapılmaz ve nihayet iyileştirici tıpkı bir bıçak kullanmış gibi emin bir şekilde sadece akılsal güçlerinin yardımıyla hastalıklı organı kesip attığını iddia eder. Üstelik işinin tamamladığının bir kanıtı olarak da çoğunlukla hastaya, güya vücuttan kesilip atılan bir kısım kanlı organ parçaları gösterir.

Modern Batılı hekimlerin böyle herhangi bir büyüsel ayini cezai bir şarlatan hekimlik ve zalim, alaycı bir hileden başka bir şey saymayacağını söylemek bile gereksiz. Her şeye karşın, onun kuramsal nedeninden söz edilirse, bir kimse yalnızca bedensel ve akıl hastalığı kavramlarını tartıştığında, bu hilenin ardındaki ideoloji dikkate alınmaya değer. Aynı zamanda bu yaklaşım, fiziksel ve akılsal terapi biçimleri arasındaki farklılık üzerine dramatik ve çarpıcı bir ışık saçar. İşin doğrusu, bu aydınlatılan bakış açısıyla, aşağıdaki biçimde terminolojimizi netleştirebiliriz.

Kültürümüzde savunulan davranışın cerrahi düzeltimi, aslında her zaman beyin cerrahlığından geçer. Yani gerçek bir organda icra edilen cerrahlık. «Psikocerrahi» terimi böyle bir ameliyatı açıklamakta yanlış bir noktaya götürüyor. Çünkü o, bir kişinin bütünüyle bir imgesel organ ya da organizmada, akılda cerrahlık uygulayabileceğimizi ortaya koyuyor. «Ruhi cerrahlık» (psychic surgery) terimi, öte yandan, beyin, mide, ciğer, ya da yürek gibi gerçek bir organ üzerinde imgesel bir cerrahlığa ilişkindir. Sonuçta, dördüncü bir mantıksal olasılıkla, kişi, akıl gibi imgesel bir organ üzerinde icra edilen imgesel cerrahlığı anlayabilir. Bu belki en iyi «ruhi psikocer-rahlık» diye tanımlanabilir.

Belki de sorun şöyle özetlenebilir: Bir kişi, beyin gibi gerçek bir organ ve akıl gibi imgesel bir organın her ikisinden ameliyat edilebilir bir hastalığa yakalanabileceği fikrine inanırsa, o kişi aynı zamanda pekâlâ gerçek ve imgesel cerrahlık biçimleri önerebilir. Böylece, kişi tamamen mantıksal olarak dört farklı olası bileşime (kombinezon) varacaktır.

1  - Alışılmış cerrahlık, yani beyin gibi gerçek bir organ üzerinde yapılan gerçek cerrahlık.

2  - Psikocerrahlık, yani akıl gibi imgesel bir organ üzerinde yapılan gerçek cerrahlık.

3  - Ruhi cerrahlık, yani beyin gibi gerçek bir organ üzerinde yapılan imgesel cerrahlık.

4  - Ruhi psikocerrahlık, yani akıl gibi imgesel bir organ üzerinde yapılan imgesel cerrahlık.

Bu terapilerin ilki ve sonuncusu «saftır», yani teori ve pratiğin uyumlu kavramlarına ve böylece mantıksal tutarlılığa dayandırılır. «Ruhi psikocerrahi» kuşkusuz, salt büyüsel bir ayin ve bilimsel bir uygarlıkta kapı dışarı edilen bir törenden başka bir şey değildir. Onun şu ya da biçimi eski ya da «ilkel» halklar arasında pekâlâ varolabilir; ancak artık günümüzde pratik bir anlam taşımaktan yoksundur.

Alışılmış, yani bildiğimiz cerrahlık -ki, binlerce yıl gerilere gider,- hâlâ bilinmekte ve bu arada hayret verici ölçülerde gelişme göstermektedir. Herkesin bildiği ve kavramsal sorunları olmayan bir türdür. Gerçekte sorunsal-lık, yalnızca yukarıda sıralanan kategorilerin ikinci ve üçüncüsündedir, çünkü onlar mantıken «saf değildir». Bereket versin, günümüz kültüründe «ruhi cerrahi» hileli ve yasadışı olduğundan kolayca atılır, ancak «psikocerrahi» başka bir konudur. Örneğin biz, taş devri (trepaning) cerrah testeresi aletini biliriz. (Yani bazı insanların beyninde delik açma ve açılan delikten beynin içine yuvarlanmış kötü ruhların kovalanması pratiği.) Aynı zamanda ucu sivriltilmiş en ilkel taşların imgesel güçleri etkileyeceği umuduyla, bunların gerçek cerrahide kullanıldığını da biliyoruz. Aslında bu eski umutlar kendilerini korumuş ve bugün cerrahi alet ve tekniklerin süregelen gelişimiyle kuwetlendirilmiştir. Ruhlara inanç azalabilir, ancak bazı modern cerrahlar doğru bıçak ya da elektrodun, hastanın kafatasının içinde doğru bir yere konulduğunda «ruhunu» kontrol edeceği konusunda ikna olmuş görünüyorlar.

Gerçekte, «psikocerrahi»nin sonuçları çoğu kez yeteri kadar dramatiktir: Önceleri saldırgan hastalar uysallaşıyor, cinsel bakımdan saldırgan hastalar ise sekse karşı tüm ilgilerinde bir gevşeme içine giriyorlar... Bununla birlikte, henüz hiç kimsenin psikocerrahi alanına koymak istemediği hadım etme gibi başka bedensel kötürüm bırakma biçimleri için de doğrudur. Bu yüzden, birçok eleştirel gözlemci etkilenmedi ve sistemde daha dürüstçe ve daha iyi kuramsal doğrulamalar olmasını istedi. Bununla birlikte, pratiğe ciddi karşı çıkışlar, mahkûmlar ve akıl hastaları gibi isteksiz ve savunmasız durumda ve üstelik bir kısmı ilk anda suçlu ya da hasta olmayan kişilere dayandırılmış olması olgusu üzerinde kuruldu. Özellikle son birkaç yılda psi-kocerrahiye karşı kamuoyunun tepkisi o denli güçlü oldu ki, uygulayıcıları daha çok dikkat etmek zorunda kaldılar, en azından ABD'de bunların yaptığı ameliyatların sayısında çarpıcı bir düşüş ortaya çıktı.

Bu değişimin başka önemli bir nedeni, şimdi hızla, şiddetli, bastırılmış, dinlenemeyen ve şizofrenik hastaların tedavisinde kullanılan yeni «psikoak-tif ilaçlar»ın gelişmekte olmasıdır. Cinsel sorunları olan insanlar, aynı zamanda, vücudun testosteron üretimini azaltan «ilaçlarla» «kimyasal hadımlaş-ma»ya uğrayabilir ve böylece kişinin cinsel arzusu da bir azalma gösterebilir. Bununla birlikte, cerrahi bir hadımlaştırmanın tersine, bu kimyasal hadımlaştırma kalıcı değildir, ilaç almadan vazgeçilerek kolayca cinsel potansiyel eski haline getirilebilir. Kısacası, bugün çeşitli insan davranışı sadece içitimler (enjeksiyon) ve haplar yoluyla kışkırtılabilir, durdurulabilir, değiştirilebilir ve yeniden canlandırılabilir. Bununla birlikte, «psikocerrahi» durumunda olduğu gibi, bu müdahalenin, açıkça vücut üzerinde etkileme yoluyla, akıl üzerinde de etkilerde bulunacağını söylemek bilimsel olarak doğru değildir. Bedensel değişimler sonucunda, davranışta da değişimler ortaya çıkar. İşin doğrusu, psikoaktif ilaçlar ve psikocerrahinin her ikisi de birçok psikiyatristi önceki uğraşları olan akıl kavramından uzaklaştırıp dikkatlerini yeniden vücut üzerinde odaklaştırdı. Aslında bir hasta cerrahi ve ilaç alma gibi fiziksel tedaviyle iyileştirilebiliyorsa, bu pekâlâ bedensel hastalıktan başka bir şey değildir. Akıl gibi anlaşılması güç bir kavram için ona doğru sürüklenir? Akıl hastalığının salt bedensel nedenlerine duyulan eski inanış yeniden su yüzüne çıktı ve gelecekte de pekâlâ pekiştirilebilir. Ne de olsa, çoğu eleştirel modern psikiyatristlerin bazıları tam anlamıyla, tıbbi, ya da daha çok biyolojik araştırmanın üzerinde durulmasını savundu. Ahlaksal ve toplumsal sorunlara gelince, yapabilecekleri hakkında çok alçakgönüllü davrandılar.

Bu yeni oluşan alçakgönüllülük, hastalığın yakın zamanlarda kullanılmaya başlanan genel kavramlarında da görüldü. Artık aynı derecede kesin ve değişmez bir hastalık durumuyla bazen yer değiştirebilen, yine kesin ve değişmez bir sağlık durumu gibi bir şeyin varolduğu düşünülmüyor. Yerine, şimdi insanların bütün yaşamını uyarlaması ve değiştirmesi gerektiği ve açık olarak bu uyarlama ve değişimlerin normal işlevi bozmadıkları sürece kaygılanmaya yol açmayacağı düşünülüyor. Aynı nedenle, bedensel ve ruhsal işlevlerin bozulduğu, yani normal süregiden değişimlerin kötü uyumlu hale geldiği noktada artık tıbbi bir müdahale sözkonusudur. Bu açıdan, sağlık ve hastalık, bıçakla kesilmiş gibi iki ayrı alternatif ya da uzlaşmaz karşıtlık değildir, ancak onlar yaşam sürecinin parçalarıdır ve bir sürekliliğin içinde yer alırlar.

Bütün bunlar, bilimsel temellere dayanan öteki girişimlerde olduğu gibi, tıpta da dogmatizme yer yoktur anlamına gelir. Özellikle psikoloji dünyasında neyin kötü uyumlu olup olmadığını belirlemek, kendi bütünlüğü içerisinde dikkate alınması gereken önemli ölçüde bireysel ve toplumsal etmenlere bağlıdır. Dahası, başkasına kendi teşhis ve tedavisini önermekte hırslı görünenler, kendi değer yargılarını hesaba katmayı unutmamalıdırlar. Sonuçta, geçmiş tıbbi bir psikiyatrik kötü kullanımlar, sıradan insanın bile, şu noktayı açık seçik anlamasını sağlamıştır: Tedaviye yöneldiğinde kişinin kendi yargılarını dikkate almamazlık etmesi olası değildir. Kişi, geçmişte abartılan belirli iddialara karşın, bütün sorunlarının tıbbi bir çözümü olmayacağının bilincindedir.

Tıbbi Modelin Eleştirisi

Daha önce görüldüğü gibi, «akıl hastalığı» kavramının gelişmeleri tıp biliminin dört olası teşhis koymasını sağlamıştır. Bir insan:

1.     Kafaca ve vücutça sağlamdır;

2.     Vücut hasta, kafaca sağlamdır;

3.     Vücutça ve kafaca hastadır;

4.     Vücutça sağlam, kafaca hastadır.

Birinci örnekte hiçbir tıbbi tedavi gerekli değildir. İkinci örnekte «doktor» gerekmektedir. Üçüncü örnekte ise bir «doktor»a, bir de «ruh doktoruna gereksinim duyulmaktadır. Sonuncu örnekte ise sadece bir «ruh doktoru tedavide bulunabilir.

Bu durum, tıbbın gelişen uzmanlaşmasıyla ortaya çıkmıştır. Her ne kadar uygulamacıları hâlâ klasik tıp eğitimi alıyorlarsa da, psikiyatri ya da «ruh tedavisi» ayrı bir dal olarak ortaya çıkmıştır. Böylece onlar yalnızca bedensel rahatsızlıkları değil, aynı zamanda ruhi rahatsızlıkları da tedavi etmesini öğreniyorlardı. Gerçekte öteki geleneksel meslektaşlarından daha yetkili ve daha hünerli «süper doktor» haline geliyorlardı. Öte yandan, vücut tedavisinde yetkin olmayan, ama ruh tedavisinde yetenekli tıpdışı «psikoterapistler» ortaya çıktı. Hastalıkların hem bedensel hem de ruhsal yönleri olduğunu varsayan «psikosomatik tıb»bın (Grekçe psyche: ruh ya da akıl, soma: beden) izdeşlerince uğraşı alanı haline gelen bir ortak nokta doğdu.

Buna bağlı anlaşmazlık Amerikan Psikiyatri Derneği'nin Tanısal ve İstatistiksel El Kitabi (Diagnostic and Statistical Manual DSM)'nda ortaya çıktı. Birkaç kez çağdaşlaştırmasına karşın, temelde Kraepel'in ruhsal bozukluklar sistemine dayalı el kitabı, hâlâ eski izlerini taşımaktadır. 1968 baskısı (DSM II) örneğin, anormal davranışları altı ana başlık altında toplamaktadır. Bunların ilk ikisi («Zeka Gerilikleri» ve «Organik Sendromu») bedensel sorunlara değinmektedir. Daha sonraki üç bölüm («Bedensel Koşullara Bağlı Olmayan Psikozlar», «Nevrozlar» ve «Kişilik Bozuklukları») salt ruhsal sorunları tanımlamaktadır. Son bölüm ise (Psikofizyolojik bozukluklar) Hem ruhsal hem bedensel yönleri olan «karışık» durumları içermektedir.

Şurası da vurgulanmalıdır ki, bu sınıflandırma sistemi psikiyatristlerin kendileri tarafından da gelişigüzel, heterojen, güvenilmez ve geçersiz diye sık sık eleştirilmiştir. Örneğin, «psikoz» yalnızca kendi başına bir kategori oluşturmakla kalmaz, aynı zamanda «Organik Beyin Sendromlarının» bir alt kategorisi olarak da ortaya çıkar. «Nevroz» gibi bozukluklar geniş ölçüde psikanalitik varsayımlar temelinde açıklanır ve böylece öteki kategorilerin farklı kuramsal çerçevelerine dahildir. Sonuçta, «Kişilik Bozuklukları» kategorisinde «Cinsel Sapkınlık» «Alkolizm» ve «Uyuşturucu Bağımlılığı» gibi acayip alt kategoriler sayılmıştır. Alkolizmin kendisinin uyuşturucu bağımlılığı olup olmadığı sorusunu bir yana bırakalım, bu terimlerin hangi bilimsel bilgiyi gerçekten içerdiğini insan kendisine sormalıdır. Herhangi bir kimse cinsel sapkınlık ve uyuşturucu bağımlılığının bir hastalığa işaret olduğunu varsaysa bile, (bu oldukça su götürür bir varsayımdır) sınıflandırmaların kendileri hastalık hakkında pek fazla bir şey ortaya koymaz. Bu, bir doktorun hastalığa «zayıflık», «bitkinlik», «ateş», «öksürük» ya da «başağrısı» gibi teşhisler koyması gibi bir şeydir. Bütün bu şikayetlerin binlerce farklı nedenleri olabildiği gibi, kişilik bozuklukları diye nitelendirilen rahatsızlıkların da binlerce nedeni olabilir. Ayrıca bunların nevrozlardan hangi noktalarda ayrıldıklarını belirlemek de oldukça güçtür.

Tanısal elkitabına yapılabilecek en ciddi eleştiri, sınıflandırma sisteminin bazılarının hiç de bilimsel olmayışında yatar. Yani, bu kategoriler «nesnellik» kılığına bürünmüş ahlaki önyargılardan başka bir şey değildir. Bu tür kuşkular, eski dönemlerde bütün psikiyatri tarihi boyunca «mastürbasyonal çılgınlık», «patolojik yalancılık» ve «serserilik» gibi hastalık iddialarıyla beslendi. Gerçekten de, 1973 yılına gelinceye değin eşcinsellik, Amerikan psiki-yatristlerince resmen hastalık kabul ediliyordu. Bu yaftayı, eşcinsellere özgürlük verilmesi için mücadele eden grupların artan baskıları karşısında en sonunda kaldırdılar. Böylelikle bazılarının da gururla gözlemlediği gibi; basit bir kalem darbesi bütün dünyada yüz milyonlarca «hasta»yı aniden ve mucizevi bir biçimde tedavi etmiş oldu. Bu, tıp tarihinde herhangi bir büyük kitle tedavisi olsa gerek.

Çeşitli eleştiriler karşısında Tanrısal ve İstatistiksel El Kitabı 1980 yılında bir kez daha çark etti. DSM III diye bilinen yeni baskı, tanımsal olmaya çalışır ve böylece önceki geniş kategorilerden vazgeçer. Bunun yerine birbiri ardı sıra «öz kullanım bozukluğu»ndan «kuruntu bozukluğu», «uyum bozukluğu» ve «kişilik bozulmasına kadar birçok heterojen «bozukluklar» sıralar. Yine bu sınıflandırma bir tür gelişigüzellikler ve pek fazla şey açıklamaz, ancak bu kez daha ılımlı davrandıkları gözlemlenir. Ne yazık ki «psiko-seksüel bozukluklar» diye nitelenen yeni bir tür, tıbbi kılıkta değer yargıları, karşımızda tartışılması gereken bir karmaşa olarak durmaktadır. «Eşcinsellik» listeden çıkarılmıştır ama «menedilmiş cinsel arzular», «menedilmiş erkek orgazmı»nda boşalma ile erkek orgazmının doğrulanmamış eşitliği ve açıkça ideolojik bir kavram olan «sapkın aşk» (paraphilias) gibi pek az kavrayabildikleri kategoriler bütün işleri altüst etmeye devam eder. Psikiyatrinin cinsellikle gerçekten bilimsel bir tavırla ilgilenip ilgilenmeyeceğini anlamak için ciddi cinselbilimciler (seksolojistler) galiba DSM IV'ün basılmasını beklemek zorunda kalacaklar. (Daha ayrıntılı bir eleştiri için bkz. «Cinsellik Tedavisinde Temel Dokular.»)

Deneyimler psikiyatrik teşhislerin «tarafsız» tıbbi açıklamadan daha başka bir şey olduğunu göstermiştir. Bunların çoğunlukla dolaysız, bazen de kapsamlı toplumsal sonuçları vardır. «Ruhen hasta» diye etiketlenen insanlar, herhangi bir kuruma teslime, tedavi ve başka zorba müdahalelerin her türlüsüne zorlanmaya konu edilebilir. Cinsel davranışlarından dolayı böyle damgalanmışlar için bu, özellikle bir vakıadır. «Hastalık»ları onları tercih etmek, kısıtlamak, çamur atmak ve cezalandırmak için bir bahane olarak pekâlâ kullanılabilir. Bu yüzden gerçekten hasta olup olmadıkları konunun

dışında kalır. Burada yalnızca önemli olan gösterdikleri belirtilere ne gibi toplumsal ve ahlaksal anlamlar yüklediğimizdir. Topal, astımlı, şaşı ya da miyop bir insan kuşkusuz ki normal değildir, hastadır; onu rahat bırakır ve bir kişi olarak haklarına saygı gösterirsiniz. Ölümcül hasta olsa bile insanın isteklerine karşın onu tedavi etmeye kalkışmazsınız. Ancak tam tersine, zararsız bir «cinsel sapkın»ı hasta ya da olmayabilir, davranışlarını değiştirmeye zorluyor ve ona bayağı bir yaratık gibi davranıyoruz. Bu nedenle cinsel sapkınlık öteki «akıl hastalıkları» örneklerinde de olduğu gibi özünde tıbbi olmaktan çok ahlaksal bir sorundur.

Anormal davranışların tıbbi modeline karşı bazı son dönem eleştirmenlerin aldıkları tavır en azından budur. Amerika'da düşüncelerini özgürce açıklayan eleştirmenlerin başında Sosyolog Erving Goffman ve Thomas J. Scheff, psikiyatrist Thomas S. Szasz gelmektedir.

Goffman, 1959 yılında, hastaneye yatırılıp «akıl hastalığı» tedavisi gören insanların deneylerini inceledi, daha sonra Mülteciler adlı kitabında da yer vereceği «Akıl Hastasının Ahlak Kariyeri» başlıklı etkili bir deneme yayınladı. Bu deney, aşağılama ve yoldan çıkarmanın bir örneğini ters yüz eder. Tedavi edici dedikleri önlemler, aslında toplumun kendi mensuplarının bir kısmını karaladığı ahlak ayinlerinin bir parçası olarak kendini açığa vurur.

Aynı görüş, birkaç yıl sonra Scheff'in Akıl Hastası Olmak (1966) adlı kitabında özenle işlenir. Kronik akıl hastalıklarını, günahlardan arınma ve kurban arama çabasının sonucu olan toplumsal bir fol olarak tanımlar. Gerçekte akıl hastalığı, bazı sapkınları özel bir etiketle yaftalamaktan ve bununla onları esas olarak toplum dışına itmekten ya da onları yurttaşlık haklarından yoksun bırakmaktan başka bir şey değildir. Bütün uygulama, «kuralları çiğneyen tortular»ın kontrol altında tutulması amacına hizmet etmektedir. Tıp dili ve psikiyatri donanımı, topluluğun vicdanını huzura kavuşturmaya yarayan aldatmacanın araçlarıdır.

Bununla'birlikte, belki de sapkınlığın tıbbi modeline en şiddetli saldırı bizzat psikiyatri mesleğinin içinden geldi. Szasz, Akıl Hastalığı Miti (1961) ve Delilik Üretimi (1970) adlı kitaplarında akıl hastalığını mit diye niteler ve kurumsal psikiyatride akıl hastalarının tedavisini engizisyonda büyücülerin tedavisine benzetir. Ona göre akıl hastalığının varlığına inanmak büyücülüğe inanmak kadar yanlış ve zararlıdır; kişiyi aynı aşırılıklara sürükler. Psiki-yatristler, aslında, akıl hastalığı ve tedavisi ile değil, «yaşamın kişisel, toplumsal ve ahlaksal sorunları» ile ilgilenmektedirler. Bu sorunları hastalık

diye yanlış ele alıp böylece kişinin kendi dışındaki güçlere karşı antisosyal davranışlarının kınanmasına yardımcı olmaktayız. Bu ise kişisel sorumluluklar prensibini zayıflatmakta ve toplumsal çatışmaların tıp bilimi ile çözümlenebileceği hayalini güçlendirmektedir.

Bunlar ve öteki eleştirel yeniden değerlendirme çağrıları, bu arada yalnızca kamuoyunda değil, aynı zamanda tedavi edici ve yardımcı işkollarında da dikkate değer yankılar yarattı. Eleştirinin esas hücumunu reddeden bir çok tutucu psikiyatrist bile onları rahatsız etmeye yetecek gerçeklikler taşıdığını itiraf etmek zorunda kaldı. Görüş alanlarını genişletmeye ve belki de ilk kez mesleki etkinliklerinin toplumsal boyutlarını tanımaya zorladılar. Yalnızca «hasta» ve «hastalık» üzerinde yoğunlaşmak yerine, toplumsal kontrolün temsilcileri olarak kendi rollerini de gözden geçirmek zorundaydılar. Sonuç olarak, bildirimlerinde daha dikkatli ve sapkın davranışlara karşı daha hoşgörülü hale geldiler.

Özellikle şimdi, cinsel sapkın davranışlar, psikiyatri çevrelerinde birkaç on yıl öncesine oranla çok daha ılımlı biçimde ele alınıyor. Bundan başka, Kinsey İstatistikleri ve son yıllarda yapılan sayısız araştırmanın da gösterdiği gibi, bu tip davranışlar önceleri düşünüldüğünden çok daha yaygındı. Gerçekten sözde cinsel sapkınlığın birçok biçimi hiç de sapıkça değildi ve «normal» bir davranış olarak kabul edildi. Eğer ceza kanunumuz bu anlayışı her an yansıtmıyorsa, bu, cinsel reformların en ateşli savunucuları arasında olan psikiyatristlerimizin bir kusuru değildir.

Toparlarsak, bugün hâlâ sapkınlığın tıbbi modelini kullananlar artık bu işi çok daha incelikle yapıyorlar diyebiliriz. Bununla birlikte, bazıları da (bazı yetkili psikiyatristler dahil) yeniye, kendi deneyimlerinden çıkardıkları tıbbi olmayan modellere yöneldiler.

Yeni Modeller

Bu bölümün başlarında psikanalizin tıbbi olmayan karakterini tartışmış ve Freud'un yalnızca tıp pratiğine bağlanamayacağı şeklindeki umudundan söz etmiştik. Gerçekten de, psikanalitik yöntemin herhangi bir tarafsız tanımlaması, davranışı öğrenilen modelde yattığını ortaya koyar. Çözümlenecek olan kişi uzak geçmişte unutulmuş olan deneyimlerini serbest çağrışımlar ve halihazırdaki rüyalarının yardımıyla hatırlamaya çalışır. Sözel bilgiler analist tarafında dikkatle gözden geçirilir. Analist, bastırılmış bazı eski deneyimleri ima edebilecek belirli ipuçları, tekrarlayan temalar ya da şablonlar aramaktadır. Bu deneyim ya da deneyimler dizisinin kimliği belirlenir ve bilincine varılır varılmaz, çözümlenen kişi, deneyimlerine bu kez akılcı ve uygun tarzda yaklaşma şansını yeniden kazanmış demektir. Kısacası, psika-nalitik yöntem esas olarak tarihsel ya da çok daha özgül deyimle, otobiyografik bir yöntemdir. Sorunlu kişi, bir zaman «yanlış» dersler çıkardığı özgeçmişinden doğruyu öğrenir. Yaşamın belki de onun için sakladığı gelecek derslerden yarar sağlamadaki bu anlayış, onu o zaman özgür kılar.

Psikanaliz, Birleşik Devletler ve Avrupa'da uzun zamandan beri yaygındır ve ünlü taraftarlar kazanmıştır. Örneğin Marie Bonaparte ve Erik Erikson gibi bazıları psikanaliz tekniklerini tanınmış tarihi kişilikleri, Edgar Allan Poe, Martin Luther gibi, incelemekte kullanmışlardır. (Freud, Leonardo Da Vinci üzerine bir inceleme yazmıştı.) Bu nedenle psikanalizin tıp dışı kullanımı iyi tanınmıştır. Aynı anlamda psikanalistlerin yardımına başvurmuş olan pek çok kadın ve erkek şimdi artık yoga, meditasyon, biyolojik geri itilim (biofe-edback) vs. gibi tıbbi olmayan tedaviler aramaktadır. Farklılıklarına karşı bütün bu tedavilerin ortak bir noktası vardır. Herhangi bir «hastalık» varsayımında bulunmazlar ve acı çeken bazılarına yardımda bulunabildikleri gibi aynı zamanda sadece kişisel gizilgüçlerini artırmak isteyenlere de uygulanabilmektedir.

Bir başka gelişmekte olan yaygın tedavi ise «davranış düzenlemesi» diye bilinir. O da insan davranışım öğrenim modelini temel almaktadır ve kabul edilebilir davranışları güçlendirmek için ödül kabul edilemez davranış biçimlerini azaltmak için cezalandırma gibi değişik teknikler kullanır. Yine bu da hiçbir hastalık varsayımında bulunmaz. Buna karşılık süreç bütünüyle faydacıdır:

Kapsamlı metafizik spekülasyonlara başvurulmaksızın «hatalı öğrenim» düzeltilir. Buna karşılık, bu yöntemde kullanılan cezalandırma tekniklerini oldukça tiksinti verici bulan pek çok özgürlükçünün kafasını bu eleştirel olmayan yöntemin karıştırdığını söylemek hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Dahası, başlangıç yıllarında «davranış düzenlemesi» aslında rahat bırakılsa daha iyi olacak durumlarda bile davranışları değiştirmek için kullanıldı. Örneğin, eşcinseller, karşı-cinsel hale getirmek niyetiyle bazı acayip ve korkunç tedavilere konu edildi. (Şimdiye kadar aksi hiç denenmedi.) Böylesine kötü kullanımlar, bu arada aklanmış açık zulümlere ve daha büyük mesleki önlemler alınmasına yol açtı. Bununla birlikte, hiç kuşku yok ki, sıkı bir önderlik altında ve hassas uygulamacıların ellerinde davranış düzenlemesi hâlâ pek çok iyi şeyler yapabilir.

Son yıllarda bile tıbbi olmayan sapkınlık modelleri önerilmektedir. Örneğin, akıl hastalığını bir mit olarak niteleyen Thomas S. Szasz, insan davranışlarına ya da kötü davranışlarına «kural izleyici model» ya da «oyun modeli» önermektedir. Bu öneriye göre insanlar, yaşamın pek çok değişik oyunlarının kurallarını yavaş yavaş öğrenir ve hangi durumlarda hangi oyunların önceliğe sahip olduğunu anlamaya başlar. Çatışmalar, insanlar belirli kuralları kabul etmediklerinde, oyunun ortasında kurallar değiştirildiğinde ya da yeni oyunlar için yeni kuralları öğrenmeyi reddettiklerinde ortaya çıkar. Bu çatışmaların bazıları dışsaldır ve kendilerini toplumsal tartışmalarda, mücadelelerde ya da devrimlerde gösterir; bazıları ise içseldir ve «normal» birey davranışlarını çarpıtır. Bu çarpıtmalar, «akıl hastalığı» diye yanlış ele alınırken aslında bunlar sadece yaşamın getirdiği sorunlardır: Güç bir durumdan başarıyla sıyrılmakta karşılaşılan tükeniş... Başka durumlarda, başkalarına çirkin göründüğü bir toplumsal oyundan çıkarmak için insanlara akıl hastası sıfatı yakıştırılır.

Söylemeye gerek bile yok ki, Szasz'ın modeli Goffman ve Scheff'in kullandığı «etiket modeli» ile kolayca uyuşur. Döne döne belirttiğimiz gibi herhangi bir tür sapkınlık, en iyi kurallara uyan büyük çoğunluğun kuralları ihlal edenlere taktığı bir etiket ile anlaşılabilir. Herhangi bir sapkınlık incelemesi ya da sapkın tedavisi bu nedenle olayın içinde cereyan ettiği bütün toplumsal içeriği dikkate almak zorundadır. Sapkınlığı (akıl hastalığı dahil) bireysel bir sorun gibi ele alanlar burunlarının ucunu bile göremezler. Bu modele göre sapkınlık kuşkusuz ki, tıbbi bir sorun değildir. Bereket versin, en yaygın sapkınlık modelleri, psikiyatrinin iki savunucusu olan Miriam Sieg-ler ve Humphry Osmond'ın parlak bir çalışma ürünü olan Delilik Modelleri, Tıbbın Modelleri (1974) adlı kitaplarında derinlemesine incelenmiştir. Delilik, uyuşturucu bağımlılığı ve alkolizme ait farklı modelleri birbirleriyle kıyaslayarak her modelin bir diğerine göre üstünlüğünü, sınırlarını ve kapsamlarını gösterebilmekte ve böylece mevcut bazı mesleki karşılıkları sona erdirmektedir. Bununla birlikte, çalışmalarının önemi sadece bununla kalmaz. Kendileri bu doğrultuda hiçbir girişimde bulunmamalarına karşın, yöntemleri cinsel sapkınlık sorununa da kolayca uygulanabilir. Bu nedenle metnimize onların tablolarından basitleştirilmiş bir uyarlamasını almak pek uygun olacaktır. Tablo, kendini yeteri kadar açıkladığı için fazladan bir yoruma gerek kalmamaktadır. (576 ve 577 sayfadaki tabloya bakınız.)

Daha önce de söz edildiği üzere, Siegler ve Osmond, tıbbi modeli epey terketmiş gibidirler. Buna karşılık eşsiz üstünlükleri ve geleceğe yönelik büyük bir gizligücü olduğuna inanırlar. Kuşkusuz meslektaşlarından da tedavi kısıtlamaları yanında yüksek düzeyde bir eleştirel bilinçlilik de beklerler. Psikiyatristler şurasını iyi anlamalılar ki, onların yardımını isteyen her bir kimse ya da onlara her başvuran ruhen hasta değildir. Gerçekten de böyle sözde «hasta»ları «elekten geçirmek» meselesi görevlerinin bir parçasıdır. Pek çok durumlarda kesinlikle tıbbi olmayan tedavi önerileri en iyi çaredir ve bunu unutmamak gerekir. Buna karşılık tıp kaynaklı psikiyatrinin yardımlarıyla çözülebilecek yeter sayıda bireysel ve toplumsal sorun hâlâ vardır. İşin aslına bakılırsa, geçmişte pek çok psikiyatrist tıbbi modele yeterince güven duymadıkları ve ona sıkı sıkıya sarılmadıklarından başarısızlığa uğradılar. Yine cinsel sapkınlık bu noktada ilginç bir durum oluşturur.

Kraliçe Viktorya döneminde «mastürbasyonal delilik», «nimfomanıa» ya da «eşcinsellik» gibi bozukluklardan muzdarip sözde akıl hastalarına, kendi doktorları tarafından bile çoğunlukla hem hasta hem de ahlaken düşkün gibi davranıldıklarını daha önceki bölümlerde görmüştük. Bununla birlikte iyi kavranılırsa tıbbi modelde ahlaksal suçlamalara hiç yer yoktur. Bir de tam tersi var: Birisini hasta ilan etmek ve onu bulunduğu koşullarda bütün sorumluluklarından affetmek doktorun biricik yetkisi arasındadır. Bu nedenle tanımlamanın katı anlamıyla, hasta kişi sapkın değildir. Hasta, kabul edilmiş standartlardan sapma gösterebilir; o, resmi bir izinle böyle davranmaktadır, çünkü hasta bir kişi olarak öyle yapmamak onun «elinde değildir.» Bu demektir ki, bir psikiyatrist, bir doktor olarak cinsel uyum gösteremeyenleri törel olarak olumsuz sapkın rollerinden kurtarmak ve onları törel olarak olumlu ya da olumsuz bir niteliği olmayan hasta rolüne geçirme gücüne sahiptir. Bu karar bile başlıbaşına onları eza ve tedirginlikten kurtaracaktır. Aynı anlamda kesin bir karara varmakta başarısızlığa düşen bir psikiyatrist, kendi mesleğinin kuyusunu kazmaktadır. Herhangi bir kararsızlık ya da tıbbi yaklaşımların ahlaksal yaklaşımlarla karıştırılması yalnızca hastalara değil, psikiyatri pratiğinin kendisine de zararlıdır. Gerçekten de «akıl hastaları» birer sapkın olarak görüldükçe, bu, gerçek psikiyatrinin tarihsel bir başarısızlığı olarak ortaya çıkacaktır.

Öte yandan, «anormal» cinsel davranışlar karşısında insanların kendi ahlak yargılarını bir kenara bırakmayı neden güç buldukları anlaşılır bir tutumdur. Her şeyden önce, bizim kültürümüzde ahlak ve cinsel uyumluluk neredeyse eş anlamlı hale gelmiştir. En önemlisi de, kamuoyu pekâlâ bilir ki, psikiyatrik tanı çoğunlukla bir «mızıkçılıktır. Yani öyle profesyonel bir manevra ki, ahlaksal sorunlarla yüz yüze gelmemekte hem doktora hem de «hasta»ya yardımcı olur. Son olarak, cinsel önyargılı doktorların getirip dayattıkları hasta rolü oynamayı reddederek aklandıklarını da hatırlamalıyız. Böylece örneklerimize dönerek, mastürbasyon yapanlar, «nimfomanyaklar» ve «eşcinseller» sadece mahvedici günah ve suç yaftalarına karşı değil, aynı zamanda pek merhametli hastalık etiketine karşı da başarıyla mücadele etmişlerdir.

Bu gibi gözlemler her ne kadar kendi ahlakları pekâlâ geleneksel anlayışlardan farklı olabilirse de sorunu ahlaksal terimlerle değerlendirmekte ısrar eden tıbbi modelin eleştiricilerini desteklemeye vesile olmaktadır. Sonuçta, insan cinselliği üzerine açık görüşlü yeni çalışmalar, bütün ilgili kesimler arasında süregiden tartışmalar ve bütün taraflar arasında ortak çalışma için ümitlenmeliyiz. Zor olmakla birlikte, usavurma için genel bir kararlılık, uyum gösterememeyle ilgilenmek için hâlâ en iyi umuttur.

CİNSEL SAPKINLIK MODELLERİ