CİNSELLİK VE TOPLUM

İnsanlar «toplumsal hayvanlardır» ve huyları, istekleri, umutları, korkuları ve inançları, doğdukları yerdeki çeşitli topluluklarca biçimlendirilir. Bu, aynı zamanda cinsel tutum ve davranışlar için de geçerlidir. İnsanlar belirli bir cinsel ifade potansiyeliyle doğarlar. Ancak bu potansiyel oldukça çeşitli yollarla gerçekleştirilir. Aslında cinsel bakımdan bastına toplumlarda bu kısmen ya da tümüyle gerçekleşmeden kalabilir.

Konu, belki de en iyi sık sık kullanılan dil kıyaslamamızla tanımlanabilir: Bütün çocuklar konuşma yetisiyle doğarlar, ancak herhangi bir özel dile göre programlanmamıştır. İngiltere'de İngilizce, Çin'de Çince konuşarak yetişirler. Bazı toplumlar, erkekler ve kadınlar için farklı «gizli» dillere sahiptir ve çocuklar da bunları cinsiyetlerine göre öğrenirler. Üstelik bilgili anaba-balar ve iyi öğretmenlere sahipseler, konuşmayı oldukça iyi bir biçimde öğrenirler. Aynı nedenle, bilgisiz ve kaba anababalar, çocukların sessiz kalmalarına, kendilerini iyi ifade edememelerine ya da kekeme olmalarına neden olabilirler. Öte yandan, bazı kötü davranışlarla karşılaşan çocuklarda her bakımdan kötü bir dil gelişebilir ve onu sevmediklerine karşı kullanırlar; daha şanslı olan ötekiler ise yalnızca bağlılık ve sevgi ifade etmek amacıyla kullanacakları sözcükleri dikkatlice seçebilirler. Sonuçta, bazı dinsel ya da ahlaksal nedenlerle bir sessizlik yemini ederler sanki.

İnsanın cinsel davranışı buna çok benzer biçimde gelişir. Çocuklar, özel kültürlerinde kabul edilebilir davranış neyse, onu kabul etmeyi öğrenirler. Aynı zamanda cinsiyetlerine göre farklı erkeksi ve kadınsı nitelikler kazanırlar. Eğer ana babaları hoşgörülüyse, çocukların erotik kapasiteleri artar, ancak püritenik eğitim, onların kendilerini suçlu hissetmelerine, cinsel tepkilerinin engellenmesine ya da sakatlanmasına yol açacaktır. Öte yandan, engellenmiş bu çocuklar «düşük ahlaklı» gelişir ve seksi, özünde düşmanlığını dışa vurmak için kullanır. Bazıları ise, yani doyuma ulaşanlar, cinsel eşlerini dikkatlice seçerler ve onlara sevgiyle armağanlar sunarlar. Sonunda, bazıları seks zevkinden vazgeçmeye karar verirler ve bazı dinsel ve ahlaksal nedenlerle iffet ve bakirelik yemini ederler.

Oysa karşılaştırma, bu kişinin düzeyi, yani kişisel durumu, başarısızlıkları ya da başarılarıyla kendisini sınırlamamayı gerektiriyor. İnsanın cinselliği ve dili genel düzeyde her zaman karşılaştırabilir ve ortak imgeleri gözden geçirilebilir. Gerçekte, her dilbilimcinin bildiği gibi, farklı diller, farklı temel felsefeler içerir. Bu diller farklı bir gerçeklik tablosu çizerler ve yaşamı farklı yaklaşımlarla yansıtırlar. Kısacası, her dil önce kendisiyle birlikte geliştirmiş olduğu algıları oluşturur. Özgün kişisel görüşlerinden tümüyle ayrı olarak, halkın büyük kesimleri hep birlikte, farklı yerel dillerine göre, dünyaya farklı bir biçimde bakmayı öğrenirler.

Bu, aynı zamanda «yerel» seks felsefesi için de geçerlidir. Kadınların ve erkeklerin cinsel davranışı yalnızca onların kişisel nazlarını değil, aynı zamanda geniş çapta, bağlı oldukları toplumların ya da toplumsal gruplarının temel değerlerini de yansıtır.

Kişilerin, birey olarak ne denli farklı olduklarının önemi yoktur. Ahlak anlayışı her zaman bütün kültürlerin altında yatan varsayımlarca biçimlendirilir. Zevk düşkünü ve hoşgörülü toplumlarda çoğu insanlar olasılıkla neşeli ve duyarlı olur; püritenik ve baskıcı kültürlerde ise heyecanlı ve yasaklayıcı olmaya eğilimlidirler. İlk önce, belirtilen durumda olanlar, cinsiyetlerini bir mutluluk kaynağı olarak kutlarlar; ikinci durumdakiler ise bir utanma kaynağı olarak cinsiyetlerinden üzüntü duyarlar. Bu yüzden, bir insanın cinsel tutumları üzerine kafa yorduğumuz zaman gerçekte iki ayrı sorunlar kümesine değinmiş oluyoruz. Biz yalnızca şu erkek ya da bu kadının toplumlarının cinsel standartlarına ne denli iyi uyduğunu değil, aynı zamanda bu standartların hangi temellere dayandığını, en son amacını, anlamını ya da seksin doğasının ne olduğunu da soruyoruz.

Çoğu toplumlarda, kuşkusuz seksin anlamı, başka herhangi bir şeyin anlamı gibi din tarafından belirlenir. Bu en azından, geçmiş toplumlarda söz konusu olmuştur ve hatta modern laik toplumlarda cinsel standartlar sık sık eski dinsel öğretilere bağlı kalmıştır. Örneğin ABD toplumunun cinsel standartlarının hâlâ Yahudi-Hıristiyan mirasınca etkilendiğinden hiç kimsenin kuşkusu yoktur: Oysa karşı kültürel çalışmalar, bu mirasın her zaman oldukça kendine özgü olduğunu ortaya koymuştur. Eski İsrailliler, seksin doğasını üremede gördüler ve bu amaca yönelmeyen herhangi bir cinsel davranışı mahkûm ettiler. İlk Hıristiyanlar da bu dar anlayışı kabul etti ve

hatta cinsel perhizden dolayı yüceltilmekten, seksi zorunlu bir kötülük olarak görmeye değin uzanan bir sınırlama getirdiler.

Onlar, İsa'nın yeniden dönmesini ve yaşamları boyunca dünyanın sonunun gelmesini beklediklerinden, cinsel zevki öyle uzun boylu düşünmediler. Bunun yerine dönemlerindeki değişik münzevi felsefelerinin izdeşi oldular ve bu anlayışları kendi dilleriyle birleştirdiler.

İsa, geri dönmeyi başaramayınca ve dünya da önceki gibi sürüp gittikçe, biraz daha hoşgörülü olmaya başladılar, ancak temel inançları değişmeden kaldı: Cinsel etkinlik yalnızca evlilik içinde ve gebeliğe doğru yol alabildiğinde kabul edilebilirdi onlarca.

Hıristiyan cinsel felsefesinin, taraftarlarına keyfi ya da rastlantısal görünmediğini söylemek bile gereksiz. Tam tersine, onlara bu felsefe nesnel, sonsuz ve evrensel gerçek olarak görünüyordu. Baktıkları her yerde, bu gerçeğin olgusal gözlemlerle doğrulandığını gördüler. Saygıdeğer erkekler ve kadınlar, bedenlerini giysilerle örtmediler mi? Bu, onların doğuştan bir alçakgönüllülük duygusuna sahip olduklarını göstermedi mi? İnsanlar, cinsel düşlemlerini açıkça tartışmaktan sakınmadılar mı? Bu, kendileri hakkında rahatsızlık duymalarına yol açmadı mı? Anababalar, evliliklerinin içyüzünü çocuklarından saklamadı mı? Bu, cinsel ilişkilerinde bazı yanlış şeylerin olduğunu göstermedi mi? Kısacası, doğanın kendisi seksin her yerde doğuştan bayağı ve utanç verici olduğunu göstermedi mi? İşte Kuzey Afrikalı rahip Augustine, Tanrının Kenti adlı kitabında, tüm cinsel ilişkilerin içinde bulunduğu utancı böyle dogmatik bir biçimde ele aldı (XIV. Kitap, 18. Bölüm):

«Cinsel ilişki her zaman şehvetle gerçekleştirilir ve bu yüzden de gizlenmiş olması gerekir... Hatta doğal bir utanma duygusu olduğundan genelevlerde bile bu bir sır olarak saklanır... Evli olmayan kişilerle ilişki, utanç duymayan erkeklerce bile utançla karşılanır ve üstelik onlar bunu sevseler bile pek belli etmemeye özen gösterirler... Karı koca arasındaki ilişki saygıdeğer ve yasal olsa bile, her zaman tanıkların huzurundan uzakta, özel bir odada yapılmaz mı? Damat, gelini okşamadan önce, tüm hizmetkârları yanlarından uzaklaştırmaz mı?.. Zifaf odasına girenler akraba olsalar da, eğer bu doğal olarak yerinde ve uygun olanın utanç cezasıyla birlikte yapıldığından ötürü değilse, nedendir öyleyse?»

Bu görüşe göre, Augustine erkek ve kadın cinsel organlarını edepdışı organlar olarak sunuyor ve tüm cinsel arzulara da hemen hemen gizli bir tiksinmeyle bakıyordu. Dahası, tüm edepli insanların her yerde aynı duyguyu paylaşacağına inanıyordu. Ancak gerçekte, tutumları kendi zamanında bile evrensel boyutlara ulaşmamıştı. Roma İmparatorluğunun uzak yörelerinde hâlâ eski «pagan» geleneklerini koruyan gruplar, seks ve çeşitli cinsel oyunlardan büyük zevk duyan kabileler vardı.

Augustine'nin «her cinsel ilişkide utanç bulunması» üzerine söyledikleri gerçeğe uygun değildi. Bu anlayış, çok daha sonra ve salt Hıristiyanlığın etkisiyle çoğu Avrupalı için bir gerçek haline geldi. Bununla birlikte, Avrupa dışında, birçok toplum çok farklı cinsel değerler geliştirdi. Yüzyıllarca süren bir yalnızlıktan sonra Hıristiyan kaşifler böylesi toplumları keşfettikleri zaman, büyük bir şaşkınlığa düşerek gördüklerine güçlükle inanabildiler. Örneğin, Kaptan Cook, Tahiti'ye geldiği zaman Tahitililerin ayakta cinsel ilişki kurmaları ve her iştah ve tutkuyu izleyicilerin gözü önünde büyük bir hazla yerine getirmeleri karşısında büyük bir şaşkınlığa düşmüştür. Böylece Kaptan Cook, Dünya Çevresinde Yolculuk adlı yapıtını kaleme aldı (1769):

«Yaklaşık 1.80 cm boyunda genç bir adam, yaklaşık 11 ya da 12 yaşında küçük bir kızla, bizden birkaç kişi ve büyük sayıda yerlilerin önünde en azından yakışıksız ya da uygun olmadığı duygusuna kapılmaksızın, Venüs törenini yerine getirdi. Ancak göründüğü gibi oranın geleneklerine tam bir uyum gösteriyordu bu hareket. İzleyiciler arasında daha deneyimli birkaç kadın da vardı... Bu kadınlar, kızın bu konuda bilgilenmesi gerektiği için, üzerine düşen görevi nasıl yerine getireceğini öğretiyorlardı.»

Bununla birlikte, şaşkınlıktan donakaldığı halde soğukkanlılığını koruyordu Kaptan Cook ve birleşmeyi durdurmaya da kalkışmadı. Aslında, gözüdönmüş bir ahlakçı değildi Kaptan. Pratik bir İngiliz, bir dünya gezgini ve aydınlanma döneminin insanıydı. Adanın bu kökleşmiş gelenekleri ancak sonraki zamanlarda gelen Hıristiyan misyonerlerin baskısı ve zorlamasıyla ortadan kaldırıldı. Cinsel manzaranın etkisini kafasında canlandıra-bilen bir kişi bu manzaranın Augustine üzerinde nasıl bir etki yapacağını da görmüş olacaktı. Kişi, aynı zamanda onun görüşünü değiştirmemiş olacağını varsayabilirdi. «Utançsız» adalılarca ona yanlış gösterileni benimsemek yerine, olasılıkla şeytanın köleleri olarak hepsini mahkûm etmiş olacaktı. Bu Tahitili icracılar, bugün ABD'de görünmüş olsaydılar, başlarına ne geleceğini herhalde çok iyi biliyoruz.

«Canlı seks mağazalarında» 11 yaşlarında bir kızla söz konusu işi uygulayan herhangi bir adam, reşit olmayan bir kıza tecavüz etmekten hapishaneye yollanacaktır. Hatta daha kötüsü, «Çocuğa tecavüz eden» biri olarak ya da pedofili (sübyancı, çocuk sevici) gibi bir «cinsel psikopat» olarak ilan edilebilecektir. Bu da ona önce, sonra ya da hapishanede bulunduğu dönemde takılabilir. Eğer akkiyatrik tedavi için bir akıl hastanesine teslim edilebilirdi. Eğer aklanamazsa, geri kalan yaşamını polis kayıtlarına geçirilmiş olarak sürdürecek, öte yandan kıza da bir suçlu çocuk muamelesi uygun görülüp bir «islahevine» gönderilmiş olacaktı. Sonunda tüm izleyiciler de tanık oldukları için tutuklanabilir ve salt bu nedenle «uçarılık ve müstehcenlik», genel olarak özendirilmiş olurdu.

Bu örneğin de gösterdiği gibi, modern ABD'nin ahlak değerleri Preko-loniyal olan Tahiti'den tümüyle farklıdır. Burada (ABD'de de) suçlu ya da delirmiş kabul edilen insanlar, orada topluluğun değerli üyeleri olarak karşılanıyorlar. Şimdi ABD'lilerin, küçüklerin ahlaksal çürümesi olarak nefret ettiklerini, Tahitililer, pratik seks eğitimi olarak teşvik ettiler. Bize günah görünen, onlar için genelde dinsel bir amaç oldu. Nitekim halka cinsel bir gösteri sunmak isteyen Arioi toplumu, özel bir kutlama düzeni gerçekleştirdi. Kısacası, Tahitililer hemen hemen toplumumuza karşıt olan bir cinsel felsefeye imzalarını attılar.

Şimdi bu yüzden bunların «çökmüş», «bozulmuş», «çürümüş», «ahlaksal çöküntüye uğramış», «animalistik», «sağlıksız» ya da «sapıklık» oldukları sonucuna varabilir miyiz? Varamayacağımız açıktır. Ziyaretçilerinin tümü Tahitilileri dünyanın en mutlu, sağlıklı, arkadaş canlısı ve çok cömert insanları olarak tanımlamakta aynı fikirde birleştiklerinden dolayı, böyle bir suçlama yüzde yüz yanlış olacaktır. Bugün bile o saf kalpliliklerini sürdürmelerine karşın, gerçekte onların gerileyişi, yalnızca Batılı Hıristiyanlarla ilişkilerinden sonra başlamıştır.

Peki eski Tahitililerin cinsel törelerini benimsemeye çalışabilir ve bizim standartlarımızın yanlış olduğu sonucuna varabilir miyiz? Temelde hayır. Her şeyden önce, bir anlık yansıma bu türden bir radikal, ani değişimin gerçekleşemeyeceğini gösterir. Sonra, diyelim bu değişimi gerçekleştirdik; ancak bu, çözebileceğinden de büyük toplumsal ve cinsel sorunlara yol açabilirdi. Tıpkı, yabancı bir ahlak anlayışının Tahitililere yardımı olmadığı gibi, biz de böylesi yabancı değerlerin körü körüne benimsenmesine hayıflanabildik. Her toplumun cinsel normları, çok sayıda toplumsal amaca hizmet etmek ve birbirini desteklemek için uzun bir zaman süreci içinde geliştirilmiş olan gelenekler, yasalar ve öteki normların geniş bir ağıyla ilişki içindedir. Bu nedenle cinsel davranıştaki değişimler her zaman yaşamın birçok alanını etkilemiştir. Özel tarihsel durumlara rıza gösterilemez ve kültürel geleneklerin güçlüğüne önem verilmezse, sonuçta cinsel devrimin pek olumlu şeyler yapamadığı görülür.

Gerçekte bu, Pasifiklilerin tezelden Hıristiyanlaştırılması yanlışıyla özdeştir. Onlar için doğru olan bir cinsel ahlak, çocukların eğitimini engelleyen başka bir ahlakla yer değiştirdiğinde, onların geleneksel kur yapma ve evlilikleri karıştı ve halen yaygın olan aile kurumunu zayıflattı. Daha kötüsü de, bu değişimlerin hiçbiri gözle görülür bir yarar sağlamadı. Üstelik, yeni ahlak, başlangıçta nüfusun geniş kesiminin ahlakını da bozdu. Tüm toplumsal dokuyu gevşetti ve uzun, çalkantılı bir döneme yol açtı.

Biz karşılaştırmalı ahlak çalışmalarını genişlikte olduğu kadar derinlemesine de ileriye götürebilirdik kuşkusuz. Ancak şimdiye değin en azından bir temel bakışta açıklık kazanmış bulunuyoruz. Cinsel normlara ilişkin evrensel ve sürekli hiçbir şey yoktur. Tam tersine, karşı kültürel alanla karşılaştırdığımız zaman, bunlar oldukça keyfi ve değişebilir görünüyor. Ayrıca bunları benimseyen özgün toplumlara nesnel ve sağlıklı görülebilmesine karşın, bu toplumların dışındakiler, bunları saçma ve yoz bulabilirler. Özetle, cinsel konularda insanların «doğal» olarak adlandırdığı, genelde, herkesin yaptığından başka bir şey değil çoğunlukla.

Duyarlı erkekler ve kadınlar, her zaman bu gerçeği bilir ve ona göre davranırlar. Örneğin, Tahiti'de Kaptan Cook'un, belki ülkesinde bir linç ya da kargaşaya yol açabilecek bir cinsel gösteriyi soğukkanlılıkla izlediğini görmüştük. Aydınlanma döneminin bir kaşifi olarak Cook, bu hareketiyle basitçe şu atasözünün şanına uygun davranıyordu: «Roma'dayken Romalı gibi davran». Yani yerel geleneklere saygı göster ve ev sahibini gücendirme. Kaptan Cook'un bu tutumu beraberinde İngiltere'ye götürdüğü Tahitili, yakışıklı, soylu savaşçı Omai tarafından da izlendi. Bu Tahitili savaşçı, Londra'da büyük bir terbiye ile davrandı, sosyete salonlarında Londralıların geleneklerine uygun bir biçimde davranarak bayanların büyük ilgi ve övgülerini topladı. Bu Tahitili savaşçının cinsel davranışını tahmin edebiliriz yalnızca, belli aristokratik İngiliz hayranlarının hoşgörülü tutumuyla açıklanabilmesiy-

le birlikte, herhangi bir skandala neden olacak kadar «aşırı» bir tutuma girmediğini biliyoruz. Gerçekte, bu durumda bir putperestle Hıristiyan arasındaki karşılıklı saygının esaslı bir nedeni, onların karşılaşmalarının zamanla-masıydı. 18. yüzyıl İngilteresi, artık püritenik kuralların etkisinde olduğu gibi, erdemlilik taslayan bir hava içinde değildi. (19. yüzyıl Viktorya dönemi başka bir konudur.) Yunan ve Roma klasikleri üzerine çalışma, çeşitli dünyevi modern filozoflar ve uzak yabancı kültürlerle ilişki, Avrupalılara dinsel ve cinsel yönden biraz hoşgörülü olmayı öğretmişti. Gerçekte Kaptan Cook'un yazdığı raporların okunması ve Omai gibi insanlarla karşılaşılması, onların geleneksel ahlak varsayımları üzerine sorular sormasına yol açtı ve onları daha liberal bir kafa yapısına ulaştırdı. Fransa'da Kaptan Bougainvil-le, Pasifik Yolculuğu sırasında tuttuğu notlarını yayımladı ve büyük ansiklo-pedist Deniş Diderot, Bougovinville'in Yolculuğuna Ek adlı yapıtında, Polinezya'da cinsel ahlakı açıkladı 1772. Böylece, yavaş yavaş bazı Batı ülkelerinde eski katı cinsel tutumlar yumuşadı, soyut olarak benimsenmiş olan ahlaksal değerler nispi olarak gözden geçirilmeye başlandı ve insanlar eski yaşam biçimini eleştirmeye giriştiler. Çoğu da giderek kendileri için düşünmeye, kendi bildikleri yolda, kendi mutluluklarını izlemeye karar verdi. Kilisenin müdahalesi olsun devletin düzenlemesi olsun, her ikisinden de uzak durarak, ahlaksal baskılardan kurtulma istemlerini dile getirdiler. Bireysel ülküler ve özgürlük istemi giderek artan bir destek kazandı ve ABD ve Fransa devrimleri bir dizi siyasal ve toplumsal reformların gerçekleşmesine öncülük etti.

Bu, artık Batıda erdemlilik taslamanın ölümü anlamına gelmiyordu. Gerçekte bu olgu, hâlâ orta ve aşağı sınıflar içerisinde canlılığını sürdürüyor ve yukarıda vurguladığımız gibi, sonraki yüzyılda yeniden büyük bir güç kazanıyordu. Oysa, orada eğitilmişler arasında, kısıtlanmamış Batı yanlısı, Batılı olmayan cinsel geleneklerin bilinci kalmıştı. Aslında Augustine, Hıristiyan kardeşlerinin her biri için hiçbir zaman bir konuşma yapmamıştı. Resmi ahlak perdesi arkasında, her zaman bir eski yerel Avrupa duyarlığı oluşmuştu. İşte Hıristiyan münzeviliğinin varışıyla birlikte, bu duyarlık küçük düşürülmekte, yadsınmakta ve yeraltına itilmekteydi, ancak Ortaçağda halk festivallerinde, Rönesans sanat ve edebiyatında, Barok'un görkemli ve şatafatlı törenlerinde, kırsal törelerde, kentsel biçimde, kaba folklor ve aristokratik şaşaada tiyatro, müzik ve dansta tekrar tekrar ortaya çıktı bu duyarlık. Aynı nedenle, gerçekte Batılıların cinsel davranışı, hiçbir zaman onların dinsel dogmaları ve dünyevi yasalarının öne sürdüğü kadar sevimsiz bir disiplinde olmadı. Özellikle çiftçiler ve feodal efendiler büyük ölçüde daha az bastırıcı cinsel ölçülerle yaşamışlardır. Kendini tutanlar ve katılıkta diretenler, çok kere rahipler zümresi ve modern zamanlarda ise burjuvaziydi.

Bununla birlikte, Batı dünyasının başarılı bir biçimde sanayileşmesinden sonra, önceleri ahlak ve davranışlar konusunda tutucu olan orta sınıflar, cinsel konularda daha hoşgörülü oldular. Maddi rahatları artarken, cinsel özgürlükler olmaksızın, ekonomik ve siyasal özgürlükler elde ettiler. Böylece, bu yüzyılda cinsel liberalleşme eğiliminde bir artış gördük. Batı liberal gelenekleri ve Batılı olmayan kültürlerin deneyimleriyle ilgilenen bir hayli bilgin, ahlakçı ve sade yurttaşlar, bugün cinsel baskının olmadığı yepyeni, insanca bir dünya için savaşım vermektedir.

Şimdi yüzyıldan daha fazla bir süre içinde, bu çalışmaların önemli bir bölümünü insanın cinsel davranışı ve onun toplumsal sonuçları üzerine yapılan bilimsel araştırmalar oluşturmaktadır. Tanımlamalarla seks araştırmaları, cinsel sorunlara akılcı bir yaklaşımı geliştirme eğilimi taşıyor ve böylece cinsel önyargı bilgisizlik ve korkuyla savaşılıyor. Bu anlayışladır ki, aşağıdaki sayfalarda çalışmanın çeşitli alanlarında toplanan bilgiyi tanımlamaya girişilebiliyor. Gerçekte, elinizdeki kitabın kapsamı çerçevesinde seksle ilgili tüm toplumsal sorunlara değinmek pek olası görünmüyor, ancak kişi az bir tarihsel ve karşı-kültürel gözlemleriyle bunların karmaşıklığında en azından bazı anlayışlar kazanabilir. Bu nedenle, metnin bu son bölümü, çağımızda cinsel eşitlik kavgası, cinsel sapkınlık sorunu, evlilik ve aile tiplerinde yakın değişimler, cinsel baskıların niteliği ve cinsel devrim diye adlandırılan günümüzdeki çarpışmanın kısa bir çözümlemesini sunuyor.


9. ERKEĞİN VE KADININ TOPLUMSAL

ROLLERİ

Tüm toplumlarda, erkek ve kadınlar arasındaki açık biyolojik fark, onların davranış ve tutumlarını biçimlendiren ve sınırlandıran, onları farklı toplumsal rollere zorlamayı haklı gösteren bir öğe olarak kullanılır. Yani toplum, cinsiyetin doğal farkına rıza göstermez, ancak her birine kültürel bir cinsiyet farkı eklemekte ısrar eder. Bu yüzden basit fiziksel olgular her zaman karmaşık psikolojik niteliklerle iç içedir. Bir erkeğin erkek olması yeterli değildir; aynı zamanda erkeksi görünmesi de gerekir. Aynı biçimde, kadın olmak da yeterli değildir, kadın da kadınsı olmalıdır.

Oysa kadın ve erkek arasındaki karşıtlık artmış ve özellikle bu biçimde vurgulanmıştır, bu da toplumsal rollere duyulan gereksinimi doğrulayan biyolojik farkların daha da derinleşmesine götürür. Öte yandan, başka bir yola koymak amacıyla, cinsiyet farkları, daha sonra cinsiyet farkları olarak açıklanan cinsel farkları yaratmak için kullanılır. Sonra sırasıyla cinsel farklar istenir ve bu böyle sürüp gider. Bu yinelenegelen bir muhakemeden başka bir şey değildir, ancak toplumsal bakımdan oldukça etkindir. Örneğin, bizim ataerkil toplumumuzda erkekler, toplumsal olarak etkin pozisyondan hoşlanırlar. Böylece ilk yaşlardan başlayarak oğlanlarda bu pozisyona ulaşılır ve bunu sağlamak için onların izin verilen bir erkeksiliği elde etmelerine yardım edilir. Aynı nedenle kızlara da uysal bir kadınsılık edinmeleri öğretilir. Kadın ve erkek arasında sonuçlanan farkın doğuştan geldiği açıklanır ve

bu, varolan güç düzenlemesini savunmak için kullanılır. Yalnızca bunu benimsiyor. Kadının rolü salt kadınsı kadınlara nispi avantajlar sağlarken, erkek toplumsal rolünün de erkeksi erkekleri ödüllendirmesi tasarlanır. (Kavgacı erkekler daha büyük işlere koştururlar: hoş, güzel kabul edilir kadınlar da daha zengin koca bulur.)

Başka bir deyişle, erkeksilik ve kadınsılık, toplumsal ayırıma yanıt olarak geliştirilen cinsel niteliklerdir. Oysa bir kere onlar cinsellik ayrımını doğ-rulayıp birleştirerek gelişmektedirler. Erkeksi ve kadınsı cinsel roller, birbirlerini karşılıklı olarak zorlar ve bu nedenle onlar üzerine kurulu olan eşitsizliği ebedileştiririer.

Açıktır ki, bu psikolojik mekanizma yalnız, kadınlar ve erkeklerin davranışı, genel olarak kabul edilen sınırı aşmadığı sürece işleyebilir. Bu yüzden her toplum, değiştirilemez, «ebedi», «doğal», «toplumsal» olarak adlandırdıkları cinsel rolleri öne çıkarmak, bu tür ihlalleri önlemek için uğraşır. Bunları onaylamayı reddeden herhangi bir kimse, bir «sapkın» sayılarak baskıyla karşılaşır ve yalnız topluma karşı değil, aynı zamanda «doğanın» kendisine karşı, bir saldırgan olarak cezalandırılır. Böyle sapkınlıklar üzerine tarihsel bir örnek, yalnızca İngilizleri yenerek Fransız ordusunu zafere götürmekle kalmayıp, aynı zamanda erkek elbiseleri giyen genç kız Jeanne D'Arc'ın durumudur. Son duruşmasında derhal doğa yasalarını çiğnemekle suçlanıp şiddetle cezalandırılmıştır.

Yüzyıllar sonra, birçok insan, sözde «doğal» yasaların böyle şiddetli toplumsal uygulamalara niçin gereksinim duyduğunu merak etmiştir kuşkusuz. Ama bu yasalar gerçekten doğal idiyse, zaten erkek olsun kadın olsun, her ikisine de doğal gelecekti. Oysa, cinsiyetlerin, sözde doğal eşitsizliğinin savunucularının bu eşitsizliğin devam etmesinden başka bir şeye içerlemedikleri, dikkate değerdir. Gerçi, onların bu konudaki tartışmaları gerçek olsaydı, erkeklerle yarışma gücü olmayacağından, kadınların eşit şansları olduğunu yadsımaya gerek duymayacaklardı. Eğer kadınlar «doğuştan» ikinci derecede yaratıklarsa, erkeklerin hiçbir şeyden korkması gerekmeyecekti. Bu nedenle, böyle yarışmalardan birçok erkeğin korkması olgusu, iddialarının doğruluğuna yeterince kuşku düşürüyor.

İnsanın istek ve kapasitelerinin, bizim geleneksel cinsel rollerimizin dar sınırları ötesine gitme eğilimi taşıdığı bir gerçektir. Hatta bu eğilimi denetim altında tutmak için tüm toplumsal otoritelerce birleştirilen çabalar bir kesinlik kazanır. Bu tür toplumsal denetim, anababanın kılavuzluğu biçiminde, akran gruplarının baskısı ve yasa uygulamaları gibi yalnızca dıştan değil, aynı zamanda her bireyin kendi imajını belirleyen değerler ve kavramlar biçiminde içten de görünebilir ve bu durumda cinsel ile cinsiyet kavramları çok ciddi sorunlar yaratarak insanın kafasını karmakarışık eder.

Örneğin, basmakalıp kadınsı ve erkeksi tiplerin, kendilerine uygun olmadığını hisseden ya da onların çok sınırlandırıcı olmalarından keyfi kaçan erkek ve kadınlar, aynı zamanda kendi biyolojik cinsiyetleri hakkında iki yönlü duygular geliştirebilirler. Bunun sonunda onlar, sevdikleri başka rolü oynamalarını sağlayan farklı vücutları arzulamaya başlayabilirler. Erkekler kadınların toplumsal ve cinsel bakımdan edilgin olduğu söylenegeldiğinden, başka bir örnek olmak isterler, ancak cinsel ilişkide etkinliği ele alan ve toplumsal bakımdan kavgacı bir kadınla karşılaştıklarında, çok kere kafaları allak bullak olur. Bir kadında, bu kadınsılık eksikliğiyle yüzyüze gelinmesi bir erkeği onun kadınlığını tartışmaya itebilir.

Eğer bu çekişme tanıkların gözü önünde olmazsa, bu kez erkek, kendi erkeksiliğinden kuşku duymaya başlayabilir ve cinsel bakımdan işlevsiz kalır. Tersi durumda ise güzel, nazik ve edilgin bir kadtn pekâlâ dalgasını geçebilir ve kendini bir «sapık» ya da «eşcinsel» olarak açığa vurabilir. «Gerçek kadın» ona «gerçek erkek»ten daha az ilgi gösterir ve bu yüzden onu cinsel bir eş olarak reddeder.

Bununla birlikte karışıklık daha ileriye gider. Orada her karşılaşmada bir edilgin (kadınsı) ve bir etkin (erkeksi) cinsel eş olması gerektiği kanısı öyle diretir ki, bu birçok karşıcinsel ilişkiyi çökertmekle kalmaz, aynı zamanda bu basmakalıplıklardan sonra kendilerini model olmaya zorunlu hisseden belirli eşcinsel davranışı da etkiler. Böyle yaparak, onlar, hatta aynı cinsten üyeler arasında cinsel ilişkilerde olan, ki onlardan biri kendini «kadın» varsayıp öbürü erkek rolü oynaması gereken garip inançlara destek verirler. Gerçekte, kadın olsun, erkek olsun, her eşcinsel çiftin bir etkin (erkeksi) ve bir edilgin (kadınsı) eş içerdiği biçiminde genel bir izlenim vardır. Ancak tümü erkek sevicilerden oluşan eski Yunanın ünlü eşcinsel seçme birlikleri gibi genomeni açıklamak, yukarıda anlatılan inançları koruyan insanları büsbütün sarsar.

Bu bakışların tümü yanlış bir varsayımdan gelen yanlış bir sonuçlandırma üzerine kuruludur. Bu varsayım, erkeklerin doğal olarak etkin, kadın-

Fahişelik suçu

Çoğu Batı Avrupa devletinden başka günümüzde ABD'nin çoğunluk Federal Devleti fahişeliği suç olarak cezalandırmaktadır. Buna karşın Antik dönemde ve Ortaçağ'da fahişeliğe büyük ölçüde tolerans tanınıyordu ve birçok kentte genelev olması normaldi. Ortaçağ Avrupa'sında genelevlerin kilise yakınlarında bulundukları sık görülür. ABD'de 19. yüzyılda birçok yerde legal olarak işleyen genelev vardı.

Antik Romada genelev bozuk parası.

Ortaçağ genelevi.

ların ise doğal olarak edilgin olduğunu belirtir. Yanlış sonuçlandırma ise her etkin olan kişinin erkeksi bir rol oynarken, her edilgin kişinin de kadınsı bir rol oynadığını ileri sürer. Oysa gerçek durumda ne cinsiyet, ne de cinsellik bu biçimde karakterize olmaya gereksinim duymaz. Aslında bazı insan topluluklarında kadın ve erkekler için rol belirlenimi, bizim toplumumuzun tersinedir. Özcesi, bizim cinsel basmakalıplığımız üzerine kesin ya da doğal hiçbir şey yoktur.

Aynı nedenle, iki «etkin» ve «edilgin» eş özendirici bir ilişkiye sahip olabilene ve etkin edilgen her iki cinsiyetin tutumları, her ikisi için de uygun görülene değin tam insan eşitliği kazanılmış olmayacaktır.

Bu, ideal bir gelecekte, tüm insan farklarının görünmez olacağı anlamına gelmez. Gerçekte, bir kere eski basmakalıplıklar safdışı olmaktadır. Her cinsten bireyler arasındaki farklar ise muhtemelen artar. Üstelik, toplumsal eşitlik koşulları altında, bu bireyler aynı zamanda mutlu bir biçimde farklı cinsiyet rollerini oynamaya devam ederler. Böyle cinsiyet farklarıyla ilgili hiçbir yanlışın olmadığını göstermeye gerek kalmayacaktır. Biz insanlarda, «farkın» aşağı ya da üstün derecede olması gerekmediğini anladıkça onlar yaşamlarını büyük ölçüde yeniden zenginleştirecektir. Başka bir deyişle, kadınlar ve erkekler için eşit haklar isteyenler, sıkıcı bir birliktelik değil, sömürülmüş olmaksızın gelişebilecekleri değişik bir toplumsal ortam istiyorlar.

Aşağıdaki sayfalarda, seks ve cinsiyetin temel kavramlarının daha derin bir biçimde ele alındığını, erkek ve kadınlar için getirilen farklı ahlak standartlarının kısa bir tartışmasının sunulduğunu göreceksiniz.

CİNSELLİK VE CİNSİYET

 

Bu kitabın başlarında, insanın cinsel davranışının gelişmesini tartışırken, kişinin fiziksel cinsiyeti (vücudun dişi ya da erkek karakteristikleri) cinsel rolü (erkek ya da dişi olarak toplumsal rolü) ve cinsel yönelimi (erkek ya da dişi cinsel eşleri tercih) arasına bir ayrım getiriyorduk.

Aynı zamanda, biz insanların «fiziksel cinsiyetlerinin» erkeklik ya da dişiliğe, onların «cinsel rollerinin» erkeksi ya da kadınsılığa ve «cinsel yönelim» teriminin karşıcinsellik ya da eşcinselliklerine ait olduğunu açıklamıştık. Şimdi kadınlarla ilgili olarak ilk iki kavram üzerinde yoğunlaşacağız. (Her üçü üzerine ayrıntılı bir tartışma için «Cinsel Davranışın Gelişmesi» başlıklı konunun girişine bakınız.)

Birinci tartışmamızda, fiziksel cinsiyet ve cinsel rollerin her zaman kusursuz bir düzenleme içinde olmadığını gördük: Bir kişi pekâlâ erkek ve kadınsı, ya da kadın ve erkeksi olabilir. Bundan başka, biz fiziksel cinsiyet ve cinsel rollerinin ölçü konusu olduğunu da gördük: İnsanlar, karşılaştıkları belirli fiziksel ölçütlerin derecesine göre dişi ya da erkektirler. İnsanlar,

belirli kültürel basmakalıplıklara karakter ve davranışlarının uygunluğu ölçüsünde erkeksi ya da kadınsıdır. İnsanların fiziksel cinsiyetinin belirlenmesinde, yani onların erkekliği ya da kadınlığı söz konusu olduğunda, vücutlarını gözden geçirdik; insanların cinsel rollerinin belirlenmesinde; yani erkeksiliği ya da kadınsılığı, tutumlarını ve bunları ifade biçimlerini gözden geçirdik. Bir kere, fiziksel cinsiyet ve cinsel rol kavramları arasındaki temel farkı kavradık, bir erkek ya da kadın olmanın karmaşıklığını kavramaya doğru ilk adımı attık. Ancak, bu ilk adım kesinlikle yeterli değildir. Gerçekte, konuyu iyice kavramak istiyorsak, şimdi bunlar arasında başka bir ayrım belirlememiz gerek: «Cinsel Rol» ve «Cinsel Kimlik». «Cinsel Rolü» kadın ya da erkeğin toplumsal rolü olarak oldukça geniş bir biçimde ele almıştık. Yani, insanların erkeksiliği ya da kadınsılığının gösterilmesi yolunda... Şimdi bunun aşırı basitleştirilmiş olduğunu kabul etmeliyiz. Çünkü, kişi herhangi bir toplumsal role en azından iki bakış açısıyla yaklaşabilir: Rol alanlar, öbürlerine nasıl göründükleri ve kendilerine nasıl göründüklerine göre yargılanabilirler. Aslında insanlar bunu inanarak da inanmaksızın da yapabilirler, rolleriyle özdeşleşebilir ya da özdeşleşmeyebilirler.

Aynı zamanda, bu cinsel rolün gerçeğidir. Örneğin, erkek bedenli çocuklardan erkeksi bir rol oynamaları beklenir, onlar da çoğu kez bu rolü seve seve yerine getirirler. Bununla birlikte, bazı durumlarda bu rolün dış görünüşüne karşın bir çocuğun gizlice kadınsı bir rolle özdeşleşerek, yüzeysel, yarı-yürekten bir performansla yapılması da olasıdır. Gerçekte, uzun bir süre içinde bu kadınsılıkla özdeşleşme, erkeksi davranış ve fiziksel erkek özelliklerinin her ikisinin de sözde bir cinsiyet değişimine gönüllü bir biçimde kendilerini koyvermelerinde olduğu gibi, kendisini oldukça güçlü bir şekilde gösterebilir. Başlangıçtan sonra, «oğlanın» bir kız olarak yetiştirilmesinin daha iyi olacağı açıklığa kavuşmuş olabilir. (Bkz. «Transseksüe-lizm») Bereket versin, bu tür durumlar seyrek olarak karşımıza çıkar, ancak bunlar insanların cinselliklerinin nihai ölçütünün ne fiziksel koşullar ne de onların açık davranışı olmadığı, bunun yalnızca kendi özdeşleşmesine bağlı olduğunu gösteriyor: Bu yüzden, «cinsellik» hakkında konuştuğumuz zaman, iki farklı görünüşü ayırt etmemiz gereklidir. Cinsel rol (erkek ya da dişi olarak toplumsal rolü) ve cinsel kimlik (erkek ya da dişi olarak özdeşleşmesi - kimliği).

KARŞI CİNSİN ELBİSELERİNİ GİYENLERE TARİHTEN ÖRNEKLER

Eski Yunan şairi Homer, büyük kahraman Akhilles'in, Truva savaşları sırasında kadın elbiseleri giydiği ve bir kız gibi yetiştirildiğini yazar. Oysa biz aynı zamanda buna ek olarak başka birçok tarihsel kişilerin de karşıcinsin elbiselerini giyindiğini biliyoruz. Karşıelbise giyenlere, örnekler dizisi pagon dönemi Roma imparatoru Heliogabulus'tan (3. yüzyıl), Christian abbe de Cnaisy'ye (17. yüzyıl) ve bir köylü kızı olan Jeanne D'Arc'tan (15. yüzyıl) isveç Kraliçesi Chhstine'e (17. yüzyıl) uzanır. Tüm bu erkek ve kadınların davranışlarının aynı güdülenme-ler göstereceği varsayılmamalıdır. Üstelik onları «transvestitler» olarak tanımlamak da, olayı aşırı basitleştirmek olacaktır. Gerçekte onların bazıları belki de transseksüeldi ve başkaları çevresinin büyük şaşkınlıklara düşmesinden, ya da cinsel olmayan nedenlerle, karşıcinsin giyim biçimini kabul etmekten hoşnutluk duyuyorlardı. Bazıları da bu karşıcinsten olanların elbiselerini giymeyi geçici olarak uyguladılar ve sonunda bunu tümden bıraktılar.

(Yukarıda solda) Cornbury Lordu Edward Hyde, New York ve New Jersey sömürge valisi. Biyoloik olarak erkekti ama kadın giysileri kullanmaktan ve hatta halk içinde bile kadın giysileriyle görünmekten hoşlanırdı. Burada görülen portresi, çağdaşlarının hoşgörüsüne ve kendisinin utangaçlığına bir kanıttır.

(Yukarıda sağda) George Sand (Lucille Aurore Dugin), 19. yüzyıl ünlü Fransız yazarı, biyolojik olarak kadındı, ancak bir erkek adı kullandı ve erkek kılığıyla göründü. Bir süre bu yaşam biçiminden büyük zevk aldı ama sonunda daha uygunca bir yaşam biçimini benimsedi.

(Aşağıda) Şövalye d'Eon, 18. yüzyıl Fransız diplomatlarından ve saygın bir şövalye. Biyolojik olarak erkek cinsiyetliydi, ancak uzun kariyeri süresince erkeksi ve kadınsı roller arasında birkaç kez değişiklikler gösterdi. Solda bir erkek gibi yaşarken, sağda ise bir kadın gibiyken. Ne var ki şövalye her iki cinsel rolde de şövalyeliği elden bırakmadı.



Kuşkusuz, çoğu bireylerin cinsel rolü ve cinsel kimliği birbirine uyar. Böylece, örneğin çoğu kadın, yalnız kadınsı bir rol oynamakla kalmaz, aynı zamanda bu rolü gerçekten kendileri için yaparlar. Yine yalnızca kadınsı nitelikler geliştirmek ve göstermekle kalmayıp, aynı zamanda bu niteliklerin «kendi gerçeklerinin» gerçek bir dışavurumu olduğunu kabul ederler.

Kadınların çoğu, kuşkusuz kadınsılıklarını sakatlanmış ve sınırlanmış olarak yaşayabilir ve kadınsılığın tanımını derinleştirmeye çabalayabilirler; ancak ilke olarak kadınsılığı kabul etmedikleri anlamına gelmez bu. Onlar rolleriyle özdeşleşir ve bu rollerini her açıdan görmek isterler. Gerçek cinsel kimliğine kavuşmuş kadınların sorunlu olanlarına seyrek rastlanır. Bu yüzden, genelde kadını etkileyen toplumsal sorunlar hakkında konuştuğumuz zaman, cinsiyet ve cinselliğin genişlemiş kavramları üzerine yoğunlaşarak, kimlik ve rol arasındaki karşılıklı ilişkiyi gözardı edebiliriz çok kere.

Görüldüğü gibi «cinsiyet» biyolojik, cinsellik ise psikolojik ve kültürel bir terimdir. Cinsiyet, üzerine cinselliğin yapılandırıldığı bir temeldir. Bebekler doğunca, cinsiyeti, dış cinsel organlarına bakılarak çabucak belirlenir, hemen sonra da cinsel rolleri başlar. Başlangıçta anababaların farklı yaklaşımları, okşamaları, cezalandırmaları, oyunları, oyuncakları, giysiler, saç biçimleri, kitapları, mobilyaları, mücevherleri ve benzeri nesneler, oğlanlar ve kızlar arasındaki cinsel farklılığı yavaş yavaş artırır. Akrabalar, arkadaşlar, oyun arkadaşları, dadıları, hemşireleri ve öğretmenleri, verilen bu farklılıkları kendi örnekleriyle, ne zaman ortaya koyabileceklerini bir kez daha vurgulayarak gösterirler. Böylece, birkaç yıl içinde çocuklar yalnız erkek ya da kadın olarak bir kimlik kazanmakla kalmayıp aynı zamanda «uygun» bir kadınsı ya da erkeksi davranış benimserler. Özcesi, insanlar kendi cinsel kimlik ve rollerinde herhangi bir akılcı seçme ve denetimden geçmeden önce onları da denemeye başlayabilirler. Yani onların cinsel kimlik ve rolleri, cinsiyetlerine «benzeştirilir» ve zamanla bu sürekli hale gelir. (Ayrıntılar için «Cinsel Davranışın Gelişimi», «Bebeklik ve Çocukluk»a bakınız.)

Kuramda, iki cins arasındaki fark herhangi bir sorun yaratmaz ve hatta bu bir sevinç kaynağı olabilir, ancak artık gittikçe artan sayıda insan, ne yazık ki, pratikte çoğu kez adaletsizliğin, eşitsizliğin bir yansıması olarak anlamaya başlıyor bunu. Bizim de içinde bulunduğumuz çoğu toplumlarda, kadına erkekten daha aşağı bir statü veriyor ve kadınsı niteliklere, erkeksilerden daha az saygı gösteriyorlar. İşte bu yüzden kadınların cinsiyeti bir aşağılanma belirtisi oluyor. Öte yandan, erkekler ise, erkeksiliklerini statülerinin bir güvencesi olarak algılıyorlar. Bu, cinsiyetin aynı zamanda toplumsal güç ve güçsüzlük sorunuyla ilgili olduğu anlamına geliyor. Son çözümlemede, bu olay, siyasal bir sorun olarak çıkıyor karşımıza.

Bu yüzden, çağdaş feminist hareket uzun zamandır kadınların resmi ve özel, genelde her işe katılmaları ve kadınların siyasal eğitimi üzerinde özellikle duruyor. Ayrıca kadınlar, öteki siyasal ve resmi haklarla birlikte kadınlara oy verme hakkı tanınması için savaşım veriyorlar; buradan kalkarak, cinsiyetler arasındaki güç degnesinin düzenlenmesi umudunu taşıyorlar. Dahası, aynı zamanda feministler, bir kere eşit haklar sağladıklarında, birçok yönlerden eşit görüneceklerini tartışıyorlar uzun zamandır. Kuşkusuz, belli cinsiyet farklılıkları her zaman kalır, ancak şimdiki cinsel farklılıkları daha bir vuurgulanabilir. Hatta, farklılıklardan herhangi birinin bırakılıp bırakılmadığının görülmesi de oldukça ilginç olacaktır.

Temel biyolojik olgular tartışılmaz: Çocuklara yalnızca kadınlar dayanabilir, bakabilir ve ortalama olarak erkekler, kadınlardan daha cüsseli, güçlü ve daha hızlıdır. Aynı zamanda yetişkin bir erkek vücudu, yetişkin bir kadından daha fazla androjen içerir. Ancak insanlar hiçbir zaman bu basit olgularla yetinmezler. Onlar her zaman bu olguların psikolojik anlamları üzerine varılan sonuçlandırmalara yönelirler. Böylece toplumumuzda kadın özelliklerinin zayıflık, duygusallık, edilginlik, tepisellik, uysallık; erkek özelliklerinin ise etkinlik, saldırganlık, güçlülük, kendine egemenlik ve akılcılık olduğu biçiminde bir görüş çıkar. Bu nedenle; erkeklerin daha iyi dövüşçü, ağır araçları kullanıcı, ağır şeyleri kaldırıcı, teknik sorunları çözücü ve soyut düşünmeye eğilimli oldukları kabul edilir. Kadınların ise çocuk yetiştirme ve eğitiminde, küçük ince aletler kullanmada, dekorasyon ve iletişim alanlarında üstün oldukları söylenir. Bunların tümü önemli ölçüde kuşku duyulabilir genellemelerdir, ancak gerçek olarak kabul etsek ile günümüzde toplumsal durum ve biyolojik mirası bunların yansıtıp yansıtamadığını söylemenin gerçekten olası görünmediğini anlamamız gerekir.

Aslında erkek ve dişiler arasındaki ayrımın doğumdan başladığı belirtilir ve bu ayrım devam ettiği sürece, onların «karıştırılmamış» özellikleri bir varsayım olmaktan öteye gidemez.

Herhalde bu arada antropologlar bazı toplumlarda erkeksi ve kadınsı rollerin bizim toplumumuzda görülenin hemen hemen tersine olduğunu bulmuş ve tanımlamışlardır. Yani kadının kavgacı, evinin erkeği gibi her şeyi sağlayan, erkeğin de halim selim bir ev kadını gibi görünmesi. (Örnekler için, Margaret Mead'in «Üç İlkel Toplumda Seks ve Mizaç» adlı çalışmasına bakınız 1933). Bundan başka bu roller, kadınların ağır işlere koşulduğu (su taşımak, ağır şeyler götürmek), gelişmekte olan ülkelerde de gözlenmiştir. Aynı zamanda bu bağlamda kadınların çoğu toprağı işleyip, balık tutarken, erkeklerin de kendilerine daha kolay işleri buldukları görülmüştür.

Bir yandan kadınların «zayıf cinsiyet» olduğunu ilan edip, öte yandan tüm ağır işleri kadınların ve kızların yapmasına izin veren erkeklerin, bu tutumlarına hayret etmemek elde değil. Güç ilişkilerinin mantıksal bir anlamı olması gerekmiyor. Onlar aklı uyanık tutmadığından, bir sonuca ulaşmıyorlar. Aslında eski Roma'nın zengin yurttaşları, çocuklarının eğitimini, aşağı sınıftan görmelerine karşın, kölelere emanet etmekte duraksamıyorlardı, hatta daha yakın zamanlarda Avrupa monarşileri, ülkelerinin yönetimine yardım etmeleri ve aristokratik yönetimin üstünlüğünü göstermek için aşağı sınıftan adamlar kullanıyorlardı. Tam mantıksal bir bakış açısından, herhangi bir cinsel rol ayrımını doğrulamak ya da bunun çok yaygın biçimde benimsenişini açıklamak zordur. Kişi yalnızca ayrımın varolduğu olgusunu ve bu bakış açısının da, çok kere kadınların boyun eğmeleri ve iftira konusu olmalarını ima ettiğini görüyor.

Sırasıyla, erkeğin ayrıcalığı ve kadının boyun eğmesi, erkeksi ve kadınsı özelliklerin her ikisini de bozar. Birçok erkekte, tüm hareketlerini sınırlayan ve erkeksiliğini renklendiren tutucu, heyecanlı bir kibir gelişir.

Başkalarını tehdit edip alaya alıyor görünen bu sağlıksız tutum, belki de en iyi İspanyolca «maşizmo» sözcüğüyle tanımlanır, (macho: erkek anlamına geliyor). Öte yandan, kadınlar, çift cinsel standardın adaletsizliğine maruz kalmak ve tüm etkinliklerini ellerinden alan yalancı bir saf kadınlık ülküsünü yaşatmak zorunda kalıyorlar.

ÇİFT STANDARTLIK

 

Çift standart terimi, erkekler ve kadınların cinsel davranışları için farklı normlara sahip olduğumuz olgusuna dayanır. Yani yalnız bizim toplumumuzda değil, aynı zamanda öteki toplumlarda da kadınlar, erkeklerden daha çok cinsel engellemelerle karşılaşmaktadırlar. Geleneksel olarak kız-

lar ve kadınların «saf» ve «masum» kalmalarını sağlamak amacıyla cinsel olanakları daha şiddetli bir sınırlandırma ile karşılaşmaktadır. Öte yandan, oğlanlar ve erkeklerin de çok kere, kendi hayvansı doğalarının gerektirdiği gibi çılgınlıklar yapmaları özendirilmektedir. Erkekler ise kabul edilebilir cinsel çapkınlıktan hoşlanırken, aynı nedenle, dişiler de çoğu kez en küçük bir cinsel ihlal yüzünden cezalandırılmaktadır.

Bugün de çift standart büyük ölçüde toplumsal baskı, ahlaksal telkin, görgü kuralları, gelenekler, usuller ve tabularla dolaylı olarak işletilmektedir. Geçmişte ise karıları, kızkardeşleri ya da kızlarının «uygun olmayan» davranışları üzerine, erkekler onları doğrudan hırpalıyor, hatta öldürüyorlardı. Erkeklerce koyulan yasa elbette erkeğin görüşünü destekleyecek ve aynı zamanda kadınların zina yapmasını ve evlilikten önce bakirelik yitiminin sert bir biçimde cezalandırılmasını sağlayacaktı. Zinacı ya da «kızı iğfal eden» erkekler ise yalnızca başkalarının haklarını çiğnemekle cezalandırılıyordu. Başka bir deyişle, kadınlar, erkeğin malı olarak sayılıyor, yani babalarına, kocalarına ya da kardeşlerine bağımlı oluyorlardı. Böylece zina ve iğfal, kadının değerini düşürünce, onun koruyucusu ya da vasisine, zarar ziyan tazminatı ödenmesi gerekiyordu. Örneğin Eski İsrail'de bir kızı iğfal edenin «bakirenin çeyizi»ne göre babasına para vermesi zorunluydu. (Exodus. 22, 17). Hatta 19. yüzyıl İngilteresinde bir koca resmen, karısını iğfal edenden biraz mali tazminat isteyebilirdi.

Şurası da açıktır ki, çift standart daha çok cinsel ahlakın sorunlarına bağlı olmaktan çok, daha temel bir soruna dikkat çeker. Bu sorun yakınlarda «seksizm» olarak yeniden belirlenmiştir, yani toplumsal ayrımın tüm türlerinin temeli olarak bir kişinin cinsiyetini kullanan bir düşünce ya da bir tutum. Daha özgür olarak, kadın haklarının çağdaş savaşımcıları (Şoven adlı üstün bir Fransız kahramandan sonra), erkek ayrıcalığı üzerine usdışı ve bağnazca diretmeleri tanımlamak için «erkek şovenizmi» terimini kullandılar.

Ne yazık ki erkek ayrıcalığı, uzun bir tarihsel geçmişten bu yana hâlâ tüm toplumsal kurumları avucunun içinde tutmaktadır. Gördüğümüz gibi, cinsel davranış için çift standart temelde erkeğin hemen hemen, kadın üzerinde ekonomik, resmi ve cinsel gücünün tümünü yansıtmaktadır. Toplumlar, kadının, tüm önemli kararları alan erkeğe bağlı olduğu biçiminde örgütlenmiştir. Kadınlar, genel işlerde hiçbir ses çıkaramaz ve dar bir çevre içine sıkıştırılırken, erkekler tüm siyasal, dinsel ve sanatsal otoriteyi ellerinde tutarlar. Özcesi, insanlar ataerkil bir toplumsal sistem altında yaşamaktadırlar. (Patriarkal, yani ataerkil; Yunancada baba düzeni anlamına gelir.)

Bu arada kuşkusuz bu ataerkil sistem nedense değiştirilmektedir. Aşırılıklarının en kötüleri düzeltilmekte, ancak, kadınların da iyice anladığı gibi, ilkeleri bu günlere değin gelmiştir. Gerçekte birçok erkek tarafından «doğal» ve kaçınılmaz olarak savunuluyor. Kanıt olarak, ataerkilliği en erken çağlara değin uzanan evrensel bir kurum olarak göstermek için bir hayli tarihsel ve antropolojik tanıklara dikkat çekilmekte.

Oysa son yüzyıl içinde bu bakışa, ataerkil kültürün, şeylerin sağlıklı düzeninden şanssız bir sapmadan başka bir şey olmadığını ve biraz uzak geçmişte, tüm insanların anaerkil sistem altında daha merhametli ve insancıl bir biçimde yaşadığını açıklayan bilginlerce tekrar meydan okunmaktadır.

Her ne kadar doğruluğun, şimdiye dek kurulmuş bulunan anaerkil bir sistemin günümüzde ya da geçmişte kurulmuş olduğunu ortaya koyacak kesin kanıt olmadığını açıklamamızı istemesine karşın, bu tartışmada bu bağlam içinde bizim bir yan tutmamız zorunlu değildir. Kurulmuş olan, birkaç anasoyluluk sistemidir. Bu durum kadına kuşku duyulamayacak bir konum kazandırır, ancak temelde bu, kadınların toplumsal olarak da egemen bir pozisyonda olduklarını göstermez.

Toplumlar aynı zamanda anaerkil ve babaerkil bir sisteme sahip olabilir. Anasoylu sistemin yaygın bir biçimde kabulü, burada bazı ilişkilere sahip olabilen ilginç bir noktaya getiriyor bizi.

Babadan çok, ana yoluyla aile bağını izlemek daha doğrudan daha «doğal» ve kolaydır. Bazen bir bebeğin babası güçbela belirlenirken, anasının belirlenmesinde asla kuşku duyulmaz. Bir babasoylu sistem, ancak kadınların gebeliklerinin tüm aşamalarının hesap edilebilmesi için onun yakından denetlenmesi koşuluyla işleyebilir. Bu nedenle, idealde, onlar evliliğe bakire olarak girer ve birbirlerine bağlılık gösterirler. Aynı nedenle, bir kadının evlilik öncesi ve evlilik dışı işleri, çocuğunun babalık sorunu üzerine, kocasının kafasında sorunların ortaya çıkmasıyla sınırlıdır.

Erkek, çocukların biyolojik babası değil, yalnızca yasal ve resmi babası olabilir. Bazı toplumlarda kocaların, biyolojik babalık üzerine üzüntüye kapılmayıp, resmi rollerine razı oldukları bir gerçektir. Ancak başka birçok toplumda, ABD toplumu dahil olmak üzere, erkekler geleneksel olarak çocuklarının kendi «teninden ve kanından» olması için diretmektedirler. Oysa onlar, bu kesinliğe ancak cinsel özgürlüğü sınırlayarak ulaşabilirlerdi. Böylece, cinsel yasalar ve ahlak standartlarımız kadınlar için daha sert bir içerikte oldu.

Şu gezegen üzerinde hâlâ cinsel ilişkinin gebeliğe neden olduğundan habersiz, üstelik bir kısmı 20. yüzyılın başlarından beri yaşayan insanların olduğunu bilmek doğrusu ne kadar garip. Bu yüzden, onlar için zaten biyolojik babalık bütün bir sorun olamazdı. Hem onlar kadının yüzerken, banyo yaparken ya da başka durumlardayken bedenine giren bir ruh tarafından gebe bırakıldığına inanıyorlardı.

Başka bir deyişle, bir kabilenin, gebe kadının vajinasında büyüyen dölütün bir erkeğin menisiyle beslenmesi gerektiğine inanmayı akıl etmesine karşın, bu «ilkeller» için cinsiyet ve üreme birbiriyle bağlantılı olaylar değildi.

Biz, birleşme ve gebelik arasındaki bağlantıyı insan aklının anlamasının, onun gelişmesinin hangi noktasında olduğunu bilmiyoruz. Ancak bunu, çoğu toplumların uzun zaman önce bulguladığını varsayabiliriz. Aynı zamanda biz farklı toplumların bu bulgudan değişik sonuçlar çıkardığını da biliyoruz. Bazıları, şeyleri yalnızca kadınlar yetiştirebilir diyerek, üremede dişinin rolünün zorunlu olduğuna inandılar. Bu nedenle erkekler salt yardımcı bir rol oynadılar. Bazı toplumlar her iki cinsiyete de eşit önem verdiler, bazıları da erkeğin yardımına karar verici bir gözle baktılar. Batı uygarlığında ise bu sonuncu görüş, yaygın birimde benimsendi. Kadın vücudu, erkek yaratıcı sıvısını taşıyacak bir araç sayılmaya başladı. Kadınlar, erkeklerin tohumlarını ektiği topraktı. (Aslında İngilizcede meni karşılığı kullanılan semen kavramı, Latince tohum anlamına gelen «seed»ten türemiştir.)

Böylece kadınlar kısa bir süre sonra kendilerini aşağı, ikinci sınıf bir pozisyonda buldular. Kendi çocukları gerçekte kendilerine ait değildi, erkek, tarladan hasadı kaldıran çiftçi örneği, bir meni üreticisi durumunda olduğundan, bunun ürünü de, yani çocuk da ona ait olacaktı. Tarladan kalkan ürünün tarlaya ait olduğu hiç görülmüş müydü? Hatta bir çiçek tarhında yetişen çiçek gibi rahimde biriktirilen meninin her bir damlasının tam bir insanın minik bir kısmını oluşturduğuna bile inanıldı. Her halde tam bir üreme sürecinde kadın, edilgin bir depodan daha önemsiz bir durumdaydı. Kadın yalnızca yaşamı besledi, ama onu yaratmadı. Gerçek yaratıcı erkekti.

Aynı zamanda algılamadaki bu genel tutum kuşkusuz dinsel inançlara da yansıtıldı. İlk olarak eski dünyanın çoğu, «Toprak Ana» ya da dölleme ve «yeniden doğuşa yaşam veren İştar, (Babil'de) Astarte (Fenike'de), Sibıl (Frigya'da) ve Isis (Mısır'da) gibi bazı tanrıçalara tapındı. Oysa bu korku veren tanrıçaların işlevleri, giderek erkek karşıtlarınca ellerinden alınmaya başladı. Örneğin, göçebe Yahudiler arasında daha sonra Hıristiyanlıkla işbirliği yapan yeni bir itikat doğdu ve böylece bu, Batı tarihinin çoğuna egemen oldu: Erkek Tanrı Yahova, dünyayı ve ilk erkek olan Adem'i yarattı. O aynı zamanda Adem'e arkadaş olsun diye onun kaburga kemiğinden Hawa'yı yarattı, ancak Hawa, şeytanın kendisini iğfal etmesine izin verince, Adem'in gözden düşmesine neden oldu.

Bir kere, kadının aşağı statüsünü tam olarak doğrulamış görünen, onun doğuştan gelen bir günahla suçlanmakta olduğu ve yaratıcı rolünün yoksun olduğunu söylemek bile gereksiz. Eski İsrail'de bir kadın, eşini «Efendi» ya da «Sahibim» diye çağırırdı. Çünkü, erkek onu kovabilirdi, kadı-nınsa böyle bir hakkı yoktu; gerçekte, kadın bütün yaşamı boyunca bundan bir parça etkilenmiştir. «ON EMİR»'de eşler, kocanın malları arasında sayılmaktadır. Bu nedenle, geleneksel bir Musevi duasında, Tanrıya, «Kadının yaşamı çok lanetlidir. Bana bu nedenle kız evlat verme» diye yalvarılmasına ve her gün mutlulukla, «Beni kadın yaratmadığın için sana şükürler olsun» demelerine şaşmamak gerekir.

Eski Yunanda, kadınların başına gelenler bundan daha iyi değildir. Kahramanlar Döneminin başında, kadınlara belli bir ölçüde bağımsızlık tanınmıştır, ama Perikles Döneminde (İ.Ö. 5. yüzyıl) durumları evdeki kölelerle aynı düzeye inmiştir. Kadınlara bazı üstünlüklerin tanındığı Askeri İsparta Devletinin ise aşırı bir yanı vardır. Ancak onlar yine de erkeklerle birlikte, yaşam boyu totaliter yönetime bağımlı idiler. Roma Cumhuriyetinde de kadınlar, babaları ve kocaları tarafından yönetilmekte idiler ve bu durum, İmparatorluk döneminde geniş bir özgürlük kazanmalarına kadar sürmüştür. Avrupa'nın Hıristiyanlığa dönüşümü, kadınlara özgürlük açısından çok az bir şey getirmiştir, üstelik, evlenme ve boşanma konusunda bu dönemde eskiden beri sahip oldukları bazı haklardan yoksun kalmışlardır. Yalnızca bazı Barbar Kuzey ülkelerinde kilise daha fazla cinsel eşitlik getirdi. Bununla birlikte, kadın ilke olarak hâlâ ikinci sınıf insan olarak görülüyordu. Kadınlar zaman içerisinde «ılımlı» ve «uygun» hale geldikçe, kutlamalarda bulunmalarına izin verildi. Ancak dinsel ve genel konularda yine hiç sesleri

çıkmıyordu. Aziz Paul'un açıkça koyduğu gibi: Ana ben senin, her erkeğin başının İsa olduğunu bildiğini ve elbette kadının başının da erkekte olduğunu biliyorum. Erkek, Tanrının imgesi ve onurudur, ancak kadın da erkeğin onurudur. Erkek, kadın için yaratılmamıştır ama, kadın erkek için yaratılmıştır. (Cor. 11: 3, 9) Aziz Paul şöyle devam etti:

«Kadınlarımızın kiliselerde sessiz olmasını sağlayınız: Onların konuşmalarına izin yok. Aynı zamanda yasalarda belirtildiği gibi, kadınlara yalnızca itaat altında olmaları buyrulmuştur. Ve onlar herhangi bir şey öğrenirlerse, kilisede konuşmak kadınlar için ayıp olduğundan, konuşacakları şeyleri evde kocalarına sormalarına izin ver. (1. Cor. 14; 34-35)

Böylece birçok papaz dinlerinin tersine, Hıristiyanlık, kadınları rahiplik ve öteki kilise görevlerinden dışladı. Aynı zamanda, evlerinde kocalarına elpençe hizmet ederek kalmaları beklendi.

Tek ve oldukça gecikmiş olarak, dişi cinsiyete dinsel ayrıcalık, Ortaçağlarda serpilip gelişmeye başlayan Bakire Meryem inancıyla geldi. Cinsel ilişkiyle kirletilmemiş olan Meryem, oğlunu karnında taşıyarak Tanrının bir aracı gibi hizmet etmişti. Böylece Meryem, erkeğin kurtuluşuna ve Hawa'nın suçuna kısmen kefalet edilmesine yardım etmiştir. Müminlerin gözlerinde bu, kadına yeni bir saygınlık veriyordu. Kadınsı gizem şövalyece bir çehre ve görkemli bir aşkın keşfiyle daha büyüleyici oluyordu. Şiir ve şarkıda tro-bodorlar (Fransa ve İtalya'da, 11-13. yüzyıllarda yaşamış saz şairleri.) ve başka duygulu erkekler, hanımefendilerin büyük ölçüde ulaşılamaz, yaklaşılamazlığını ve soyluluklarının üstünlüklerini yücelttiler, övdüler. Oysa Bakire Meryem olsun, ortaçağ şairlerinin yücelttiği «soylu hanımefendiler» olsun, her ikisi de bağlılık, saflık, uygunluk, yani kadınlığın yalnızca edilgin görünüşünü simgelediler. Etkin, uyanık, duyarlı görünüş ise, kurbanının yaşam suyunu cinsel bakımdan doymak bilmez hayvan gibi emen, baştan çıkarıcı bir kadın imgesiyle temsil ediliyordu. Üstelik bu hayvansı yaratık, onları ebedi bir lanetlenmeye sürüklüyordu kuşkusuz. Burada yeniden uygun bir ideoloji sağlayan Kutsal Kitaba ve özellikle Eski Ahid'e (Tevrat'a) dönüyoruz. Hıristiyan kadın düşmanları, Ecclesiaste'ten şunu severek aktarıyorlardı. «Ve ben yüreği tuzak ve kötülüklerle dolu olan kadını ölümden daha acı buldum. Kim ki Tanrıyı sever, ondan uzak durmalıdır, ancak günahkâr olan onunla birlikte olur» (Ecel 7: 26).

Bu kadın korkusu, sonunda açık saldırganlığa ulaşan bir noktaya geldi. Gerçekte artan sayıda kadın doğrudan doğruya şeytanla birlikte olmakla suçlandı. Onlara, itiraf edene değin işkence yapıldı, sonra, büyücü kadın olarak yakıldı, asıldı ya da boğuldular. 1486'da Dominikan rahipler Jakob Sprenger ve Heinrich Kraemer, «Malleus Maleficarum» (Büyücü Kadınların Çekici) üzerine tezlerinde şu anlayışa yer verdiler: «Bir kadın dostluğun düşmanı, kaçınılmaz bir ceza zorunlu bir şeytan, doğal bir günah teşvikçisi değil de nedir? Doğru renklerle boyanmış, bir doğal şeytan. Kadınlar zekâca çocuklar gibidir. Bunun doğal nedeni, kadınların erkeklerden daha şehevi olmasıdır ve bir kaburga parçasından oluştuğundan beri ilk bu kusurla o, kusursuz bir hayvan olduğundan, kadın her zaman aldanır... Kadınların aynı zamanda bellekleri de zayıftır ve bunun disipline edilmemesi onlarda doğal bir kayıptır.» Birkaç yüzyıl içinde kadınların büyücü olduğu çılgınlığı Katolik olsun Protestan olsun, her iki inançtan türlü ülkelerde de şiddetli boyutlara ulaştı ve binlerce kadın bu damganın kurbanı oldu. Hıristiyan erkeğin kafasından çıkaramadığı büyücü kadın korkusu, Aydınlanma Çağına değin durmadı. (Aynı zamanda «Uyumculuk ve Sapkınlık»a bakınız.)

18. yüzyılın Aydınlanma filozof ve yazarları, kadın imgesini daha insaflı boyutlara indirmeye çabaladılar. Onlara göre, kadınlar ne tertemiz aziz ne de şeytansı baştan çıkarıcıydılar, yalnız oldukça hoş ve yararlı arkadaştılar. Aydınlanmacıların çok azı kadınların doğal olarak eşit olduklarını saymalarına karşın, yine de onlara hayranlık ve nezaket gösterilmesi için çabaladılar. Jean Jacques Rousseau, 1762'de yayınlanan Emil ya da Eğitim Üzerine adlı yapıtında, zamanın erkeklerinin felsefesini şöyle açıklıyordu: «Erkek güçlü ve etkin olmalı, kadınsa zayıf ve edilgin... Kadının, erkeğin değerlendirmesinin insafına kalmış olmasını doğanın kendisi buyurmuştur.»

Gerçek çalışmalar kadının ulaşacağından ötededir ve o tam bilimsel çalışmalarda başarı için ne doğruluğa ne de dikkatli bir titizliğe sahiptir... İnsanın koyduğu yasalardaki eşitsizlik, insanın yapmasından dolayı değildir, ya da herhalde o salt bir önyargı değil, bir şeyin nedeninin sonucudur. Açıktır ki kadın aklının bu görüşü özde daha önceki büyücü kadınlarınkin-den çok az farklıdır. Rousseau'nun «doğalı» ve «uslamlaması» bu büyücü kadınların Ortaçağda sahip olduklarından daha doğal ve akla uygun değildi.

Bu koşullarda erkekler, cinsel çift standarttan vazgeçmek için henüz mantıksal bir zeminlerinin olmadığını gördüler. James Boswell böyle bir düşünsel ortam içinde Samuel Johnson'un Yaşamı adlı yapıtında yeni bir tanım getirdi (1791). Zina üzerine görüşlerini açıklarken, ataerkil ve baba-soylu sisteminin katı, soru bile sorulamaz cinsinden bir savunusunu yaptı: «Suyun karışımı suçun özünü oluşturur; bu yüzden evliliğini çiğneyen bir kadın, o işi yapan erkekten daha çok suçludur.» Öte yandan, Dr. Johnson da, kadının cinsel gereksemesini daha az baskıcı kabul ettiğinden, sadakatli olmanın, kendileri için de daha kolay olduğuna inandı. Kadın, erkekten daha erdemli olmak zorundaydı çünkü, Boswell'in gösterdiği gibi, kadınlar, biz erkekler kadar günaha teşvik edilmezdi ve onların her zaman erdemli arkadaşlarla yaşayabileceğini, erkeklerinse dünyada rastgele şeylere karışabileceğim söyleyerek, kadınlara da yol gösteriyordu sözde.

Kuşkusuz, Dr. Johnson gerçek bir burjuvaydı ve kadınların günah teşvikçiliği, eksikliği için getirdiği anlayış o zamanda bir dereceye kadar gerçekti. Yükselen burjuvazi, giderek çoğalan karılarını ve kızlarını, dışarının büyüyen etkenden korumak için eve kilitledi. Dolayısıyla aile yaşamı daha yakın ve özel oldu. Dışarıdakilerden, ailelerin özel işlerine ve evin kutsallığına saygı göstermeleri isteniyordu. Sonuç olarak, kadınlar her zamankinden daha bağımlı ve evcimen oldular.

Gerçekte gelecek yüzyılda, onların yaşamları, sık sık küçük (dar kafalı) beyinli, yetersiz ve tutku yoksunu olma izlenimi verecek denli bir sınırlama içerisine girdi. Böylece, kadına yakıştırılan ilk imgelerin tam tersi bir durumda, kadının erkekten daha az «şehevi» sayıldığı bir noktaya gelindi sonunda. Yalanlama korkusu olmaksızın, Viktorya Çağı İngiltere'si seks uzmanlarından Sir William Actor, bu yüzden, «Üreme Organlarının İşlevi ve Düzensizlikleri» (1879) adlı çalışmasında, erkek okuyucularına, «Kadınların çoğunluğunun (toplum için sevindirici) herhangi bir cinsel duyguyla başlarının fazla dertte olmadığını» temin ediyordu. Actor; en iyi anneler, kadınlar ve ev yöneticileri, cinsel düşkünlük üzerine çok az şey bilir ya da hiçbir şey bilmezler. Ev, çocuk sevgisi ve ev işleri, kadınların tek tutkusudur diye açıklamalarını sürdürüyordu.

Yalnız Viktorya erkeği değil, aynı zamanda birçok kadının bu bilimsel görüşü doğru olarak kabul ettiğine hiç kimsenin kuşkusu olmasın. Kadınlar bu basmakalıplığı kendilerine tümüyle uygun görmeselerdi, kendilerinde bir kusur bulacaklar ve bunu düzeltmeye uğraşacaklar ya da en azından bunu gözleyeceklerdi. Bu baskı ve bunun sonucunda ortaya çıkan kendi-kendine baskı, aynı zamanda kadınların çoğunun mutsuz ve hatta yüzyılın sonuna doğru önemli sayıda dişi isterisinin kanıtı olarak hasta olmalarına yol açtı. Oysa bu cinsel kürenin dışında olan bazı orta sınıf kadınları istemlerini daha uzun zaman sürdürdüler.

1789 Fransız Devrimi, tam resmi eşitlik için kadınların umutlarını artırdı. Sonradan bu umutlar hızla küllenmeye başlamasına karşın, birtakım feminist kadınların oy hakkı için savaşımları devam etmiştir. Zaten Avrupa ve Amerika'da, Actor zamanında kadınların oy kullanma hakkı için kavgaları iyi bir yoldaydı. Bu konuda etkinlik gösteren kadınların çoğu, cinsel bakımdan «uygun» ve saygıdeğer idi. Ama artık onlar da ev işlerine boyun eğmiyorlardı. Üstelik yalnız değildiler. Gittikçe artan sayıda kadın siyasal bir bilinç geliştirirken, aşağı görüldükleri oranda gücenmeyi ve karşı koymayı öğrendiler.

Bu onlara yalnızca toplumsal bir ayrımı değil, aynı zamanda cinsel çift standardı da yıkmaları gerektiğini ve erkek ile kadının, bu değişiklikle daha iyi anlaşacaklarını gösterdi. Kısacası, tam özgürleşme sağlanana değin siyasal, ekonomik ve cinsel ahlakın kadın için bir gerçek olamayacağını görmeye başladılar. Böylece cinsel eşitsizliğe karşı kavga, tam bir insancıl toplum yaratma kavgasına dönüştü. Kadınlar, kendilerini özgürleştirerek aynı zamanda baskı yapanları da özgürleştireceklerdir. Bu temel feminist inanç, yüzyıllar boyunca tekrar tekrar açıklandı, propagandası yapıldı, ancak belki de en iyi ilk özetlemeyi, 19. yüzyılda, «kadınların özgürleşmesinin ölçüsü, genel özgürleşimin doğal ölçüsüdür» diyen Fransız toplumcu ütopisti Charles Fourier yaptı.

KADIM ÖZGÜRLÜĞÜ

 

Kadınların özgürleşimi, yani onların dinsel, resmi, ekonomik ve cinsel baskıdan kurtuluşu, daha yüksek bir eğitime girmeleri ve dar cinsel rollerden kaçmaları kolayca başarılamıyor. Cinsel eşitlik savaşımının uzun bir geçmişi vardır ve daha yıllarca sürecektir. Hatta cinsel eşitlik, sanayileşmiş ülkelerde kazanılmış olsa bile, gelişmekte olan ülkelerin birçoğunda pekâlâ öfkeyle karşılanıyor, engellenebiliyor.

YÖNETİCİLER OLARAK KADINLAR

Avrupa tarihinde erkek karşıtlarıyla karşılaştırılabilecek ölçüde başarılı birkaç dikkat çekici

kadın devlet başkanı görülmüştür.



Geleneksel ataerkil toplumlarda, kadınların statüsünde herhangi bir ilerleme, çok geniş boyutlu sonuçlara neden oluyor ve temel siyasal değişimler içeriyor. Bu nedenle her zaman kurulu düzen güçlerinin direnişleriyle karşılaşılıyor.

Bununla birlikte, karşı koyucuların sonunda yumuşamak zorunda kalacakları da açıkça görülüyor, çünkü kadınların özgürleşimi hem zorunludur hem de olumlu olgular içermektedir. Bu, toplumsal adaleti büyük ölçüde sağlayacak ve böylece herkes bundan yararlanacaktır. Gerçekte, başlangıçta büyük feministler ya da kadın hakları şampiyonları her zaman tüm insanlığın çıkarı için çalıştıkları konusunda ısrar etmişlerdi.

İşte bu yüzden feminist hareket her zaman insancıl bir hareket olmuştur. Temsilcilerinin kimileri reformcu, kimileri devrimci olmasına karşın, hemen hemen tümü, daha iyi, daha eşitlikçi ve daha insancıl bir dünya için çalıştılar. Çoğu, deneyimlerinden öğrenmiş olduğu gibi, sık sık olaylara, zulümlere ve hücumlara katlandılar, ama aynı zamanda hayranlık, destek ve zafer de onların oldu. Bu arada yavaş yavaş amaçlarının birçoğuna da ulaştılar. Öte yandan, karşıtları da haklı bir nedenin hiçbir zaman bastırıla-mayacağını öğrendi. Reform isteyenlere ağırlık verildi, devrim kaçınılamaz duruma geldi.

Aşağıdaki sayfalarda, çağdaş dünyada kadının yeri üzerine bazı gözlemler ve Amerika ile Avrupa'daki feminist hareketin tarihine kısa bir giriş yapılacaktır.

AVRUPA'DA FEMİNİZMİN DOĞUŞU

Eski Keltler ve Romalılar, azımsanmayacak ölçüde bir özgürlük vermişlerdi kadına. Ancak Hıristiyanlığın ortaya çıkmasıyla birlikte bu konumda bir gerileme başladı. Ortaçağda tek başına kadınların hâlâ pek çok hakkı vardı, ancak evlenince bu hakların kocası tarafından sınırlandırılması zorunluydu. Böylece, genelde, kadın ikinci sınıf bir yurttaş olarak görülüyordu.

Her şeye karşın, arasıra birey olarak kadınlar da bağnaz tutumları kırabiliyor ve başarılarıyla çağdaşlarını etkileyebiliyorlardı. Gandersheim'lı rahibe Hroswitha oyun yazarı olarak, Bohemyalı, Guillemine dinsel bir önder olarak, Jeanne D'Arc bir asker olarak dişi cinsiyetin erkeklere özgü işlerde bile hiç de aşağı kalmadığını gösterdiler. Dahası, İngiltere Kralı, I. Henry'nin

karısı Matilda ve III. Edward'ın karısı Filipa gibi kraliçeler bile yadsınamaz ölçüde ve çok yararlı siyasal etkiler bıraktılar.

Rönesans, Poitiens Diane Mavarre'li Marguerite, Medic'li Catherine ve İngiltere Kraliçesi I. Elizabeth gibi daha güçlü kadınlar gördü. Margaret Roper (Thomas More'un kızı) gibi bazı soylu kadınlar, aynı zamanda yazarlar ve bilginler olarak ayrı bir ün kazandılar. Gerçekte kadınların entelektüel bağımsızlığı, birçok erkeği korkutup onlara sövüp sayan kitaplar ve broşürlerle saldırıya geçildiği bir noktaya ulaştı. Örneğin, İskoç din reformcusu John Knox «Kadınların Acayip Sınıflanmasına Karşı Koparılan İlk Fırtına» (1558) adlı kitapçığında: «Bir kadının koyduğu kuralı, üstünlüğü, egemenliği, ya da onların herhangi bir ülkenin, ulusun ya da kentin tepesinde kral olmasını desteklemek, doğa'ya karşı gelmektir. Tanrıya hakaret anlamına gelir bu. Kadının yapacağı en kusursuz şey, erkeğe buyruklar vermesi, kurallar koyması değil, ona hizmet ve itaat etmesidir» diyordu. Bu Doğal Yasa tartışması gelecek yüzyıllarda çok kere yalnız dişi monarşizme karşı değil, aynı zamanda kadının herhangi bir yüksek amaca ulaşma isteğine karşı da kullanıldı.

Oysa, Robert Vaughan gibi kadın hakları savunucuları da vardı. Vaug-han, «Kötüniyetli Kötüleyicilere Karşı Kadının Savunmasında Diyalog» adlı kitabında (1542) çift standartlı ahlak anlayışını mahkûm etti. Sonunda, Haec Vir, «Kadıncıl Erkek» broşüründe savunulduğu gibi bazı kadınlar da hücuma kalktılar. Burada erkeklerin olduğu kadar özgür doğduklarını, özgürce seçme ve özgür ruha sahip olduklarını, bir bütünün parçaları gibi ve yaratılışları gereği özgürlükten hoşlanabileceklerini vurguladılar. Her iki cinsiyete de eşit davranılmasını istemeye ve tutsaklıkla kadınlara yapılan baskının eşit sayılması konusunda direttiler.

17. yüzyılda İsveç Kraliçesi Christina, ardından Fransız ve İngiliz yazarları Madam de la Fayette ve Aphra Behn, az sayıda kadın bilgin, oyun yazarı ve romancılar, ilerlemeye devam ettiler. Fransa'da eğitim görmüş kadınlar «salonları» doldurmaya başladı. Moliere'in de güldürülerinde bu dönemde yüksek bir kültüre girmek isteyen kadınların girişimlerini hicvettiği, herkesçe görülebilen bu saygın entelektüel çabalara pek değer verilmedi. Ancak Fransız entelektüel yaşamında kadınların etkisi sürüyordu. Gerçekte bu etki günümüze değin süregelmiştir. Madam de Sevigne'den Madam de Stael'e, George Sand'e ve Simone de Beavoir'e, Fransız kadını, Fransız edebiyatında hatırı sayılır bir yer tuttu.

Bununla birlikte, kadının entelektüel üstünlüğü ayrıcalıklı durumlarla ödüllendirilirken, ne yazık ki kadınlara hâlâ herhangi bir siyasal hak verilmiyordu. İşin doğrusu, gelişen bir doğallık anlayışıyla, kadınların, bir entelektüel eğitim yapmaları bile uygun görülmemeye başladı. Jean Jacques Rous-seau, Emile'inde bunu apaçık koyuyordu ortaya: «Kadınların eğitiminin her zaman erkeğininkiyle ilgili olması gerekir. Hoşnut etmek, bize yararlı olmak, bizi sevmek ve bizleri saymak, bizi gençken eğitmek, büyürken bize bakmak; işte her zaman kadının görevleri bunlardır. Ve bunların tümü, onlara daha bebekliğinde öğretilmelidir.» Böylesi düşünceler, her zaman genel geçer görüşler olarak etkisini gösterdi. 1789 Fransız Devrimi patlak verdiğinde, kadınlara eşit haklar ve eşit eğitim sağlamak için bazı girişimlerde bulunuldu. Marki de Condorcet, 1790 yılında «Kadınların Tam Yurttaşlığa Girişi» adlı denemesinde bunları dikkat çekici bir biçimde ortaya koydu. Ne yazık ki kısa bir süre sonra Condorcet'de «terör devrinin» bir kurbanı oldu ve ötekiler gibi onun önerisi de çabucak alaşağı edildi. Hatta 1793'te Milli Konven-siyon, tüm kadın toplulukları ve salonlarını kapattı. Kadınların tüm siyasal hakları hiçe sayıldı. Bu arada Talleryrand, yeni hükümetin eğitim programını hazırladı. Bu programda, kızların evde korunduktan sonra, ancak 8 yaşında devlet okullarına gidebilecekleri belirtiliyordu.

Fransız Devrimini yakından izleyen ve Rousseau ile Talleryrand hayranı olan İngiliz yazarı Mary Wollstonecraft, bu tepkisel eğilimi protesto etmeyi bir görev bildi. Wollstonecraft, «Kadın Haklarının Korunması» adlı yapıtında (1792), bu iki erkek yazara meydan okudu.

Rousseau'ya doğrudan tepkisini dile getirerek: Kadınların salt erkeği teselli etmek için yaratılmadığını... Bu cinsel yanlışın tüm cinsiyetimizin en değerli yönlerini kuşatan yanlış bir sisteme sahip olduğunu açıkladı. Ayrıca o, cinsel baskıdan kaçışın bir yolu olarak, tüm kadınlar için tam ve eşit eğitim isteminde bulundu. Baskıcı siyasaları savunmak için doğayı yardıma çağırma, kadının güvenine bırakıldı.

Rousseau şunu sözde «nesnel» bir gözlem olarak sunuyordu: «Oğlanlar sporları, gürültüyü ve etkinliği severler: topa tekme atmayı, trampet çalmayı, küçük arabalarını çekmeyi... Kızlar ise gösterişli şeyler ve süs eşyalarını severler; bebekler, aynalar, yüzükler, biblolar...» Wollstonecraft bu görüşe karşılık verdi: «Küçük kızlar hâlâ oturmaya ve biblolarla oynamaya zorlandıkça çocukların onları sevip sevmediğini kim söyleyebilir?»

ASKER KADINLAR

Tüm çağların en ünlü ve başanlı askeri komutanlarından biri de genç bir kız olan Jean-ne D'Arck'tı. (1412-31) Oysa tarihte kadınların çoğunlukta askerlikteki rolleri yadsınmıştır. Ancak, birçok ülkenin mitleri söylencelerinin kadın gibi asker ve hatta bizzat bütünüyle kadınlardan oluşan ordulardan söz etmesi yeterince garip görünüyor.

Eski Roma'da Savaşçı Amazon Heykeli: Söylencelere göre Amazon I u savaşçılar bir kadınlar toplumuydu.

Kızlar için, toplum tarafından dişi ve erkeğin farklı davranışları üzerine «doğal olmayan» ayrımlar yaratılması gündeme getiriliyor. Bu ayırımların yok edilmesi isteminde, Wollstonecraft eşit şans ve haklar için tartıştı.

Kadınlar tüm mesleklere girmeli ve politikada etkin olmalıydı. «İnsan (erkek) Hakları» için kavga «İnsan Hakları» biçiminde genişletilerek daha uygun bir hale getirildi.

Mary Wollstonecraft'in kitabı, zamanla onun ünlenmesini ya da oldukça saygın bir yer kazanmasını sağladı. Ancak zamansız ölümünden sonra o da unutulup gitti. Ancak gelecek kuşaklar John Stuart Mili'in Kadının Boyuneğişi Üzerine (1869) adlı yapıtında feminizmin büyük bildirgesini gördüler.

Çok seçkin İngiliz düşünürlerinden biri yani S. Mili tarafından hazırlanan bu görkemli deneme Avrupa ve ABD'deki kadın hareketi üzerinde önemli bir etki bıraktı. Mili, denemesini, bir anlamda en ortak yazarı kabul edilmesi gerektiği söylenen, ona esin kaynağı olan karısının ölümünden sonra yazdı. Her iki cinsiyete verilen «eşit» eğitim fırsatlarından hoşnut olmayan Mili, kadınlar için oy isteminde bulundu ve daha başkalarıyla birlikte kendini kadınların oy kullanma hakkını savunan topluluk içinde buluverdi.

Ancak yüzyılımıza değin gerçekleşmeyen bu hak, Lydia Beckerve Emmeline Pankhurst ile onun kızları ve daha nice insanın bu uğurda verdiği savaşım sonunda kazanılabildi.

ABD'DE FEMİNİST HAREKET

Amerikan Devrimi zamanında tıpkı Avrupalı kızlar gibi Amerikalı kadınlar da ezilen bir grup oluşturuyorlardı. Genellikle eğitimsiz oluyor ve çok kere ekonomik olanaklardan yoksun kalıyorlardı. Bir gelirleri olsa bile bunu denetleyip kullanma olanağını da pek seyrek bulabiliyorlardı. Evli kadınlar resmen kocanın egemenliği altındaydı ve tümüyle ona bağlı durumdaydılar. Kuşkusuz, yukarı ve orta sınıf kadınları rahatlık veren şeylerden hoşlanıyorlardı, ancak her hareketleri katı toplumsal kural ve cinsel çift standart tarafından kuşatılıyor, sınırlanıyordu. Daha da önemlisi, tüm kadınlar siyasal haklara sahip değildi, bürolarda çalışamazlardı, oy kullanma hakları yoktu.

Birçok kadın bu eşitsiz konumları sessiz sedasız kabul etti. Ancak siyasal yaşama derin ilgi duyan ve kendilerinin süregiden dışlanmalarına karşı duyumsuzluğu gittikçe artan kadınlar da vardı. Buna karşın erkekler tarafından tartışılmakta olan, Aydınlanma Çağı ile birlikte filizlenen kurtuluş, eşitlik ve demokrasi düşünceleri, ilerici kadınlar arasında geniş bir yankıya yol açtı.

Amerikan sömürgeleri, İngiliz Kraliyet tacına bağımlılıktan kurtulmak için hazırlanmaya başladığında, doğal olarak cinsel eşitlik için kadınların umutlarında da büyük bir yükselme gösterdi.

Bu dönemde bir kadın, yalnız konuşmalarıyla değil, kocasına yazdığı düşünceleriyle de dikkat çekti: Abigail Adams. (Kocası John Adams, daha sonra ABD'nin ikinci Cumhurbaşkanı seçilecektir.)

Abigail Adams, 1776 ilkbaharında kocasına şunları yazdı: «Uzun zamandır senin bağımsızlık ilan etmeni bekliyorum. Söz aramızda, çıkarmak zorunda kalacağın yeni yasalarda kadınları unutmayacağını ve onlara karşı atalarından daha cömert ve hoşgörülü olacağını umuyorum. Kocaların eline sınırsız güçler verme. Ellerinden gelseydi tüm erkeklerin zorba olacaklarını anımsa. Bayanlara özel bir dikkat ve değer verilmezse, onları isyana teşvik etmeye başlayabiliriz ve bunun için, sesimizi duyurmayan ya da bizlerin temsilcisi olmayan bir yasayla kendimizi sınırlayacak değiliz.»

Ne var ki, John Adams karısının dileklerini çarçabuk ve pek açık bir dille reddetti: «Senin özgün yasalarına gülmekten başka bir şey yapamam. Erkeklerin kurduğu sistemleri kaldırmayı daha iyi bildiğimizden kuşkun olmasın. Erkeklerin tam iktidarda olmalarına karşın kuramda daha az güçleri olduğunu biliyorsun... Pratikte buyruk altında olduğumuzu da biliyorsun. Bizde yalnız başkan var ve bundan vazgeçmemiz bizi tümüyle kırmızı ceketlilerin despotizmine götürecektir. General Washington ve tüm yürekli kahramanlarımızın dövüşeceğini ümit ederim.»

Katı inançlar temelinde olmasına karşın, bu yanıt içten değildi kuşkusuz. Gerçekte başkanın adı ardına sığınılarak, yalnızca açık bir aşağısama tutumu alınmıştı. Abigail'in zekâsına karşı. Adams'in kendi tutumunun gerçek nedenini John Sullivan adında bir adama yazdığı ve yalnızca mülk sahiplerinin oy hakkı olması gerektiğinden söz eden bir mektubunda açığa vurması yeterince ilginç görünüyor. O günlerde az sayıda kadının mülk sahibi olmasından beri, ekonomik bakımdan bağımlı başka kişilerle birlikte onlar da oy hakkından yoksun bırakıldı. Kısacası, John Adams'in da iyi anladığı gibi, karısıyla tartışmayı başarmamak değildi sorun; kadınların ezilmesinin altında ekonomik nedenler yatıyordu.

Herhalde, ABD kurulur kurulmaz kadınlar ve köleler de siyasal haklarını kullanmaksızın anayasası kabul edildi. Yeni dünyaya hayran kalıp çalışmaya gelen Avrupalı kadınlar, eski cinsiyet ayrımları ve kölelik gerçekliğiyle karşılaştıkları zaman o coşkulu havalarının erimekte olduğunu gördüler. Örneğin 1820 yılında yayımladığı Amerikan Toplumunun Görünümü ve

İLK FEMİNİSTLER

Kadınlar eşit haklar uğruna uzun zamandır mücadele etmektedir. Ancak öyle bir amaçtır ki, bugüne değin henüz ulaşılamamıştır. Burada ünlü ilk Feministler gösterilmiştir.



Durumu adlı kitabıyla tanınan İskoç yazarı Frances Wright, sonunda ABD'ye yerleşip kölelerin özgürlüğü, kadınların özgürleşmesi ve kent yoksullarının hakları için etkin biçimde savaşım kararı alanlardan biriydi.

Aydınlanma döneminin geleneğiyle F. Wright, ABD'de dinsel içerikli bir yeniden uyanış başladığında, bu durumu insanlığın ilerlemesine karşıt ve gerici bularak karşı koymuştur buna. Wright'in toplumsal çabaları ve kişi zekâsı kendisine birçok düşman kazandırmakla birikte, eleştirilerinin daha sonra doğru olduğu kabul edilmiştir. İngiliz yazarı Harriet Martineau, Amerikan Toplumu'nda (1837) Yeni Dünya'da yaşamın algısal bir tanımını sundu. Ancak köleliğin kaldırılmasını desteklediğinden, zaman zaman ABD'ye yaptığı gezilerinde canından olmamak için kendini korumak zorunda kaldı.

Döneminde çok övülmüş olan 19. Yüzyılda Kadın (1845) adlı yapıtın yazarı Amerikalı Margaret Fuller de aynı zamanda cinsel eşitsizlik ve ekonomik haksızlıklara karşı savaşıma girişti.

1820 ve 30'larda çeşitli dinsel ve ahlaksal reform hareketleri, Amerikalı kadının giderek ilgisini çekmiştir. Eğitim, barış, içkinin yasaklanması ve köleliğin kaldırılması, Amerikan Hıristiyanlığının, kadınlara sunduğu ilk olumlu toplumsal kazanımlardı. Sonraki yıllarda bu genel reform hareketi gelişti ve sonunda kadının oy kullanmasını da içeren yeni bir savaşın görünümüne büründü. İçki yasağı konması, kocaları tüm ailenin gelirini içkide tükettiğinden, kadınların özel olarak ilgisini çekiyordu. Zaten bunu engelleyecek herhangi bir resmi yasa da yoktu. Çocukların ve kendilerinin bağımlı konumundan dolayı kadınlar, böyle bir durum karşısında korunmasız kalıyorlardı. Köleliğin kaldırılmasına duyulan ilgi ise, öteki insanların durumunu düşünmek, onlara yardım etmek düşüncesinden kaynaklanıyordu gerçekte. Öte yandan, köleliğin kaldırılması hareketinin önde gelenlerinin çoğunu orta sınıftan beyaz kadınlar oluşturmasına karşın, Sojourner Truth ve Harri-et Tubman gibi zenci kadınlar da ön saflarda yer almıştı.

Köleliğin kaldırılması için mücadele eden en iyi savaşçılardan ikisi Angelina ve Sarah Grimke kardeşlerdi. Doğdukları Güney Carolina'da köleliği yakından tanımışlardı. Kuzeye hareketlerinden hemen sonra bu mücadelenin içinde yer alıp köleliğe karşı konuşmalar yapıp yazılar yazdılar. 1838'de Angelina Grimke Massachusetts Meclisinin önünde köleliğe karşı yaptığı konuşmasıyla aynı zamanda kadınların yurttaşlık haklarını açıklarken, Amerikan Meclisinde konuşma yapan ilk kadın unvanını da aldı.

Köleliğin kaldırılması mücadelesinin öbür iki önemli kadın kahramanı -ki bir süre sonra feminist hareket saflarında görüleceklerdir- Lucretia Mott ve Elizabet Cady Stanton'dur. Onlar bu olaylar içerisindeyken cinsel ayrımın ne denli etkili olduğunu görünce, buradan aldıkları ders ve esinle tarihin bilinen ilk Kadın Hakları Konvensiyonu'nu örgütlediler (1848). Bu konvensiyonda (Seneca Falls) Amerikan Bağımsızlık Bildirgesinden esinlenen: «Biz bu gerçekleri; tüm erkekler ve kadınların eşit yaratıldığını ve onlara yaratıcıları tarafından aralarında yaşam, özgürlük ve mutluluk peşinde koşmanın yer aldığı başkasına devredilemez haklar verildiğini, açıkça bilinmesi için koruyoruz,» diye açıklayan bir Düşünceler Bildirgesi geçti. Belgelerde sonra, yönetim biçimini değiştirilmesinin de bir hak olduğunu aktarılarak: «İnsanlık tarihinin kadına karşı, kadın üzerinde mutlak bir diktatörlük kurmanın doğrudan araçlarına sahip olan erkeğin süregelen bir incitme ve gasp tarihi olduğu» belirtiliyordu.

Seneca Falls Konvensiyonunda, aynı zamanda, talep edilen resmi ve eğitsel reformları, ortaya çıkan bir dizi sorunların cinsel çift standart sonucu olduğu kabul edildi. Nihayet, oy verme hakkının da bu ülke kadınlarının korunması gereken kutsal bir görevi olduğu biçiminde bir sonuca varıldı.

Başta rahipler ve erkek gazeteciler olmak üzere, tüm ülke çapında bu taleplere karşı kampanyalar açılıp alay konusu edildi. Üstelik bu sıralarda kadınların bu hareketinin önemini kavrayıp onu destekleyen insan sayısı da azdı. Az sayıda insan-arasında yer alanlardan birisi de, kadın hakları toplantılarında konuk konuşmacı olarak bulunan ve gazetesinde feministleri alkışlayan büyük zenci kölelik aleyhtarı Frederick Douglass idi. Kadınlar kendilerine yönelen bu düşmanca tutuma karşı kahramanca direndiler ve haklarını savunmada ödün vermediler. Bu uğraş içinde Elizabeth Cady Stanton kendine yakın bir dost buldu. O dost, yorulmak bilmez çalışması, taktik ustalığıyla düşmanlarının bile övgüsünü kazanan kadın haklarının Napolyonu şanı verilen Susan B. Anthoy idi. Bu iki korkusuz kadının deneyimi ve fikirleri, kendilerinin birlikte bastırdığı kapsamlı Kadınların Oy Kullanma Hakları Tarihinde haleflerinin yararlanacağı değerli bir çalışma haline geldi (1881-86).

Amerikan İç Savaşı (1861 - 1865) kadın hareketini geçici bir duraklama içine soktu, ancak kölelik kaldırılınca kadınların taleplerini duyurabilmek için ellerine bir olanak geçmiş oldu. Gerçekte, siyah erkekler için istenilen oy verme hakkıyla birlikte kendilerine de oy hakkı verilmesinde bazı haklı nedenler kazanmış oluyorlardı. Bununla birlikte, bu umut bir süre sonra suya düştü. Kadınlara defalarca beklemeleri gerektiği, bir de kendi haklarını ortaya atıp siyahların mücadelesini baltalayacakları gerekçesiyle geri durmaları istendi. Bu iyi niyetle ona dargörüşlü tartışma kadın hareketinde bir bölünmeye yol açtı. Üstelik bu durum onun yıllarca etkisinin azalmasını beraberinde getirmişti. Daha kötüsü de, önce Anayasa'da erkekler gibi oy hakkına sahip oldukları belirtilirken, 1868'de yapılan bir değişiklikle çok ciddi bir geridönüş deneyimi geçirdiler.

Bütün bunlara karşın, birkaç alanda dikkate değer ilerlemeler oldu. Artık kadınlar da yüksek eğitime kabul edilmeye başlandı. 1830'larda kadın yüksekokulları kuruldu ve 1860 başlarında-bazı yüksekokul ve üniversiteler karma eğitime geçti. Örneğin ABD'de ilk kez bir kadın, Elizabeth Blackwell tıp diploması aldı. Elizabeth ve kızkardeşi Emily, kadınlar için tıp üzerine bir kitap yazdı (1860) ve onlar bu çalışmalarıyla birçok genç kızın tıp ya da başka alanlarda yükseköğrenim görmesini teşvik etmiş oluyordu. Feministler, aynı zamanda giysi konusunda reform, fahişeliğe karşı mücadele, daha iyi çalışma koşulları ve yüksek ücret, çocuk işçiler sorunu, sendikalaşmak ve cinsel özgürlüklerle ilgilenmeye başladılar. Bu sorunların bazıları oy verme mücadelesinden daha etkili ve çarpıcı oldu, ancak sorunların geniş yankı uyandırması bu tartışmada birçok kadının daha dikkatli bir tutum izlemesine yol açtı. Bir yandan da bazı «radikal» feministler daha etkin bir mücadele vermeye başladı. Nitekim 1871'in başlarında, Victoria Woodhull hâlâ etkin bir biçimde görülen cinsel çift standartı eleştirip karşı çıkarken, «serbest aşkın» devredilemez anayasal ve doğal bir «hak» olduğunu savundu. Emma Goldman ve ondan sonra Margaret Sanger, doğum kontrolü kampanyası içinde yer aldılar. Perkins Gilman Kadınlar ve Ekonomiler adlı yapıtında, kadınlar üzerindeki baskıları birçok açıdan ele aldı (1898). Bu oldukça tutulan kitapta başta politik özgürlük anahtar olmak üzere, kadınlar için ekonomik eşitlik talep ediliyor ve varolan aile yapısı eleştiriliyordu.

Artık herkes şunu açıkça anlamıştı: Yüzyıl içinde ABD derin bir dönüşüme uğramış, serbest yerleşmecilerin bir tarım ülkesinden milyonlarca yeni, yoksul göçmenleriyle geniş bir kent ve sanayi toplumu ile toplumsal sorunları olan koca bir ülkeye dönüşmüştü. Ayrıca bu sorunlara kadınların yurttaşlık haklarından yoksun bırakılması ve boyun eğişleri de ekleniyordu. Aslında benzer sorunları yaşamış başka ülkeler sonunda düzeltici bir harekete girişti. Yeni Zelanda 1893'de, Finlandiya 1906'da kadınlara oy hakkı verdi. Birinci Dünya Savaşının ortaya çıkardığı toplumsal sorunlar içerisinde kadınlar bazı ülkelerde yeni haklar almaya devam etti. Nitekim Norveç ve Sovyetler Birliğinde (1917) kadınların oy kullanma hakkı devletin güvencesine alındı. Bu belli bir düzeyde İngiltere'de de sağlandı (1918). Bu uygulamaları 1919'da Almanya izledi. Koşullara göre, ABD'de kadınların oy kullanma hakları bir eksiklik olarak duyulmaya başlandı. Bunun sonucu olarak 1920'de Anayasa'da yapılan 19 değişiklikle birlikte kadınlara oy kullanma hakkı verildi. Bu duruma gelinmesinde 7 yıldır yoğunlaşan mücadelenin önemli bir payı vardı. Bununla birlikte, feministlerin de iyi bildiği gibi cinsel ayrım daha ince ve hatta hâlâ açık başka biçimlerde sürüp gittiğinden, ulaşılan aşama yeterli olamazdı. Eşit işe eşitsiz ödeme, kadınların etkili yerlerden uzaklaştırılması ve sayısız resmi kısıtlamalar, Amerikan yaşamında kadınların eşit fırsatlara sahip olduğunu pek göstermiyordu. Kadınların ekonomik bakımdan sömürülmelerine son verilmesi, bunu kadınların gerçekleştirebilmesinden uzak bir konuydu. Bu nedenle feminist hareket daha çok analık ve bebek bakımı, doğum kontrolü, koruyucu iş yasalarının çıkartılması ve devletin daha adil bir iş düzenlemesi yapması konusunda yoğunlaştırdı çabasını. Bu çabalar sonucunda feministler «aldatılmış bolşevikler» ve «komünist eylemciler» olarak nitelendirildiler kurulu günlerce. Arkasından, bir «kötü kızıl leke» hücumu başladı ve bir de «aile yıkıcısı» oldukları eklendi bu suçlamalara. Aslında basit ve ne olduğu açık olarak görülmesine karşın, bu taktikler genelde bir süre, oldukça etkin oldu. Orta sınıftan birçok saygın kadın ya hareketten hepten uzaklaştı, ya da daha suskun bir bekleyiş içine girdi.

1923'de Kongre'de ilk «Eşit Haklar Değişikliği» ile ABD'de kadınlar ve erkeklerin eşit haklara sahip olduğu, bunun her yerde yangının koruması altında olduğu açıklandı. Bununla birlikte, teklif edilen değişiklik, feminist hareket içinde bile muhalifler yarattı. Muhalif olanlar, bazı koruyucu iş yasalarının kadına verdiği olanağı kaldırdığını ileri sürdüler. Politik toplantılarda, komitelerde, gazetelerde ve dergilerde uzun ve ateşli tartışmalar birbirini izledi, tabii bu kadınlar arasında kuwetli bir ayrılık ve politik etkilerinin güç-süzleşmesi sonuçlarını doğurdu.

1960'larda feminist hareket yeni bir patlama gösterdi. Simone De Bea-uvoir'nin Batı kültüründe dişiliğini tarihi ve karşılaştığı boyuneğişleri tahlil ettiği oldukça etki yaratan The Second Sex (Orijinal adı: Le Deuxieme Sexe. Bu yapıt Türkçe'de Genç Kızlık Çağı, Evlilik Çağı ve Bağımsızlığa Doğru adlarında üç ayrı kitap halinde Payel yayınlarından çıkmıştır.) adlı yapıtı İngilizceye çevrildi. 1963'te Betty Friedan'ın Amerikalı ev kadını ve annede hakim olan tabii genel olarak kadınlarda olan) klişeleşmiş rolü açık bir biçimde eleştirdiği Kadınlığın Gizemi (The Feminine Mystique) basıldı. 1963'te aynı zamanda Amerikan kadınının durumunda bir kısım reformlar yapılmasını öneren Başkanlıkça hazırlatılmış bir rapor yayınlandı. Tüm bu gelişmeler içinde Ulusal Kadın Örgütü (NOW) kuruldu (1966). Bir süre sonra NOW, kadın örgütleri içinde en güçlü ve tanınanı haline geldi. Bu gelişimi içinde NOW, hemen yeni bir Eşit Haklar Değişikliği için mücadele başlattı ve içinde çocuk düşürme hakkının da bulunduğu birkaç çarpıcı sorun konusunda reform yapılmasını talep etti. Öte yandan aynı yıllarda siyahların yeniden başgösteren yurttaşlık hakları mücadelesi, Güneydoğu Asya'da sürdürülen Amerikan Savaşına karşı barış hareketi gibi benzeri hareketler birçok orta sınıftan kadının radikalleşmesini sağladığından, bu talepler de öncekinden çok daha geniş bir destek buldu.

Cinsel ve üretimsel özgürlük, tüm ülke çapında cinsel özgürlük ve adalet sorunlarına daha duyarlı olunabildiği koşullarda daha açık bir biçimde tartışılabilirdi. 1970'lere gelindiğinde feministlerin öncülüğünde çocuk aldırma sorunu birden ABD Anayasa Mahkemesinde görüşülmeye başlandı. Sonunda Eşit Haklar Değişikliği Kongreden «Yasa altında hakların eşitliği ABD'de herhangi bir eyalet tarafından cinsiyet farkı gözetilerek reddedilemez ve kısıtlanamaz» biçiminde yeni bir şekilde ifade edilerek geçti.

Mücadele ne denli uzun ve güç ve ne denli başarısız olursa olsun, feministler değişikliğin nihai olarak kabul edilebileceğinden umutludurlar.

KADINLARIN GÜNÜMÜZ DÜNYASINDAKİ YERİ

Geride yapılacak çok şey bulunmasına karşın, kadınların Sanayi Devriminin ilk günlerinden itibaren Avrupa ve Kuzey Amerika'da erkeklerle eşit olmaya doğru bir hayli adım attığı kabul edilebilir bir gerçektir. Kuşkusuz, Batı ülkelerindeki sanayileşme hemencecik kadınların özgürleşmesini sağlamadı, önce onları ve çocuklarını fabrikalarda sömürerek daha yıpranmış bir hale soktu. Önceleri ise nispi olarak iyi, uygun tarım alanlarında kadınlar erkeklerle eşit oranlarda bir ustalaşma gösteriyorlardı. O zamanlar aileler hâlâ birer «üretim birimi» konusundaydılar ve kadınlar da bu birime katkıları ölçüsünde bir saygı görüyorlardı. Fabrika sistemi, geniş ev halkıyla geniş aileyi dağıtarak ve onlara sürekli hareket halinde makineler ardında koşturma türünden özel monoton sıkıcı görevler vererek her şeyi değiştirdi. Üstelik erkeklerle aynı çalışmayı göstermekle birlikte, kadın ve çocuklara daha az bir ücret verildi, böylece onların ekonomik «değeri» küçülmüş oluyordu. Bunun sonucu birkaç on yıl süren mücadeleler başladı, sendikalaşma da bu hareket içinden ortaya çıktı. Sendikalaşmanın yaygınlaşmasıyla birlikte yapılan bazı resmi reformlar bu kaba ayrıma son verdi.

Aynı zamanlarda üst ve orta sınıftan kadınlar da çocuk bakımı dışında pek bir şey yapmadıkları gibi bir de eve hapsedilmeye başlanmıştı.

Kocaları artık ev içinde çalışmıyordu, günün çoğunu dışarıda geçiriyordu. Bu çerçeve içinde, onlar sık sık, herhangi bir rahatsızlık durumunda bayılan ve boş konuşan, kolay kırılır duyarlı yaratıklar rolü oynamaya başla di. Öte yandan, onların birçoğu da toplum içindeki bu konumlarını eleştirdi.

Aynı zamanda kendilerine dinsel ve ahlaksal davalara ayıracak zaman buldular, hatta bir kısmı kadın hakları ve köleliğin kaldırılması mücadelesi içinde yer aldı. Nihayet, çalışan sınıftan olsun, burjuva sınıfından olsun, her iki sınıftan kadınlar, konumlarının değişmesinde ısrar ederek feminizmin başarısına yardımcı oldular. Bununla birlikte, bu başarı tümüyle tamamlanmış değildir. Bugün sanayileşmiş ülkelerde de kadınlar eşit haklar için mücadeleye devam etmektedir. Ancak şimdi ekonomik sorunlara ek olarak cinsel bakımdan kendi konumlarını belirleme sorunlarını ön plana çıkarmış bulunuyorlar.

Kuşkusuz, Avrupa ve Kuzey Amerika'da nispeten zengin ve liberal kadınların Dünya Kadınları içinde çok küçük bir azınlığı oluşturduğunun hatırlanması gerekir.

Batı dışındaki ülkelerde, özellikle Üçüncü Dünya ülkelerinde kadın sefil ve bir kör boyun eğiş koşulları içinde yaşar. Enerjilerinin çoğu hayatta kalmak için verilen zor ve acımasız bir mücadele içinde tüketilir. Bu yüzden onlar için «Cinsel özgürlük» hakkında Batıdaki anlamda bir konuşmanın en iyisi yasadışı ve en kötüsü anlamsız olduğu yorumundan öteye gitmez. Onların ilgileri daha temel, daha çok etinde tırnağında duyduğu sorunlar üzerinedir. Bu durum, Birleşmiş Milletler Mexico City'de bir Uluslararası Kadın Konferansı organize ettiğinde açık bir biçimde görüşülmüştü. Bu konferans aynı zamanda sanayi ülkeleri ile tarım ülkelerindeki kadınlar arasında ciddi bir iletişim uçurumunun olduğunu gösterdi. Konferanstan ayrıca, kaba ama sade bir tablo ortaya çıktı: Yoksul, kırsal alanlarda 1 milyarın üzerinde kadın yaşıyor (yani dünya kadın nüfusunun çoğu) bunların çoğu da okuma yazma bilmez, bitkin ve hastalıklıdır, küçük bir ödül için saatlerce fazla çalışmaya zorlanırlar. Doğal olarak erkekler bu zor işlerin birçoğunu paylaşır ama, kadın buna karşılık en büyük yüke katlanmak zorunda kalır. Hemen hemen tüm gelişmemiş ülkelerde oğlan çocukları, yaşlılıkta bunlar anababalarının bakım güvencesi sayıldığından, doğum anından itibaren el üstünde tutulurlar. Böylece bu katı yoksulluk altında bile oğlan çocukları kızlardan daha iyi beslenir, daha iyi giyinir ve öncelikle onların eğitimi sağlanır. Güç durumlar ya da hastalıklar karşısında en çok gereksinimi olan değil de, oğlan çocuğunun gereksinimi esas alınır. Yani dişi ihtiyaçları ikincildir. Bunlardan başka, birçok yoksul ülkede kadınlar çok daha az hakka sahiptir. Bir konu üzerine seslerini çıkarabilmeleri ancak evliliktedir, o da

yarım ağızla görülür. Bedenen yıpratıcı çalışmalar ve peşpeşe geçirilen gebelikler sonucu zayıf düşer ve bu işleyişe daha çok bağlanırlar. Yoksul toplumlarda genel yaşam standardını yükseltmek amacıyla uluslararası kuruluşlar ya da hükümetlerce yapılan çalışmalar, çalışma yükü artan kadınlarda daha ezici bir etki yaratabilir. Böyle baskıcı durumlar altında «kadın özgürlüğü»nün sahip olduğu özel bir anlam vardır ve gerçekte zengin ve güçlü Batı kadın hareketine bir meydan okuma niteliği gösterir.

Bu arada bazı yoksul ülkelerin ekonomik ilerlemede büyük adımlar attığı görülmektedir. Bu gelişmenin yanı sıra, cinsel özgürlük konusunda dikkate değer bir çıkış yapan Çin Halk Cumhuriyeti'nin çabası oldukça başarılı olmaktadır. Ayrıca Hindistan, Sri Lanka ve İsrail'de kadınların devlet başkanı seçilmesinin de özel bir değeri vardır. Genel olarak, kadınların özgürleşi-minin bir Batı sorunu olmadığı ve onun global anlamının giderek daha çok tanındığını söyleyebiliriz. Aynı zamanda cinsel eşitlik talebinin her yerde kazanılması sürecinde güçlüklerle karşılaşılacağı, ancak bunun için mücadeleden de vazgeçilmeyeceği açıkça görülüyor.

TÜRKİYE'DE KADIN HAREKETLERİ

Kadın hareketleri Batı'da örneklerini gördüğümüz gibi her şeyden önce kadınlara özgü sorunların odak olarak alındığı, kadınların dayanışmalarına bilinçlenme ve bilinçlendirilmelerine, kamu oyunu ve siyasal iktidarları uyarmalarına yönelen kitle hareketleridir. Bilindiği gibi erkeklerle kadınlar XX. yüzyıla değin iki eşitsiz cinsiyet halinde sürdürmüşlerdir varlıklarını. Aşağı yukarı toplumların tümünün yapısı erkeklerin egemen oldukları, kadınların ise onlara bağımlı kalarak yaşadıkları hakça olmayan bir yapı olarak çıkmış karşımıza... Ama dünyanın genel durumundaki değişiklikler kadın - erkek ilişkileri düzeninin de sarsılmasına yeni boyutlar kazanmasına neden olmuştur. Nitekim Batı toplumlarında yüzyılın başında ve 1970'lerde kadın hareketleri iki büyük dalga halinde kendini göstermiştir.

Kadın hareketlerine yol açan etmenlerin en önemlisi, hiç kuşku yok ki, kadınların içinde bulundukları toplumsa koşullardır. Batılı kadınlar Burjuva toplum yapısı içinde çalışma koşulları, ücretler, eğitim, siyasal katılım vb. gibi konularda erkeklerle eşit bir konuma kavuşamadıkları için, toplumsal yaşamda hep ikinci planda kalmışlar ve bu durumun getirdiği bilinçlenme Batı'daki kadın hareketlerinin temel koşulu olmuştur.

Türk kadınları da Batılı hemcinsleri ile ortak bir yazgıyı paylaştıkları hatta yaşamlarını onlardan daha ağır koşullar altında sürdürdükleri halde, Cumhuriyet öncesinde de Cumhuriyet'ten sonra da Türkiye'de Batılı anlamında kadın hareketlerinden söz etmemize olanak yoktur. Nitekim Prof.Ner-min Abadan - Unat: «Türkiye'den son elli yılın bilançosu Atatürk döneminde yasama yoluyla yapılan devrimci girişimlerin Türk toplumunda kadının rol ve statüsünü ancak sınırlı biçimde değiştirebildiğini göstermektedir. Kadının bağımlılığı sadece çağı geçmiş gelenek ve törelerin ürünü değil, her şeyden önce sosyo-ekonomik konumunun bir sonucudur. Kadının siyasal davranış ve eylemlerinde özerklik kazanması sadece ikna edici yöntemlerle gerçekleştirilemez. Yeni kadın tipinin ortaya çıkışında asıl belirleyici faktör yapısal değişimler olacaktır... Türkiye'de sosyalleştirme sürecini değiştirmek cinslerin görev ve sorumluluk paylaşımını yeniden saptamak gereklidir.» (Bkz. Milliyet Gazetesi 21 Mayıs 1978 s.2) demektedir.

Türkiye'de yapısal değişim sürekli devingen bir oluşum halindedir. Ekonomik açıdan endüstrileşme, toplumsal açıdan kentleşme, siyasal açıdan demokratikleşme süreçleri toplumlar için gerçekten yaşamsal önem taşıyan sancılı süreçlerdir. Günümüzde Türk toplumu bu sorundan çok yoğun bir şekilde çekmektedir. Ama artık Türkiye'de kadın sorununun erkeklerden soyutlanarak gündeme getirilemeyeceği, kadın ve erkeğin sosyo-ekonomik yapıdaki işlev ve konumlarının her şeyden çok siyasal düzen sorunu ile ilgili olduğu kavranılmıştır. Prof. Emre Kongar'a göre «özgürlüğün ve eşitliğin en önemli güvencesi, yönetime katılmadır». (Bkz. Gösteri Dergisi, Temmuz 1983, sayı 32 s. 72). Demokrasi ise en ideal yönetime katılma yöntemidir. Bu bağlam içinde ele alındığında günümüz Türkiyesi'nde kadın haklarından söz ederken kadınlarımızın yönetime katılma oranlarını gözardı etmememiz ve gerçekçi bir ölçüt olarak ele almamız gerekir.

Türkiye'de kadınların toplumsal konumunu yürütmek için çeşitli girişimlerde bulunulduğunu hiç kimse yadsıyamaz. Ama kadınlarımızın yine de toplum içinde sağlıklı bir konuma ulaşamamış olmalarının çeşitli nedenleri vardır. Söz gelimi toplumda bazı sosyal gruplara eşitliği ve özerk sosyal grupların yararlandığı sosyal hakları yadsıyan geleneksel, baskıcı ve istismar edici kurumlar hâlâ etkinliklerini sürdürmektedirler. Toplumumuzun temelinde İslâm düşüncesinin kültürel değerleri ve bu değerlerin belirlediği ahlaksal ideoloji yatmakta bu ideoloji ise toplumsal etkinliklerde iş bölümünü cinsiyete göre düzenlemektedir. Bunun sonucunda ise kadının yeri ev kadınlığı ve anne oluşuyla belirlenmektedir.

Cumhuriyetten sonra kadınlarımıza hukuk açısından eşit haklar yanında eğitimde ve iş hayatında eşit olanaklar sağlanması da amaçlanmıştır. Laikleşme ile birlikte dinsel ideolojinin neden olduğu cinsiyet temeline dayanan işbölümü de bir ölçüde çözülmüştür. Ama yasal haklarla gerçekler arasında hâlâ büyük bir uçurum vardır. Bir toplum içinde kadın ve erkeğin rolleri o toplumun gelenek görenek ve inançlarınca da belirlenir. Kadın bu yüzden toplumsal yerini salt yasa değişiklikleriyle kazanamaz. Prof. Abadan'ın çok yerinde bir saptamayla belirlediği gibi, toplumu oluşturan kadın - erkek tüm bireylerin dünya görüşlerini, davranışlarını değiştirecek köklü yapısal değişimlere gereksinme vardır. Her toplumda «kadınlara» ya da «erkeklere» özgü diye belirlenen bazı kalıplaşmış yasaların bulunduğunu ve bu kalıplaşmış yasaların toplumumuzda da çok üstün bir rol oynadıklarını yadsıyamayız.

Türkiye'de açıkça söylenmese de kadınların ülke kalkınmasında erkekler kadar katkı ve payları bulunmadığı inancı yaygındır. Büyük bir bölümüyle kadınlarımız da kendileri için belirlenen yer ve durumu değiştirmek üzere bir şey yapmamakta, yapamamakta, konumlarını bir yazgı olarak benimsemektedirler.

Kadınlarımız özellikle erkeklerin egemen olduğu alanlara girerlerse kadınlıklarından bir şeyler yitirecekleri kaygısını duymakta, bir yandan başarılı olurken bir yandan saldırgan, tutkulu, erkeksi diye değerlendirileceklerinden korkmaktadırlar. İşte bu korku onları geleneksel beklentilerine sığınmaya itmektedir. Oysa, kadın kendi yaşamını kendisi özgürce planlayabil-meli, başkalarının kendisi için çizdiği yazgıya gerektiğinde «hayır» deyip değiştirebilmelidir onu. İnsan olarak önündeki tüm olanak ve alanlardan yararlanabilmesi; özellikle siyasal alanda etkinlik gösterip ağırlığını duyur-malıdır. Çünkü tüm idari kademeler ve plan siyasaları son derece ilerici öneriler getirseler, yasalar önerseler bile, ideal çözümlerin gerçekleşmesi için önemli bir koşulun yerine getirilmesi gerekmektedir: Bu yasalardan yararlanacak toplumsal güçlerin toplu istem ve savaşımları. Kısacası çözüm büyük ölçüde siyasal alanda - demokratikleşme sürecinin başarılı bir şekilde gerçekleşmesiyle koşut olarak belirlenecektir. Oysa Türk kadını toplu olarak çalışma yaşamına bile önce Balkan Savaşı daha sonra I. Dünya ve Kurtuluş Savaşı gibi olağanüstü koşullarda, erkeklerin cepheye gitmesi sonucu ortaya çıkan bir zorunlulukla atılmıştır. I. Dünya Savaşı o zamana değin yaşamını kafes ardında sürdüren çok sayıda kadını silah ve gıda fabrikalarında çalışmaya itmiştir. Kurtuluş savaşı ise ekonomik yaşama katılmalarının yanısıra kadınlarımızın siyasal savaşıma katılmalarını da zorlamıştır. Buna karşın, kadınlarımız siyasal haklarını elde edebilmek için 1930 ve 1934'lere değin beklemek zorunda kalmışlardır. 1935 -1977, yılları arasında Parlamentoya 69 kadın girebilmiş, hükümetlerde yalnız iki kadın görev alabilmiştir. Kısacası kadınlarımız siyasal alanda sayın Şirin Tekeli'nin değerli yapıtında önemle vurguladığı gibi «her zaman sınırlı, olağandışı ve simgesel bir yol» oynamışlardır. (Bkz. Şirin Tekeli, Kadının Siyasal Hayattaki Yeri Üzerine Karşılaştırmalı Bir Araştırma.)

Kısacası Türk kadınlarının büyük çoğunluğu toplumsal - siyasal yaşama yaygın olarak katılmadıkları ve Atatürk Devrimi Kadın Haklarını yukardan gerçekleştirdiği için Batı benzeri kitlesel kadın hareketleri ya da gerçek anlamında feminist bir hareket Türkiye'de görülmemiştir. Çeşitli Kadın Derneklerinin etkinliklerini bu akım içinde ya da tepkisel kadın hareketleri olarak yorumlamak ise büyük bir yanılgı olur.

Bu genel değerlendirmeden sonra Batılı anlamda kadın hareketleri olmasalar bile Osmanlı döneminde (özellikle Tanzimat ve Meşrutiyette) kadına ilişkin çalışmaları kısaca özetleyip Atatürk Devriminin Türk kadınlarına getirdiği hakları ele alacağız.

A.  Osmanlı Döneminde Kadının Kurtuluşuna İlişkin Etkinlikler

1839 Gülhane Hatt-ı Hümayun'u, Osmanlı İmparatorluğunda bir dizi reformun ve bu arada da (özel bir anlamda) kadının kurtuluşu hareketlerinin başlangıcını simgeler. Bu dönemde okullar Batı örnek alınarak yeniden örgütlenmişler, yeni bir hukuk düzeni reformu gerçekleşmiş, Avrupa'dan kaynaklanan çeşitli ideolojik akımlar artık yavaş yavaş eski İslâm görüşünün yerini almaya başlamıştır. Bu dönemde resmi olmayan basın gelişmiş ve eski medrese kültüründen kopmuş yeni bir kültürlü insanlar sınıfı doğmuştur. Başlangıçta dış görünüşleri daha sonra da düşünme biçimleri büyük ölçüde değişen ve giderek Batılı bir yaşam biçimini benimseyen bu sınıfın Osmanlı İmparatorluğunun dinsel dönüşümünde çok önemli bir rolü olmuştur. Bu yeni düşünen sınıf yabancı dil de bilenlerden oluştuğu için Avrupa'da olup bitenleri, Batı'nın kültürel ve toplumsal olaylarını yakından izleyebilmiş ve burun sonuçları yerli gazete ve dergilerde yankılanmıştır. İşte kadının toplumdaki konumunun yükselmesi düşüncesi de böyle bir ortamda Osmanlı toplumunda yavaş yavaş etkinliğini göstermeye başlamıştır. Örneğin 1860'larda Agâh Efendi ile İbrahim Şinasi'nin yayınladıkları Ter-cüman-ı Ahval gazetesinde Türklerde evlilik ilişkileri ele alınmış ve Şinasi'nin din adamlarını hicveden Şâir Evlenmesi adlı piyesi yayınlanmıştır. (Bkz. B. Caporal, Kemalizmde ve Kemalizm Sonrasında Türk Kadını, s.54) 1862 yılında ise Şinasi Tasvir-i Efkâr gazetesini çıkarmaya başlamış, Namık Kemal kadınların eğitimi sorununu ele alan Terbiye-i Nisvan Hakkında bir Lâyiha adlı makalesini burada yayınlamıştır. Namık Kemal daha sonra kendi yönetimindeki İbret gazetesinde de Osmanlı toplumunda kadının ezikliğine karşı çıkan Aile başlıklı makalesini yayınlamıştır. Namık Kemal'e göre, Osmanlı İmparatorluğunda öğretim Batıdaki biçimiyle yeniden düzenlenmeli; kızlar okullara devam edip çağdaş değerleri işleyen bir öğrenim görmelidirler. Çünkü aile ve ulusun çöküşünün en önemli nedenlerinden biri de kadınların bilgisizliğidir. Yine dönemin yayın organlarından Terakki, Türk kadınlarının da Avrupalı kadınlar gibi eğitim görmelerini isteyip evlilikteki aşağı durumlarını kınayan, kadının köleliğini ayıplayan ve bu köleliğin onun toplumsal yaşama katılmasını nasıl engellediğini vurgulayan bir dizi makale yayınlamıştır. (Bkz. a.g.y. s.55) Terakki daha sonra Muhad-derat İçin Gazetedir başlığı altında haftalık bir kadın gazetesi eki yayımlamaya başlamıştır. Bu ekte, kadınların yazdığı kız okulları açılmasını, cinslerin eşitliğini, tek eşitliğin üstünlüğünü savunan yazılar ve Batı Feminist akımlara ilişkin haberler yer almıştır.

Eğitimde kadınla erkeğin eşitliği ilkesini Ahmet Mithat Efendi de, gerek Felsefe-i Zenan'da gerekse Diplomalı Kız'da savunmuştur. (Bkz. a.g.y. s.59).

1876'da Osmanlı Devleti Kanunî Esasîyi kabul etmekle meşrutî bir idareye geçmişti. 23 Aralık'ta ilan edilen bu Anayasa, Batıdan esinlenmiş olan özgürlükçü reformları içeriyor ve Osmanlı toplumu için bir dönüm noktasını müjdeliyordu. Bu Anayasa için en çok emeği geçen kişi, Batıdakilere benzer özgürlükçü reformların tutkulu bir savunucusu olan Mithat Paşa idi. Ne yazık ki, Anayasa'nın ilanından çok kısa bir süre sonra 5 Şubat 1877 de dönemin padişahı Abdülhamit, Mithatpaşa'yı görevinden azlediyor ve böylece Osmanlı İmparatorluğu yeniden 30 yıl sürecek olan katı bir mutlakiyet yönetimine geri dönüyordu.

Abdülhamit döneminin resmi ideolojisi Pan-İslamizm idi. Bu ideolojinin temelinde Batı karşıtlığı yatıyordu. Bu ideolojiyi benimseyenler Batı tekniği ile sermayesini kabul ederlerken tüm Batılı düşünceleri şiddetle yadsıyorlardı. Bu yüzden, basın ve yayına giderek inanılmaz boyutlara ulaşan bir sansür uygulandı. Ne var ki tüm önlemlere karşın basın ve yayın yine de belli bir gelişme gösterdi ve okur sayısı önemli ölçüde arttı. Örneğin kadın okur sayısı Tanzimatın son yıllarına oranla yüz katına ulaştı. (Bkz. B. Caporal, a.g.y. s.66) Kadın basını gelişip kadın dersleri yayınlanmaya başlandı. Bunlara örnek olarak Hanımlara mahsus gazete, İnsaniyet, İnci, Hanımlar, Hanımlara Mahsus Malûmat gibi basın organlarını sayabiliriz.. Bu dönemin yazıları yayınlanan ünlü kadın yazarları da Fatma Aliye, Emine Semiye, Nigar Hanım, Makbule Leman, Fahrünnisa hanım, Hamiyet Zehra ve Keçe-cizade İkbal hanımlar idi. Ne var ki bu dönemde kadınların siyasal hakları hiçbir şekilde söz konusu olamıyor, çıkan yazılarda genellikle «iyi bir anne, iyi bir eş, iyi bir müslüman» olma motifi işleniyordu. (Bkz. a.g.y. s.66-67)

Osmanlı - Türk toplumunda belli bir Aydınlar azınlığının gerçekleştirdiği başarılar, o dönem Osmanlı toplumu içindeki kadın hareketlerine gerçek bir hız vermek için yeterince kuwetli değildi. Ayrıca cephelerdeki yenilgi ve iç güçlükler, büyük kitlelerin ve özellikle kadınların daha iyi yaşam koşulları için savaşmalarını engellemek üzere nedenler olarak kullanıldı. 1889'da yenilgi ile sonuçlanan Türk-Rus savaşından sonra II. Abdülhamit bir fermanla halktan olan kadınların yaşmak ve ferace giymelerini yasakladı. Böylece, artık yaşmak ve ferace giymek yalnız saraylılar için sözkonusu oluyordu. Bu garip karar, Osmanlı kadınlarının kara çarşafı sokak giysisi olarak kullanmalarına yol açtı. Yani çarşaf ancak 19. yüzyıl sonlarında bir giysi olarak kabul edilmiş oldu.

Aslında Osmanlı İmparatorluğunda kadın için yaşam, türlü sınırlamalar içinde varolmayı sürdürmek demekti. Ama, Osmanlı egemenliği altında kadınların tümüyle edilgin birer araç olduklarını varsaymak bir yanılgı olur. Yukarda örnek olarak verdiğimiz aydın kadınlar, daha iyi ve daha çok eğitim görmek, poligaminin ve hülle yoluyla boşanmanın ortadan kaldırılmasını sağlamak, erkeklerle eşit haklara sahip olmak için 19. yüzyılın son çeyreğinde ve 20. yüzyılın başlarında savaşımlarını sürdürdüler. Örneğin 1896'da Ahmet Cevdet Paşa'nın kızı olan Fatma Aliye hanım roman ve makalelerinde hep kadın sorununu işledi. Çok karılılığı bir doğa yasası olarak kabul eden Mahmut Esat Efendiye karşı sürdürdüğü polemiklerle ün kazandı. Fatma Aliye hanım daha sonra da Nisvan-ı İslâm adlı bir kitap yayınladı. Böylece Osmanlı toplumunda kadının durumu sorunu ilk kez bir kadın tarafından ayrıntılı bir şekilde ve çözüm önerileriyle birlikte ele alınıyordu.

1899 sıralarında ise Hanımlara Mahsus Gazete'de Rasime Hanım, «Kadın Terbiyesi» başlıklı bir yazısında şunları söylüyordu: «Hakiki iffet ve edeb ahkâmının umumî cereyanı, kadınları evde oturmaya, bir yere çıkmamaya veya çıktıkları zaman, sıkıca örtünmeye davet etmekten ziyade, ıslâh ve tenviri fikirlerine hizmet etmelidir.» (Bkz. N. Arat, Kadın Sorunu s. 74, 75)

II. Meşrutiyet Dönemi başlangıçta anlatım özgürlüğünü de birlikte getirdiği için, tüm özgürlük biçimlerinin bu arada kadınlara ilişkin sorunların da çok yoğun bir şekilde tartışıldığı bir dönem olmuştur. 1909 -1918 yılları arasında kadınlara ilişkin sorunları inceleyip çözümler getirmeye çalışan ve canlı bir tartışma ortamının organları olarak karşımıza çıkan çok sayıda gazete ve dergi görüyoruz. Örneğin, Kadın, Kadınlar Dünyası; Kadınlık, Osmanlı Kadınlar Alemi, Kadın Kalbi v.b.g. Bütün bu dergilerde kadınlar yazar hatta yönetici olarak görev almışlardı. Nitekim, Kadınlık dergisinde Nigar hanımı Osmanlı Kadınlar Alemi dergisinde ise Feriha Kâmran hanımı tanınmış yazarlar olarak buluyoruz. (Bkz. B. Caporal, a.g.y. s.77)

II. Meşrutiyet döneminde kadın sorunu karşısında değişik tutumlar takınmış olan ve etkilerini günümüz Türkiye'sinde de hâlâ duymakta olduğumuz üç ideolojik akımla karşılaşıyoruz: İslamcılık, Batıcılık ve Türkçülük.

İslamcılar kendi işlerinde üç gruba ayrılıyorlar:

1.     Derviş Vahdetînin başını çektiği İttihad-ı Muhammedi grubu. Yayın organları Volkan.

2.     Şeyh-ül İslâm, Mustafa Sabri ve Musa Kâzım efendilerin yönettikleri Cemiyet-i İlmi-yye-i İslâmiye grubu. Yayın organları Beyan-ûl Hak.

3.     Sonradan tutuculaşarak Sebilûrreşat adını alan, başlangıçta reformist eğilimli Sırat-ı Müstakim dergisi çevresinde toplanan ve aralarında

Sait Halim Paşa, Mehmet Akif, Aksekili Ahmet Hamdi ve Mihrettin Aru-si'nin bulunduğu İslamcı grup.

(Bkz. 3. Caporal, a.g.y. s.79)

İslamcıların tümü de Batı uygarlığının bilimsel ve teknik yönünün belli bir ölçüde ödünç alınabileceğini; ancak İslâmın kültürel ve dinsel yönü, Batf nınkinden çok daha üstün ve zengin olduğu için, bu alanların şiddetle korunması gerektiği görüşündeydiler. Bu arada, Müslüman Osmanlı kadını da modernleşmeye, Avrupai yaşam biçiminin etkisine karşı korunmalıydı. Nitekim Musa Kâzım gibi bazı İslamcılar, kadınların giyim konusunda biraz özgürlük kazanmaları ve erkeklerinin yanında sokağa çıkmaları karşısında «Devletin dini İslâmdır. Hükümet, Şeriatı çiğneyenleri cezalandırmalıdır» yaygaralarıyla hükümete başvurup çarşaf giymeyi zorunlu kılan bir yasanın çıkarılmasını istediler. Mehmet Akif, çarşaf çıkarma isteğinin bir bahane olduğunu, Osmanlı kadınının Batılı değer ve adetleri ve Avrupalı hemcinslerinin özgürlüklerini isteyip benimseme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu öne sürmekteydi. İslamcılar çok eşliliği ve tek yanlı boşanmanın yasallığını savunup kadınların yalnızca ev işleriyle uğraşmaları gerektiğini vurgulu-yorlardı. Örneğin, Mustafa Sabri, kadınların yönetimde söz sahibi olmaları kesinlikle olanaksızdır derken Sait Halim Paşa da kadınlara özgürlük ve yönetime katılma hakkı veren uygarlıkların batıp gittiklerini dile getiriyordu. (Bkz. B. Caporal, a.g.y. s.82,83)

Batıcı akımın yandaşları da kendi içlerinde köktenciler ve ılımlılar olmak üzere ikiye ayrılıyorlardı. Köktenciler din ve devlet işlerinin ayrı şeyler olduğunu savunuyor; Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünün gerçek nedeni ve sorumlusu olarak İslâm dinini suçluyorlardı. Bunlara örnek olarak ozan Tevfik Fikret'i, İttihat ve Terakki Derneği üyelerinden Doktor Niyazi'yi ve Türk Kadınlığının Tereddisi adlı kitabın yazarı Selahattin Asım'ı sayabiliriz. Laiklik konusundaki görüşleri gözönüne alındığında, İttihat ve Terakki Derneği kurucularından Doktor Abdullah Cevdet de belki bu grup içine sokulabilir.

Ilımlı Batıcılara gelince, onlar Osmanlı İmparatorluğunun içine düşmüş olduğu durumun sorumlusu olarak ulemayı suçlamaktaydılar. Onlara göre, İslâmın kendisi hiçbir zaman ilerlemeyi engellememiş ama hep yanlış yorumlanıp yobazlar ve fırsatçılar tarafından sömürülmüştü. İslâm işte bu

gibilerin yüzünden «bir boş inançlar bataklığı haline» gelmişti. (Bkz. Capo-ral, a.g.y. s.87,88) Bu yüzden eğer içine düşmüş olduğumuz bunalımdan kurtulmak istiyorsak İslâm bir reformdan geçirilmeli, Batı uygarlığı teknik yönüyle benimsenmeli ama Batı'nın kültürüne karşı kendi Türk-İslâm kültürümüz şiddetle savunulmalıdır.

Oysa köktenci Batıcılar için bunalımdan çıkış yolu, Batının yalnız uygarlığıyla değil, dinsel ve kültürel değerleriyle de benimsenmesi, bir düşünsel -dinsel devrimin gerçekleştirilmesine dayanmaktadır. Bu yüzden İslama dayalı eski değerler dizgesi yadsınıp Batı'nın laik değerler dizgesi benimsenmelidir.

Bu gruba giren düşünürlerden Selahattin Asım, Türk Kadınlığının Tereddisi (1905) adlı kitabında Türk kadınının çarşaf giyme, kadını kapatma, çok - eşlilik, boşama, miras, kölelik vb. gibi konulara ilişkin dinsel kökenli yasalar ve töreler yüzünden ağlanacak duruma düştüğünü, çok uzun süredir dinsel kurumların baskısı altında ezildiği için, doğal niteliklerini yitirip yozlaş-tığını dile getirir. Ona göre bu yasa ve töreler yalnız Türk kadınlarının değil, Türk erkeklerinin de gerileme ve yozlaşmalarına neden olmuştur. (Bkz. B. Caporal, a.g.y. s.88,89) İşte bu yüzden, «bu alandaki dinsel normların, kuramların, yargılar ve ilkelerin tümü, hem uygarlık hem de Türk kadını, Türk halkı adına reddedilebilir ve reddedilmelidir.» (Bkz. a.g.y. s.89)

II. Meşrutiyet dönemi içindeki üçüncü ideolojik akım, Türkçülük akımıdır. Başta gelen Türkçüler arasında Ziya Gökalp'i, Hamdullah Suphi Tanrı-över'i, Halim Sabit Şibay'ı ve Mehmet Emin Yurdakul'la Halide Edib Adı-var'ı sayabiliriz.

Ziya Gökalp'in öncüsü olduğu bu düşünce akımı önce Selanik'te Genç Kalemler ve Yeni Felsefe Mecmuası dergilerinin yazarları arasında doğup Yeni Hayat akımı adını aldı. Yeni Hayat Akımı'na bağlı düşünürler de kendi içlerinde iki ayrı gruba ayrıldılar. Birinci grupta materyalist ve sosyalistler, ikinci grupta ise ülkücü ve ulusçular yer aldı. İlk grup kısa sürede dağıldı. İkinci grup ise, asıl Türkçülük akımının çekirdeğini oluşturdu. Ziya Gökalp 1912'de Selanik'ten ayrılıp İstanbul'a geçmiş ve Türk Ocağı adlı bir dernekte yerleşmiş bazı Pan-Türkistlerle işbirliği yapmıştı. Bu Pan-Türkistle-rin yayın organları Türk Yurdu dergisi idi. Ziya Gökalp ve arkadaşları Pan-Türkistlerle her konuda ayrı görüşleri savunmalarına karşın bir işbirliğine giriştiler.

Türkçüler Osmanlı İmparatorluğunun çöküş nedeni olarak müslümanla-rın değişen koşullara uymamalarını, yeniliklere karşı olmalarını gösteriyorlardı. Onlara göre, İslâm, ulusal kültürleri baskı altında bırakıp zayıflamalarına neden olmuştu. Oysa ulusal kültürün yeniden canlandırılması gerekiyordu. Nitekim Ziya Gökalp için kalkış noktası kültür kavramıydı. O, kültürü uygarlık kavramından kesinlikle ayırıyordu. Batı uygarlığını ise değişik kültürlerdeki ulusların oluşturduğu bir uygarlık olarak görüyordu. Ona göre, Batı uygarlığını benimsemek, Türk kültürünü yadsımak anlamına gelmemekteydi. Tersine Türkler Batı uygarlığına geçtikleri zaman, ulusal kültürleri ve onun bir parçası olan İslâmi değerlerle Batı uygarlığının zenginleşmesine katkıda bulunacaklardı. (Bkz. a.g.y. s.93-94) Bu genel düşünce çerçevesi içinde Ziya Gökalp'te kadın sorunu toplumbilim açısından değil de daha çok yazınsal bir tema olarak işlenmiştir. Başlangıçta şiirlerinde kadın özgürlüğü ve kadın - erkek eşitliği temasını işleyen Ziya Gökalp 1917'den sonraki yapıtlarında Türklerde aile kurumunun evrimini irdelerken kadın sorunu üstünde daha ayrıntılı bir şekilde durmuştur.

O, Türk ailesinin evrimini «boy», «il», «konak» ve «yuva» dönemlerini içeren dört ayrı aşamada inceler. «Boy»larda kadınların hakları ilke olarak erkeklerininkine eşittir. Çocuklar anneye aittir. Ama kadın, bu anaerkil düzenden yeterince yararlanamaz. Çünkü hukuksal açıdan her türlü yetke «dayı»ya aittir.

Birçok «boy»un bir araya gelerek oluşturdukları illerde evsel yaşam özerklik kazanır. Aile, siyasal örgütten ayrılıp toplumsal bir birim olarak kendisini gösterir. Gökalp, İl'lerde atalara tapınma olgusunun da ortaya çıktığını ama bu olguda yalnız erkek atasının değil, kadının atasının ruhunun da yer aldığını vurgular. Bu yüzden, Gökalp'e göre, bu dönemin Türk devletlerinde ailede yetke, eşit olarak anne ve baba tarafından paylaşılır.

«Konak» aşamasına gelince, bu aşama İslâmiyet'in Türkler tarafından kabul edilmesinden sonra görülür. Bu aşamada Türkler İslâmi benimsedikleri için, Türk adetleri ortadan kalkar; Arap ve İran uygarlıklarıma Bizansın etkisi Türk aile yapısını büyük ölçüde yozlaştırır. Kadınlarla erkekler arasındaki ayrılığın çarpıcı bir simgesi olan «konak»larda kadınlar kendilerine ayrılan «harem» dairelerinde Osmanlı kadınının yazgısı haline gelen aşağı bir durum ve konumda yaşarlar.

Türk ailesinin evriminde dördüncü dönem ise, Osmanlı İmparatorluğunda IX. yüzyılda başlamıştır. Dine dayalı geleneksel toplumsal kurumların bu arada da ailenin eleştirel bir tutumla ve bilimsel açıdan ele alındığı bu dönemde ailenin niteliği yavaş yavaş değişmiştir. Ekonomik gereksinmeler kadının aile dışına çıkmasına ve babalık yetkesinin tartışılmasına yol açmıştır. Bu nedenle «konaMar artık yerlerini Ziya Gökalp'in «tek-eşli aile barınakları» diye adlandırdığı «yuva»lara bırakmışlardır. (Bkz. a.g.y. s.98,99)

Ziya Gökalp'in bu düşünceleri 1917 Aile Kararnamesinin çıkmasında etkili olduğu gibi, döneminin yazarlarını ve daha sonra Atatürk Devrimini büyük ölçüde etkilemiştir. Örneğin, o dönemin aydın kadınlarından Halide Edib, yapıtlarında kadınları çarşaflarını asmış, konak duvarları arasındaki tutsaklıktan kurtulup eşiyle birlikte ülkesinin kalkınmasına katkıda bulunan kişiler olarak betimlemiştir. Ne var ki o, kadın - erkek eşitliğini savunduğu ve bir kadın olarak bu tür sorunları ele alıp işlediği için tutucu çevrelerin ağır saldırılarına uğramıştır. (Bkz. a.g.y. s.100)

Kadının kurtuluşu konusundaki tüm bu düşünceler, zorlu karşı-çıkışla-ra ve Batılılışmaya karşı direnişlere rağmen aydınlar arasında yandaş buldukları için gerçek yengilerine Atatürk Devrimiyle sınırlı bir ölçüde de olsa kavuşacaklar ve Cumhuriyetle birlikte gelişip çiçekleneceklerdir.

B. Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Dönemi İçinde Kadına İlişkin Etkinlikler

Türk kadınının yazgısı belli bir dönemde Cumhuriyetle birlikte değişmiştir, denilebilir. Birinci Dünya Savaşından yenik, yorgun ve tükenmiş bir durumda çıkan Osmanlı İmparatorluğu, Batı'nın deyimiyle «Hasta adam», Ulusal Kurtuluş Savaşının liderliğini üstlenen Mustafa Kemal'in askeri dehası ve yılmayan çabaları sonunda yerini genç ve dinamik Türkiye Cumhuriyetine bırakmıştı. (Bkz. N. Arat, Kadın Sorunu s.76)

Osmanlı İmparatorluğunun çöküşü ve bu olayın etkileri kadınları özgürleştirme girişimlerini bir ölçüde yavaşlatmıştı ama büsbütün yok edememişti. Örneğin Maarif Nazırı Ali Kemal, İstanbul Darülfünununda kadınlara özgü ilk dersleri 19 Mart 1919'da Felsefe Fakültesinde başlamıştı. Bu derslere devam eden kız öğrencilere dersler sırasında yüzlerindeki peçeleri kaldırma izni de verilmişti. (Bkz. N. Abadan Unat Türk Toplumunda Kadın, s.12) Bu arada Yunanlıların İzmir'e, İngilizlerin İstanbul'a, Fransız ve İtalyanların Güney Anadolu'ya girişleri Türk kadınlarını erkekleri ile birlikte yurt savunmasında etkin rol almaya ve ilk kez bu tür siyasal eylemciliğe yöneltti. Nitekim Türk kadınları İstanbul'da işgalci emperyalist güçlere karşı düzenlenen mitinglere katıldıkları gibi, Mustafa Kemal'in Anadolu'da oluşturduğu Kuva-yi Milliye'de de erkekleri gibi etkin bir şekilde çalıştılar. Bu yüzden, Türk Kurtuluş Savaşını Türk kadınının kurtuluşu için bir dönüm noktası olarak kabul edebiliriz. Çünkü Anadolu'daki ölüm-kalım savaşında Halide Edib gibi aydın kadınlarla birlikte tüm köylü kadınlarımız silah ve yiyecek sağlanması konusunda canla başla çalışmışlardır. Kadınlarımız bu dönemde yalnızca sosyal yardım üstünlükleri için örgütlenmekle yetinmemişler, Sivas'da Anadolu kadınlarımızın Müdafaaî Milliye Teşkilatını kurarak (9 Eylül 1919) Mustafa Kemal'in güttüğü siyaseti desteklediklerini somut bir biçimde göstermişlerdir. Nitekim bu örgüt Amasya, Kayseri, Niğde, Erzincan, Burdur, Konya, Denizli ve Kangal'da da şubeler kurmuştur^ (Bkz. N. Abadan Unat, a.g.y. s.12) Türk kadınlarının bu etkin çalışmalarını Atatürk 3 Şubat 1923'te İzmir'de verdiği bir söylevde şöyle belgelemiştir: «Kadınlarımız bundan sonra haremlere kapatılmayacak, gizlenmeyecek, yüzlerini ört-meyeceklerdir. Çünkü bu tüm ülkenin daha çok acılar çekmesine neden olacaktır. Türk kadınları ulusal bağımsızlığımız için savaş boyunca cesaretle dövüşmüşlerdir. Bugün onlar özgür olmalı, eğitim olanaklarından yararlanmalı, erkeklerimizinkine eşit bir düzeye çıkarılmalıdırlar. Çünkü buna layıktırlar. Dünyanın hiçbir yerinde hiçbir milletinde, Anadolu köylü kadınının fevkinde kadın mesaisi zikretmek imkânı yoktur ve dünyada hiçbir milletin kadını, 'ben, Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi halâsa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar himmet gösterdim' diyemez» (Bkz. N.Arat, Kadın Sorunu, s.78)

Bu sözler, Türk kadınlarının büyük potansiyel gücünü kavramış onların yeni Türkiye'nin bağımsızlık ve saygınlığı için gerekli temeller olduklarına yürekten inanmış büyük bir siyasal liderin ilerde kadınlara ilişkin olarak gerçekleştireceği devrimleri de müjdelemektedir. Zaten Mustafa Kemal yaptığı çeşitli yurt gezilerinin hemen hemen hepsinde özellikle kırsal alanlarda hep eşitlikçi önlemlerden yana olduğunu dile getirip Türk kamuoyunu köklü değişikliklere hazırlamaya çalışmıştır. Ne acı ki, ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin türdeş olmayan yapısı bu köklü değişikliklerin geciktirilmesine neden olmuştur. Meclisteki ilerici kesimin temsilcisi olan Tunalı Hilmi Bey gibi sözcüler birkaç kez Türk kadınının eşitlik özlemlerini yasal önlemler haline getirmeye çalıştıkları halde, kasabalı esnaf ve küçük memurlardan oluşan tutucu çoğunluk tarafından engellenmişlerdir. Mustafa Kemal, ancak Cumhuriyet Hükümetinin Tek Adam olarak en güçlü kişisi haline geldikten sonra, planladığı devrimleri gerçekleştirebilmek üzere harekete geçmiş, uzun vadeli evrimci güçlerin sonucunu bekleyerek zaman yitirmek istemediği için, yasama etkinliğini toplumsal değişimin itici gücü olarak kullanmaya başlamıştır. (Bkz. N. Abadan Unat, a.g.y. s.15) İlkin devrimleri engelleyebilecek kurumların etkisiz duruma getirilmeleri gerektiğinden Mustafa Kemal 1 Mart 1924'teki bir söylevinde gerçekleştireceği eylemlerin stratejisini şu sözcüklerle belirlemiştir: «Önemli olan sorun, hukuk anlayışını, yasaları, adalet örgütünü toplumsal yaşayışın uyması gereken çağ koşullarıyla uyuşmazlık içinde olan ilkelerden kurtarmak sorunudur. Aile hukukunda, medeni hukukta izlenecek yol ancak, Batı uygarlığının hukuksal yönü olabilir. Yarı önlemlerle, yüz yıllık inançlara bağlılıkla izlenecek yol, ulusların uyanışının karşısına çıkan en büyük engeldir.» (Bkz. Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri c. 1. s.317)

Bu söylevden sonra 3 Mart 1924'te Halifelik kaldırılmış; yine aynı tarihte Öğretim Birliği Yasası kabul edilmiştir. 8 Nisan 1924'te çıkan bir yasayla Şeriat Mahkemeleri kapatılmış, 25 Kasım 1925'te Şapka Devrimi yapılmıştır. 26 Aralık 1925'de ise uluslararası takvim ve saat kabul edilmiştir. 4 Ekim 1926'da yürürlüğe giren Türk Yurttaşlar Yasası (Medeni Kanun) ise çok karılılığı yasadışı ilan etmiş, kadın ve erkeğe eşit boşanma hakkını tanıyıp kadınların özgürlük ve eşitliklerine biçimsel bir güvence sağlamıştır. Eskisinden farklı olarak çocukların gözetimi ana babanın her ikisine, ölüm halinde ise çocuğun velayeti geride kalan eşe verilmiştir. Boşanma halinde çocuğun velayetinin ana babadan hangisine verileceği yargıç takdirine bırakılmıştır. Mirasta tam bir eşitlik ilkesi kabul edilmiş. Evlenmelerin geçerli olabilmesi için gelinin hazır bulunması koşulu getirilip vekalet yoluyla nikâh kıyma geçersiz kılınmıştır. Tanıklık konusunda cinsler arasında eşitlik ilkesi kabul edilmiştir. (Bkz. N.Abadan Unat, a.g.y. s. 15)

Yurttaşlar yasasının kadın haklarına ilişkin olarak getirdiği yenilikler Anayasayı da etkilemiştir. 9 Nisan 1928'de din ve devlet işlerini ayıran laiklik ilkesinin kabulünden ve 1 Kasım 1928'deki Harf Devriminden sonra 3 Nisan 1930'da kadınlarımıza Belediye Meclislerine seçme ve seçilme hakkı verilmiştir. 5 Aralık 1934'de Milletvekili seçme ve seçilme hakkı ile birlikte Türk kadınlarına eşit yurttaşlık hakları tanınmıştır. Bu tarihsel bir adım, Türk ve İslâm kadınının yazgısında değişiklik yapacak büyük bir atılımdı. Atatürk bu konudaki düşüncelerini şöyle dile getiriyordu: «Bu kararla Türk kadınları, siyasal ve sosyal alanda pek çok Batı ülkelerindeki kadınlardan daha üstün bir durum kazanmışlardır. Bundan sonra, peçe altında, kafes ardında kadın kalmayacaktır. Türk kadınları bugün en önemli haklarını kazanmışlardır. Bundan ötürü, ben, bu kararı en önemli reformlarımızdan biri sayıyorum.» (Bkz. N. Arat, a.g.y. s.88) Bu yeniliğin sonucunda 1 Mart 1935'te açılışı yapılan 5. Dönem Büyük Millet Meclisinde 18 kadın milletvekili erkek arkadaşlarının yanında yer almıştır. Ne yazık ki bu dönemden sonra Büyük Millet Meclisine bir daha hiç bu kadar çok sayıda kadın milletvekili girememiştir. Bunun nedenlerinden birinin 1946 yılında çok partili seçim sistemine geçiş olduğu söylenebilir. Çok partili rejim, seçimlerde kadınlar için tercihli seçme sistemini değiştirdiğinden seçim kampanyalarına katılan kadın sayısı kadar parlamentoya giren kadın sayısı da giderek azalmıştır. Bu azalmanın bir başka nedeni ise, örneğin Şirin Tekeli'ye göre, Atatürk'ün yaşadığı süre içinde kadınların siyasal durumlarının salt simgesel bir durum oluşudur. Atatürk gerçek bir demokratik sisteme duyduğu inancı kanıtlamak için, Türk kadınlarına siyasal haklarını vererek Batıya Türkiye Cumhuriyetini Batılı demokrasilerin çoğundan daha ileri bir düzeye yükseltmiş olduğunu göstermek istemiştir. Yani Türk kadınları, tüm Müslüman ülkelerdeki kızkardeş-lerinden hatta Batıdaki örneğin Fransız, İtalyan ve İsviçreli kadınlardan daha önce elde ettikleri siyasal haklarını gerçek bir çaba sonucunda değil, büyük önder Atatürk'ün bir armağanı olarak kazanmışlardır.

Atatürk Devriminin kadınlarla ilgili olan yanının ereği, gerçekte Türk kadınını yüzyıllar boyu yalnız kuşakların sürdürülmesini sağlayacak bir araç ve erkeğin malı kabul eden görüşü sarsmaktı. Onun en büyük özlemi, Türk kadınlarına eşit fırsat ve eğitim olanakları sağlayacak onların doğuştan taşıdıkları yeteneklerini geliştirme, onlara siyasal haklar tanımak suretiyle kamu işlerine karşı meraklarını uyandırmaktı. (Bkz. N.Arat, a.g.y. s. 106)

Atatürk Devriminin, bu Devrime ve Batılılaşmaya candan inanmış seçkin bir sınıfın desteğine karşın, büyük kentlerin dışındaki yerlerde özellikle kırsal kesimde büyük bir kitleyi tümüyle değiştiremediği yadsınamayacak bu olgudur. Sayın Nermin Abadan Unat'a göre, «Seçkinci bir yaklaşımı benimsemiş olan Atatürk ve İnönü, Öğrenim düzeyinin her katına büyük önem vermek ve kadınların hukuki statülerini siyasal katılmaya elverişli bir hale getirmek suretiyle sömürülen bir kadınlığın kurtuluşunu sağlamanın mümkün olduğuna inanmışlardı.» Oysa günümüz Türkiye'sinde sosyal bilimcilerin çoğu, kadının konumunun ancak üretimde oynadığı rol ve ekonomideki katılma payına göre irdelenebileceği kanısındadırlar. Bu yüzden, bu sosyal bilimcilere göre, siyasetle daha fazla ilgilenmek ve siyasal davranış ve eylemlerinde özerklik ikna edici yöntemlerle gerçekleştirilemez. Çünkü iç ve dış göç, kentleşme, endüstrileşme Türkiye'nin toplumsal yapısını sürekli etkilemektedir. (Bkz. N.Abadan Unat a.g.y. s.21,22) Bu etkiler altında durmadan devinen ve değişen toplumsal yapı, Türk kadınlarının konumlarında da sürekli bir devingenliğe neden olmaktadır. Bu devingen süreç içinde her kesimde daha özgür, bağımsız, sorumlu ve siyasal etkisi yoğun kadınların sayısı giderek artmaktadır. Hiç kuşku yok ki geleceğin Türkiye' sinde kadınlar, günümüze dek çözülmemiş bulunan sorunlarını kendileri çözümleyecekleri ve gerçek haklarını arayıp alacakları bir uygarlık düzeyine ulaşacaklardır.

KAYNAKLAR

Abadan Unat, Nermin (derleyen) Türk Toplumunda Kadın genişletilmiş ikinci bası, Araştırma,

Eğitim, Ekin Yayınları İstanbul, 1982

Arat, Necla, Kadın Sorunu, istanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi yayını No. 2776 İstanbul,

1980

Caporal, Bernard, Kemalizmde ve Kemalizm Sonrasında Türk Kadını, Türkiye İş Bankası Kültür

Yayınları Ankara, 1982

Tekeli, Şirin, Kadınlar ve Siyasal Toplumsal Hayat, Birikim Yayınları, İstanbul, 1982