CİNSELLİK
VE TOPLUM
İnsanlar «toplumsal hayvanlardır» ve
huyları, istekleri, umutları, korkuları ve inançları,
doğdukları yerdeki çeşitli topluluklarca biçimlendirilir. Bu,
aynı zamanda cinsel tutum ve davranışlar için de geçerlidir.
İnsanlar belirli bir cinsel ifade potansiyeliyle doğarlar. Ancak bu
potansiyel oldukça çeşitli yollarla gerçekleştirilir. Aslında
cinsel bakımdan bastına toplumlarda bu kısmen ya da tümüyle
gerçekleşmeden kalabilir.
Konu, belki de en iyi sık sık
kullanılan dil kıyaslamamızla tanımlanabilir: Bütün
çocuklar konuşma yetisiyle doğarlar, ancak herhangi bir özel dile
göre programlanmamıştır. İngiltere'de İngilizce,
Çin'de Çince konuşarak yetişirler. Bazı toplumlar, erkekler ve
kadınlar için farklı «gizli» dillere sahiptir ve çocuklar da
bunları cinsiyetlerine göre öğrenirler. Üstelik bilgili anaba-balar
ve iyi öğretmenlere sahipseler, konuşmayı oldukça iyi bir
biçimde öğrenirler. Aynı nedenle, bilgisiz ve kaba anababalar,
çocukların sessiz kalmalarına, kendilerini iyi ifade edememelerine ya
da kekeme olmalarına neden olabilirler. Öte yandan, bazı kötü
davranışlarla karşılaşan çocuklarda her bakımdan
kötü bir dil gelişebilir ve onu sevmediklerine karşı
kullanırlar; daha şanslı olan ötekiler ise yalnızca
bağlılık ve sevgi ifade etmek amacıyla kullanacakları
sözcükleri dikkatlice seçebilirler. Sonuçta, bazı dinsel ya da ahlaksal
nedenlerle bir sessizlik yemini ederler sanki.
İnsanın cinsel davranışı
buna çok benzer biçimde gelişir. Çocuklar, özel kültürlerinde kabul
edilebilir davranış neyse, onu kabul etmeyi öğrenirler.
Aynı zamanda cinsiyetlerine göre farklı erkeksi ve kadınsı
nitelikler kazanırlar. Eğer ana babaları hoşgörülüyse,
çocukların erotik kapasiteleri artar, ancak püritenik eğitim,
onların kendilerini suçlu hissetmelerine, cinsel tepkilerinin
engellenmesine ya da sakatlanmasına yol açacaktır. Öte yandan, engellenmiş
bu çocuklar «düşük ahlaklı» gelişir ve seksi, özünde
düşmanlığını dışa vurmak için kullanır.
Bazıları ise, yani doyuma ulaşanlar, cinsel eşlerini
dikkatlice seçerler ve onlara sevgiyle armağanlar sunarlar. Sonunda,
bazıları seks zevkinden vazgeçmeye karar verirler ve bazı dinsel
ve ahlaksal nedenlerle iffet ve bakirelik yemini ederler.
Oysa karşılaştırma, bu
kişinin düzeyi, yani kişisel durumu,
başarısızlıkları ya da başarılarıyla
kendisini sınırlamamayı gerektiriyor. İnsanın
cinselliği ve dili genel düzeyde her zaman
karşılaştırabilir ve ortak imgeleri gözden geçirilebilir.
Gerçekte, her dilbilimcinin bildiği gibi, farklı diller, farklı
temel felsefeler içerir. Bu diller farklı bir gerçeklik tablosu çizerler
ve yaşamı farklı yaklaşımlarla yansıtırlar.
Kısacası, her dil önce kendisiyle birlikte geliştirmiş
olduğu algıları oluşturur. Özgün kişisel
görüşlerinden tümüyle ayrı olarak, halkın büyük kesimleri hep
birlikte, farklı yerel dillerine göre, dünyaya farklı bir biçimde
bakmayı öğrenirler.
Bu, aynı zamanda «yerel» seks felsefesi için
de geçerlidir. Kadınların ve erkeklerin cinsel
davranışı yalnızca onların kişisel
nazlarını değil, aynı zamanda geniş çapta,
bağlı oldukları toplumların ya da toplumsal gruplarının
temel değerlerini de yansıtır.
Kişilerin, birey olarak ne denli farklı
olduklarının önemi yoktur. Ahlak anlayışı her zaman
bütün kültürlerin altında yatan varsayımlarca biçimlendirilir. Zevk
düşkünü ve hoşgörülü toplumlarda çoğu insanlar
olasılıkla neşeli ve duyarlı olur; püritenik ve
baskıcı kültürlerde ise heyecanlı ve yasaklayıcı
olmaya eğilimlidirler. İlk önce, belirtilen durumda olanlar,
cinsiyetlerini bir mutluluk kaynağı olarak kutlarlar; ikinci
durumdakiler ise bir utanma kaynağı olarak cinsiyetlerinden üzüntü
duyarlar. Bu yüzden, bir insanın cinsel tutumları üzerine kafa yorduğumuz
zaman gerçekte iki ayrı sorunlar kümesine değinmiş oluyoruz. Biz
yalnızca şu erkek ya da bu kadının toplumlarının
cinsel standartlarına ne denli iyi uyduğunu değil, aynı
zamanda bu standartların hangi temellere dayandığını,
en son amacını, anlamını ya da seksin
doğasının ne olduğunu da soruyoruz.
Çoğu toplumlarda, kuşkusuz seksin
anlamı, başka herhangi bir şeyin anlamı gibi din
tarafından belirlenir. Bu en azından, geçmiş toplumlarda söz
konusu olmuştur ve hatta modern laik toplumlarda cinsel standartlar
sık sık eski dinsel öğretilere bağlı
kalmıştır. Örneğin ABD toplumunun cinsel
standartlarının hâlâ Yahudi-Hıristiyan mirasınca
etkilendiğinden hiç kimsenin kuşkusu yoktur: Oysa karşı
kültürel çalışmalar, bu mirasın her zaman oldukça kendine özgü
olduğunu ortaya koymuştur. Eski İsrailliler, seksin
doğasını üremede gördüler ve bu amaca yönelmeyen herhangi bir
cinsel davranışı mahkûm ettiler. İlk Hıristiyanlar da
bu dar anlayışı kabul etti ve
hatta cinsel perhizden dolayı yüceltilmekten,
seksi zorunlu bir kötülük olarak görmeye değin uzanan bir
sınırlama getirdiler.
Onlar, İsa'nın yeniden dönmesini ve
yaşamları boyunca dünyanın sonunun gelmesini beklediklerinden,
cinsel zevki öyle uzun boylu düşünmediler. Bunun yerine dönemlerindeki
değişik münzevi felsefelerinin izdeşi oldular ve bu
anlayışları kendi dilleriyle birleştirdiler.
İsa, geri dönmeyi başaramayınca ve
dünya da önceki gibi sürüp gittikçe, biraz daha hoşgörülü olmaya
başladılar, ancak temel inançları değişmeden
kaldı: Cinsel etkinlik yalnızca evlilik içinde ve gebeliğe
doğru yol alabildiğinde kabul edilebilirdi onlarca.
Hıristiyan cinsel felsefesinin,
taraftarlarına keyfi ya da rastlantısal görünmediğini söylemek
bile gereksiz. Tam tersine, onlara bu felsefe nesnel, sonsuz ve evrensel gerçek
olarak görünüyordu. Baktıkları her yerde, bu gerçeğin olgusal
gözlemlerle doğrulandığını gördüler.
Saygıdeğer erkekler ve kadınlar, bedenlerini giysilerle
örtmediler mi? Bu, onların doğuştan bir alçakgönüllülük
duygusuna sahip olduklarını göstermedi mi? İnsanlar, cinsel
düşlemlerini açıkça tartışmaktan sakınmadılar
mı? Bu, kendileri hakkında rahatsızlık duymalarına yol
açmadı mı? Anababalar, evliliklerinin içyüzünü çocuklarından
saklamadı mı? Bu, cinsel ilişkilerinde bazı
yanlış şeylerin olduğunu göstermedi mi? Kısacası,
doğanın kendisi seksin her yerde doğuştan bayağı
ve utanç verici olduğunu göstermedi mi? İşte Kuzey Afrikalı
rahip Augustine, Tanrının Kenti adlı kitabında, tüm
cinsel ilişkilerin içinde bulunduğu utancı böyle dogmatik bir
biçimde ele aldı (XIV. Kitap, 18. Bölüm):
«Cinsel ilişki her zaman şehvetle
gerçekleştirilir ve bu yüzden de gizlenmiş olması gerekir...
Hatta doğal bir utanma duygusu olduğundan genelevlerde bile bu bir
sır olarak saklanır... Evli olmayan kişilerle ilişki, utanç
duymayan erkeklerce bile utançla karşılanır ve üstelik onlar
bunu sevseler bile pek belli etmemeye özen gösterirler... Karı koca
arasındaki ilişki saygıdeğer ve yasal olsa bile, her zaman
tanıkların huzurundan uzakta, özel bir odada yapılmaz mı?
Damat, gelini okşamadan önce, tüm hizmetkârları yanlarından
uzaklaştırmaz mı?.. Zifaf odasına girenler akraba olsalar
da, eğer bu doğal olarak yerinde ve uygun olanın utanç
cezasıyla birlikte yapıldığından ötürü değilse,
nedendir öyleyse?»
Bu görüşe göre, Augustine erkek ve kadın
cinsel organlarını edepdışı organlar olarak sunuyor ve
tüm cinsel arzulara da hemen hemen gizli bir tiksinmeyle bakıyordu.
Dahası, tüm edepli insanların her yerde aynı duyguyu
paylaşacağına inanıyordu. Ancak gerçekte, tutumları
kendi zamanında bile evrensel boyutlara ulaşmamıştı.
Roma İmparatorluğunun uzak yörelerinde hâlâ eski «pagan»
geleneklerini koruyan gruplar, seks ve çeşitli cinsel oyunlardan büyük
zevk duyan kabileler vardı.
Augustine'nin «her cinsel ilişkide utanç bulunması»
üzerine söyledikleri gerçeğe uygun değildi. Bu anlayış, çok
daha sonra ve salt Hıristiyanlığın etkisiyle çoğu
Avrupalı için bir gerçek haline geldi. Bununla birlikte, Avrupa
dışında, birçok toplum çok farklı cinsel değerler
geliştirdi. Yüzyıllarca süren bir yalnızlıktan sonra
Hıristiyan kaşifler böylesi toplumları keşfettikleri zaman,
büyük bir şaşkınlığa düşerek gördüklerine
güçlükle inanabildiler. Örneğin, Kaptan Cook, Tahiti'ye geldiği zaman
Tahitililerin ayakta cinsel ilişki kurmaları ve her iştah ve
tutkuyu izleyicilerin gözü önünde büyük bir hazla yerine getirmeleri
karşısında büyük bir şaşkınlığa
düşmüştür. Böylece Kaptan Cook, Dünya Çevresinde Yolculuk adlı
yapıtını kaleme aldı (1769):
«Yaklaşık 1.80 cm boyunda genç bir adam,
yaklaşık 11 ya da 12 yaşında küçük bir kızla, bizden
birkaç kişi ve büyük sayıda yerlilerin önünde en azından
yakışıksız ya da uygun olmadığı duygusuna
kapılmaksızın, Venüs törenini yerine getirdi. Ancak
göründüğü gibi oranın geleneklerine tam bir uyum gösteriyordu bu hareket.
İzleyiciler arasında daha deneyimli birkaç kadın da
vardı... Bu kadınlar, kızın bu konuda bilgilenmesi
gerektiği için, üzerine düşen görevi nasıl yerine
getireceğini öğretiyorlardı.»
Bununla birlikte, şaşkınlıktan
donakaldığı halde soğukkanlılığını
koruyordu Kaptan Cook ve birleşmeyi durdurmaya da
kalkışmadı. Aslında, gözüdönmüş bir ahlakçı
değildi Kaptan. Pratik bir İngiliz, bir dünya gezgini ve
aydınlanma döneminin insanıydı. Adanın bu
kökleşmiş gelenekleri ancak sonraki zamanlarda gelen Hıristiyan
misyonerlerin baskısı ve zorlamasıyla ortadan
kaldırıldı. Cinsel manzaranın etkisini kafasında
canlandıra-bilen bir kişi bu manzaranın Augustine üzerinde
nasıl bir etki yapacağını da görmüş olacaktı.
Kişi, aynı zamanda onun görüşünü değiştirmemiş
olacağını varsayabilirdi. «Utançsız» adalılarca ona
yanlış gösterileni benimsemek yerine, olasılıkla
şeytanın köleleri olarak hepsini mahkûm etmiş olacaktı. Bu
Tahitili icracılar, bugün ABD'de görünmüş olsaydılar,
başlarına ne geleceğini herhalde çok iyi biliyoruz.
«Canlı seks mağazalarında» 11
yaşlarında bir kızla söz konusu işi uygulayan herhangi bir
adam, reşit olmayan bir kıza tecavüz etmekten hapishaneye
yollanacaktır. Hatta daha kötüsü, «Çocuğa tecavüz eden» biri olarak
ya da pedofili (sübyancı, çocuk sevici) gibi bir «cinsel psikopat» olarak
ilan edilebilecektir. Bu da ona önce, sonra ya da hapishanede bulunduğu
dönemde takılabilir. Eğer akkiyatrik tedavi için bir akıl
hastanesine teslim edilebilirdi. Eğer aklanamazsa, geri kalan yaşamını
polis kayıtlarına geçirilmiş olarak sürdürecek, öte yandan
kıza da bir suçlu çocuk muamelesi uygun görülüp bir «islahevine»
gönderilmiş olacaktı. Sonunda tüm izleyiciler de tanık
oldukları için tutuklanabilir ve salt bu nedenle «uçarılık ve
müstehcenlik», genel olarak özendirilmiş olurdu.
Bu örneğin de gösterdiği gibi, modern
ABD'nin ahlak değerleri Preko-loniyal olan Tahiti'den tümüyle
farklıdır. Burada (ABD'de de) suçlu ya da delirmiş kabul edilen
insanlar, orada topluluğun değerli üyeleri olarak karşılanıyorlar.
Şimdi ABD'lilerin, küçüklerin ahlaksal çürümesi olarak nefret ettiklerini,
Tahitililer, pratik seks eğitimi olarak teşvik ettiler. Bize günah
görünen, onlar için genelde dinsel bir amaç oldu. Nitekim halka cinsel bir
gösteri sunmak isteyen Arioi toplumu, özel bir kutlama düzeni
gerçekleştirdi. Kısacası, Tahitililer hemen hemen toplumumuza
karşıt olan bir cinsel felsefeye imzalarını attılar.
Şimdi
bu yüzden bunların «çökmüş»,
«bozulmuş», «çürümüş»,
«ahlaksal çöküntüye uğramış»,
«animalistik», «sağlıksız» ya da
«sapıklık»
oldukları sonucuna varabilir miyiz? Varamayacağımız
açıktır. Ziyaretçilerinin tümü Tahitilileri
dünyanın en mutlu,
sağlıklı, arkadaş canlısı ve çok cömert
insanları olarak tanımlamakta aynı fikirde
birleştiklerinden dolayı, böyle bir suçlama yüzde
yüz yanlış
olacaktır. Bugün bile o saf kalpliliklerini
sürdürmelerine
karşın, gerçekte onların gerileyişi, yalnızca
Batılı Hıristiyanlarla ilişkilerinden sonra
başlamıştır.
Peki eski Tahitililerin cinsel törelerini
benimsemeye çalışabilir ve bizim standartlarımızın
yanlış olduğu sonucuna varabilir miyiz? Temelde hayır. Her
şeyden önce, bir anlık yansıma bu türden bir radikal, ani
değişimin gerçekleşemeyeceğini gösterir. Sonra, diyelim bu
değişimi gerçekleştirdik; ancak bu, çözebileceğinden de
büyük toplumsal ve cinsel sorunlara yol açabilirdi. Tıpkı,
yabancı bir ahlak anlayışının Tahitililere
yardımı olmadığı gibi, biz de böylesi yabancı
değerlerin körü körüne benimsenmesine hayıflanabildik. Her toplumun
cinsel normları, çok sayıda toplumsal amaca hizmet etmek ve birbirini
desteklemek için uzun bir zaman süreci içinde geliştirilmiş olan
gelenekler, yasalar ve öteki normların geniş bir ağıyla
ilişki içindedir. Bu nedenle cinsel davranıştaki
değişimler her zaman yaşamın birçok alanını
etkilemiştir. Özel tarihsel durumlara rıza gösterilemez ve kültürel
geleneklerin güçlüğüne önem verilmezse, sonuçta cinsel devrimin pek olumlu
şeyler yapamadığı görülür.
Gerçekte bu, Pasifiklilerin tezelden
Hıristiyanlaştırılması yanlışıyla
özdeştir. Onlar için doğru olan bir cinsel ahlak, çocukların
eğitimini engelleyen başka bir ahlakla yer
değiştirdiğinde, onların geleneksel kur yapma ve
evlilikleri karıştı ve halen yaygın olan aile kurumunu
zayıflattı. Daha kötüsü de, bu değişimlerin hiçbiri gözle
görülür bir yarar sağlamadı. Üstelik, yeni ahlak,
başlangıçta nüfusun geniş kesiminin ahlakını da bozdu.
Tüm toplumsal dokuyu gevşetti ve uzun, çalkantılı bir döneme yol
açtı.
Biz karşılaştırmalı ahlak
çalışmalarını genişlikte olduğu kadar
derinlemesine de ileriye götürebilirdik kuşkusuz. Ancak şimdiye
değin en azından bir temel bakışta açıklık
kazanmış bulunuyoruz. Cinsel normlara ilişkin evrensel ve
sürekli hiçbir şey yoktur. Tam tersine, karşı kültürel alanla
karşılaştırdığımız zaman, bunlar
oldukça keyfi ve değişebilir görünüyor. Ayrıca bunları
benimseyen özgün toplumlara nesnel ve sağlıklı görülebilmesine
karşın, bu toplumların dışındakiler, bunları
saçma ve yoz bulabilirler. Özetle, cinsel konularda insanların
«doğal» olarak adlandırdığı, genelde, herkesin
yaptığından başka bir şey değil çoğunlukla.
Duyarlı erkekler ve kadınlar, her zaman
bu gerçeği bilir ve ona göre davranırlar. Örneğin, Tahiti'de
Kaptan Cook'un, belki ülkesinde bir linç ya da kargaşaya yol açabilecek
bir cinsel gösteriyi soğukkanlılıkla izlediğini
görmüştük. Aydınlanma döneminin bir kaşifi olarak Cook, bu
hareketiyle basitçe şu atasözünün şanına uygun
davranıyordu: «Roma'dayken Romalı gibi davran». Yani yerel
geleneklere saygı göster ve ev sahibini gücendirme. Kaptan Cook'un bu
tutumu beraberinde İngiltere'ye götürdüğü Tahitili,
yakışıklı, soylu savaşçı Omai tarafından da
izlendi. Bu Tahitili savaşçı, Londra'da büyük bir terbiye ile
davrandı, sosyete salonlarında Londralıların geleneklerine
uygun bir biçimde davranarak bayanların büyük ilgi ve övgülerini
topladı. Bu Tahitili savaşçının cinsel
davranışını tahmin edebiliriz yalnızca, belli
aristokratik İngiliz hayranlarının hoşgörülü tutumuyla
açıklanabilmesiy-
le birlikte, herhangi bir skandala neden olacak
kadar «aşırı» bir tutuma girmediğini biliyoruz. Gerçekte,
bu durumda bir putperestle Hıristiyan arasındaki
karşılıklı saygının esaslı bir nedeni,
onların karşılaşmalarının
zamanla-masıydı. 18. yüzyıl İngilteresi, artık püritenik
kuralların etkisinde olduğu gibi, erdemlilik taslayan bir hava içinde
değildi. (19. yüzyıl Viktorya dönemi başka bir konudur.) Yunan
ve Roma klasikleri üzerine çalışma, çeşitli dünyevi modern
filozoflar ve uzak yabancı kültürlerle ilişki, Avrupalılara
dinsel ve cinsel yönden biraz hoşgörülü olmayı öğretmişti.
Gerçekte Kaptan Cook'un yazdığı raporların okunması ve
Omai gibi insanlarla karşılaşılması, onların
geleneksel ahlak varsayımları üzerine sorular sormasına yol
açtı ve onları daha liberal bir kafa yapısına ulaştırdı.
Fransa'da Kaptan Bougainvil-le, Pasifik Yolculuğu sırasında
tuttuğu notlarını yayımladı ve büyük ansiklo-pedist
Deniş Diderot, Bougovinville'in Yolculuğuna Ek adlı
yapıtında, Polinezya'da cinsel ahlakı açıkladı 1772.
Böylece, yavaş yavaş bazı Batı ülkelerinde eski katı
cinsel tutumlar yumuşadı, soyut olarak benimsenmiş olan ahlaksal
değerler nispi olarak gözden geçirilmeye başlandı ve insanlar
eski yaşam biçimini eleştirmeye giriştiler. Çoğu da giderek
kendileri için düşünmeye, kendi bildikleri yolda, kendi
mutluluklarını izlemeye karar verdi. Kilisenin müdahalesi olsun
devletin düzenlemesi olsun, her ikisinden de uzak durarak, ahlaksal
baskılardan kurtulma istemlerini dile getirdiler. Bireysel ülküler ve
özgürlük istemi giderek artan bir destek kazandı ve ABD ve Fransa
devrimleri bir dizi siyasal ve toplumsal reformların gerçekleşmesine
öncülük etti.
Bu, artık Batıda erdemlilik
taslamanın ölümü anlamına gelmiyordu. Gerçekte bu olgu, hâlâ orta ve
aşağı sınıflar içerisinde
canlılığını sürdürüyor ve yukarıda
vurguladığımız gibi, sonraki yüzyılda yeniden büyük
bir güç kazanıyordu. Oysa, orada eğitilmişler arasında,
kısıtlanmamış Batı yanlısı, Batılı
olmayan cinsel geleneklerin bilinci kalmıştı. Aslında
Augustine, Hıristiyan kardeşlerinin her biri için hiçbir zaman bir
konuşma yapmamıştı. Resmi ahlak perdesi arkasında, her
zaman bir eski yerel Avrupa duyarlığı oluşmuştu.
İşte Hıristiyan münzeviliğinin varışıyla
birlikte, bu duyarlık küçük düşürülmekte, yadsınmakta ve
yeraltına itilmekteydi, ancak Ortaçağda halk festivallerinde,
Rönesans sanat ve edebiyatında, Barok'un görkemli ve şatafatlı törenlerinde,
kırsal törelerde, kentsel biçimde, kaba folklor ve aristokratik
şaşaada tiyatro, müzik ve dansta tekrar tekrar ortaya çıktı
bu duyarlık. Aynı nedenle, gerçekte Batılıların cinsel
davranışı, hiçbir zaman onların dinsel dogmaları ve
dünyevi yasalarının öne sürdüğü kadar sevimsiz bir disiplinde
olmadı. Özellikle çiftçiler ve feodal efendiler büyük ölçüde daha az
bastırıcı cinsel ölçülerle yaşamışlardır.
Kendini tutanlar ve katılıkta diretenler, çok kere rahipler zümresi
ve modern zamanlarda ise burjuvaziydi.
Bununla birlikte, Batı dünyasının
başarılı bir biçimde sanayileşmesinden sonra, önceleri
ahlak ve davranışlar konusunda tutucu olan orta sınıflar,
cinsel konularda daha hoşgörülü oldular. Maddi rahatları artarken,
cinsel özgürlükler olmaksızın, ekonomik ve siyasal özgürlükler elde
ettiler. Böylece, bu yüzyılda cinsel liberalleşme eğiliminde bir
artış gördük. Batı liberal gelenekleri ve Batılı
olmayan kültürlerin deneyimleriyle ilgilenen bir hayli bilgin, ahlakçı ve
sade yurttaşlar, bugün cinsel baskının olmadığı
yepyeni, insanca bir dünya için savaşım vermektedir.
Şimdi yüzyıldan daha fazla bir süre
içinde, bu çalışmaların önemli bir bölümünü insanın cinsel
davranışı ve onun toplumsal sonuçları üzerine yapılan
bilimsel araştırmalar oluşturmaktadır. Tanımlamalarla
seks araştırmaları, cinsel sorunlara akılcı bir
yaklaşımı geliştirme eğilimi taşıyor ve
böylece cinsel önyargı bilgisizlik ve korkuyla savaşılıyor.
Bu anlayışladır ki, aşağıdaki sayfalarda
çalışmanın çeşitli alanlarında toplanan bilgiyi tanımlamaya
girişilebiliyor. Gerçekte, elinizdeki kitabın kapsamı
çerçevesinde seksle ilgili tüm toplumsal sorunlara değinmek pek olası
görünmüyor, ancak kişi az bir tarihsel ve karşı-kültürel
gözlemleriyle bunların karmaşıklığında en
azından bazı anlayışlar kazanabilir. Bu nedenle, metnin bu
son bölümü, çağımızda cinsel eşitlik kavgası, cinsel
sapkınlık sorunu, evlilik ve aile tiplerinde yakın
değişimler, cinsel baskıların niteliği ve cinsel
devrim diye adlandırılan günümüzdeki çarpışmanın
kısa bir çözümlemesini sunuyor.
9. ERKEĞİN VE KADININ
TOPLUMSAL
ROLLERİ
Tüm toplumlarda, erkek ve kadınlar
arasındaki açık biyolojik fark, onların davranış ve
tutumlarını biçimlendiren ve sınırlandıran,
onları farklı toplumsal rollere zorlamayı haklı gösteren
bir öğe olarak kullanılır. Yani toplum, cinsiyetin doğal
farkına rıza göstermez, ancak her birine kültürel bir cinsiyet
farkı eklemekte ısrar eder. Bu yüzden basit fiziksel olgular her
zaman karmaşık psikolojik niteliklerle iç içedir. Bir erkeğin
erkek olması yeterli değildir; aynı zamanda erkeksi görünmesi de
gerekir. Aynı biçimde, kadın olmak da yeterli değildir,
kadın da kadınsı olmalıdır.
Oysa kadın ve erkek arasındaki
karşıtlık artmış ve özellikle bu biçimde
vurgulanmıştır, bu da toplumsal rollere duyulan gereksinimi
doğrulayan biyolojik farkların daha da derinleşmesine götürür.
Öte yandan, başka bir yola koymak amacıyla, cinsiyet farkları,
daha sonra cinsiyet farkları olarak açıklanan cinsel farkları
yaratmak için kullanılır. Sonra sırasıyla cinsel farklar
istenir ve bu böyle sürüp gider. Bu yinelenegelen bir muhakemeden başka
bir şey değildir, ancak toplumsal bakımdan oldukça etkindir.
Örneğin, bizim ataerkil toplumumuzda erkekler, toplumsal olarak etkin
pozisyondan hoşlanırlar. Böylece ilk yaşlardan başlayarak
oğlanlarda bu pozisyona ulaşılır ve bunu sağlamak için
onların izin verilen bir erkeksiliği elde etmelerine yardım
edilir. Aynı nedenle kızlara da uysal bir kadınsılık
edinmeleri öğretilir. Kadın ve erkek arasında sonuçlanan
farkın doğuştan geldiği açıklanır ve
bu, varolan güç düzenlemesini savunmak için
kullanılır. Yalnızca bunu benimsiyor. Kadının rolü
salt kadınsı kadınlara nispi avantajlar sağlarken, erkek
toplumsal rolünün de erkeksi erkekleri ödüllendirmesi tasarlanır.
(Kavgacı erkekler daha büyük işlere koştururlar: hoş, güzel
kabul edilir kadınlar da daha zengin koca bulur.)
Başka bir deyişle, erkeksilik ve
kadınsılık, toplumsal ayırıma yanıt olarak
geliştirilen cinsel niteliklerdir. Oysa bir kere onlar cinsellik
ayrımını doğ-rulayıp birleştirerek gelişmektedirler.
Erkeksi ve kadınsı cinsel roller, birbirlerini
karşılıklı olarak zorlar ve bu nedenle onlar üzerine kurulu
olan eşitsizliği ebedileştiririer.
Açıktır ki, bu psikolojik mekanizma
yalnız, kadınlar ve erkeklerin davranışı, genel olarak
kabul edilen sınırı aşmadığı sürece
işleyebilir. Bu yüzden her toplum, değiştirilemez, «ebedi»,
«doğal», «toplumsal» olarak adlandırdıkları cinsel rolleri
öne çıkarmak, bu tür ihlalleri önlemek için uğraşır.
Bunları onaylamayı reddeden herhangi bir kimse, bir «sapkın»
sayılarak baskıyla karşılaşır ve yalnız
topluma karşı değil, aynı zamanda «doğanın»
kendisine karşı, bir saldırgan olarak
cezalandırılır. Böyle sapkınlıklar üzerine tarihsel
bir örnek, yalnızca İngilizleri yenerek Fransız ordusunu zafere
götürmekle kalmayıp, aynı zamanda erkek elbiseleri giyen genç
kız Jeanne D'Arc'ın durumudur. Son duruşmasında derhal
doğa yasalarını çiğnemekle suçlanıp şiddetle
cezalandırılmıştır.
Yüzyıllar sonra, birçok insan, sözde
«doğal» yasaların böyle şiddetli toplumsal uygulamalara niçin
gereksinim duyduğunu merak etmiştir kuşkusuz. Ama bu yasalar
gerçekten doğal idiyse, zaten erkek olsun kadın olsun, her ikisine de
doğal gelecekti. Oysa, cinsiyetlerin, sözde doğal
eşitsizliğinin savunucularının bu eşitsizliğin
devam etmesinden başka bir şeye içerlemedikleri, dikkate
değerdir. Gerçi, onların bu konudaki tartışmaları
gerçek olsaydı, erkeklerle yarışma gücü
olmayacağından, kadınların eşit şansları
olduğunu yadsımaya gerek duymayacaklardı. Eğer
kadınlar «doğuştan» ikinci derecede yaratıklarsa,
erkeklerin hiçbir şeyden korkması gerekmeyecekti. Bu nedenle, böyle
yarışmalardan birçok erkeğin korkması olgusu,
iddialarının doğruluğuna yeterince kuşku
düşürüyor.
İnsanın istek ve kapasitelerinin, bizim
geleneksel cinsel rollerimizin dar sınırları ötesine gitme
eğilimi taşıdığı bir gerçektir. Hatta bu
eğilimi denetim altında tutmak için tüm toplumsal otoritelerce birleştirilen
çabalar bir kesinlik kazanır. Bu tür toplumsal denetim, anababanın
kılavuzluğu biçiminde, akran gruplarının baskısı
ve yasa uygulamaları gibi yalnızca dıştan değil,
aynı zamanda her bireyin kendi imajını belirleyen değerler
ve kavramlar biçiminde içten de görünebilir ve bu durumda cinsel ile cinsiyet
kavramları çok ciddi sorunlar yaratarak insanın kafasını
karmakarışık eder.
Örneğin, basmakalıp kadınsı ve
erkeksi tiplerin, kendilerine uygun olmadığını hisseden ya
da onların çok sınırlandırıcı olmalarından
keyfi kaçan erkek ve kadınlar, aynı zamanda kendi biyolojik
cinsiyetleri hakkında iki yönlü duygular geliştirebilirler. Bunun
sonunda onlar, sevdikleri başka rolü oynamalarını sağlayan
farklı vücutları arzulamaya başlayabilirler. Erkekler
kadınların toplumsal ve cinsel bakımdan edilgin olduğu
söylenegeldiğinden, başka bir örnek olmak isterler, ancak cinsel
ilişkide etkinliği ele alan ve toplumsal bakımdan kavgacı
bir kadınla karşılaştıklarında, çok kere
kafaları allak bullak olur. Bir kadında, bu kadınsılık
eksikliğiyle yüzyüze gelinmesi bir erkeği onun
kadınlığını tartışmaya itebilir.
Eğer bu çekişme tanıkların gözü
önünde olmazsa, bu kez erkek, kendi erkeksiliğinden kuşku duymaya
başlayabilir ve cinsel bakımdan işlevsiz kalır. Tersi
durumda ise güzel, nazik ve edilgin bir kadtn pekâlâ dalgasını geçebilir
ve kendini bir «sapık» ya da «eşcinsel» olarak açığa
vurabilir. «Gerçek kadın» ona «gerçek erkek»ten daha az ilgi gösterir ve
bu yüzden onu cinsel bir eş olarak reddeder.
Bununla birlikte karışıklık
daha ileriye gider. Orada her karşılaşmada bir edilgin
(kadınsı) ve bir etkin (erkeksi) cinsel eş olması
gerektiği kanısı öyle diretir ki, bu birçok
karşıcinsel ilişkiyi çökertmekle kalmaz, aynı zamanda bu
basmakalıplıklardan sonra kendilerini model olmaya zorunlu hisseden
belirli eşcinsel davranışı da etkiler. Böyle yaparak,
onlar, hatta aynı cinsten üyeler arasında cinsel ilişkilerde
olan, ki onlardan biri kendini «kadın» varsayıp öbürü erkek rolü
oynaması gereken garip inançlara destek verirler. Gerçekte, kadın
olsun, erkek olsun, her eşcinsel çiftin bir etkin (erkeksi) ve bir edilgin
(kadınsı) eş içerdiği biçiminde genel bir izlenim
vardır. Ancak tümü erkek sevicilerden oluşan eski Yunanın ünlü
eşcinsel seçme birlikleri gibi genomeni açıklamak, yukarıda anlatılan
inançları koruyan insanları büsbütün sarsar.
Bu bakışların tümü yanlış
bir varsayımdan gelen yanlış bir sonuçlandırma üzerine
kuruludur. Bu varsayım, erkeklerin doğal olarak etkin, kadın-
Fahişelik suçu
Çoğu Batı Avrupa
devletinden başka günümüzde ABD'nin çoğunluk Federal Devleti
fahişeliği suç olarak cezalandırmaktadır. Buna
karşın Antik dönemde ve Ortaçağ'da fahişeliğe büyük
ölçüde tolerans tanınıyordu ve birçok kentte genelev olması
normaldi. Ortaçağ Avrupa'sında genelevlerin kilise yakınlarında
bulundukları sık görülür. ABD'de 19. yüzyılda birçok yerde legal
olarak işleyen genelev vardı.
Antik Romada genelev bozuk
parası.
Ortaçağ genelevi.
ların ise doğal olarak edilgin
olduğunu belirtir. Yanlış sonuçlandırma ise her etkin olan
kişinin erkeksi bir rol oynarken, her edilgin kişinin de
kadınsı bir rol oynadığını ileri sürer. Oysa
gerçek durumda ne cinsiyet, ne de cinsellik bu biçimde karakterize olmaya
gereksinim duymaz. Aslında bazı insan topluluklarında kadın
ve erkekler için rol belirlenimi, bizim toplumumuzun tersinedir. Özcesi, bizim
cinsel basmakalıplığımız üzerine kesin ya da
doğal hiçbir şey yoktur.
Aynı nedenle, iki «etkin» ve «edilgin» eş
özendirici bir ilişkiye sahip olabilene ve etkin edilgen her iki
cinsiyetin tutumları, her ikisi için de uygun görülene değin tam
insan eşitliği kazanılmış olmayacaktır.
Bu, ideal bir gelecekte, tüm insan
farklarının görünmez olacağı anlamına gelmez.
Gerçekte, bir kere eski basmakalıplıklar safdışı
olmaktadır. Her cinsten bireyler arasındaki farklar ise muhtemelen
artar. Üstelik, toplumsal eşitlik koşulları altında, bu
bireyler aynı zamanda mutlu bir biçimde farklı cinsiyet rollerini
oynamaya devam ederler. Böyle cinsiyet farklarıyla ilgili hiçbir yanlışın
olmadığını göstermeye gerek kalmayacaktır. Biz
insanlarda, «farkın» aşağı ya da üstün derecede olması
gerekmediğini anladıkça onlar yaşamlarını büyük ölçüde
yeniden zenginleştirecektir. Başka bir deyişle, kadınlar ve
erkekler için eşit haklar isteyenler, sıkıcı bir
birliktelik değil, sömürülmüş olmaksızın
gelişebilecekleri değişik bir toplumsal ortam istiyorlar.
Aşağıdaki sayfalarda, seks ve
cinsiyetin temel kavramlarının daha derin bir biçimde ele
alındığını, erkek ve kadınlar için getirilen
farklı ahlak standartlarının kısa bir tartışmasının
sunulduğunu göreceksiniz.
CİNSELLİK VE
CİNSİYET
Bu kitabın başlarında, insanın
cinsel davranışının gelişmesini
tartışırken, kişinin fiziksel cinsiyeti (vücudun dişi
ya da erkek karakteristikleri) cinsel rolü (erkek ya da dişi olarak
toplumsal rolü) ve cinsel yönelimi (erkek ya da dişi cinsel eşleri
tercih) arasına bir ayrım getiriyorduk.
Aynı zamanda, biz insanların «fiziksel
cinsiyetlerinin» erkeklik ya da dişiliğe, onların «cinsel
rollerinin» erkeksi ya da kadınsılığa ve «cinsel yönelim»
teriminin karşıcinsellik ya da eşcinselliklerine ait
olduğunu açıklamıştık. Şimdi kadınlarla
ilgili olarak ilk iki kavram üzerinde yoğunlaşacağız. (Her
üçü üzerine ayrıntılı bir tartışma için «Cinsel
Davranışın Gelişmesi» başlıklı konunun
girişine bakınız.)
Birinci tartışmamızda, fiziksel
cinsiyet ve cinsel rollerin her zaman kusursuz bir düzenleme içinde
olmadığını gördük: Bir kişi pekâlâ erkek ve
kadınsı, ya da kadın ve erkeksi olabilir. Bundan başka, biz
fiziksel cinsiyet ve cinsel rollerinin ölçü konusu olduğunu da gördük:
İnsanlar, karşılaştıkları belirli fiziksel
ölçütlerin derecesine göre dişi ya da erkektirler. İnsanlar,
belirli kültürel basmakalıplıklara
karakter ve davranışlarının uygunluğu ölçüsünde
erkeksi ya da kadınsıdır. İnsanların fiziksel
cinsiyetinin belirlenmesinde, yani onların erkekliği ya da
kadınlığı söz konusu olduğunda, vücutlarını
gözden geçirdik; insanların cinsel rollerinin belirlenmesinde; yani
erkeksiliği ya da kadınsılığı,
tutumlarını ve bunları ifade biçimlerini gözden geçirdik. Bir
kere, fiziksel cinsiyet ve cinsel rol kavramları arasındaki temel
farkı kavradık, bir erkek ya da kadın olmanın
karmaşıklığını kavramaya doğru ilk
adımı attık. Ancak, bu ilk adım kesinlikle yeterli
değildir. Gerçekte, konuyu iyice kavramak istiyorsak, şimdi bunlar
arasında başka bir ayrım belirlememiz gerek: «Cinsel Rol» ve
«Cinsel Kimlik». «Cinsel Rolü» kadın ya da erkeğin toplumsal rolü
olarak oldukça geniş bir biçimde ele almıştık. Yani,
insanların erkeksiliği ya da
kadınsılığının gösterilmesi yolunda... Şimdi
bunun aşırı basitleştirilmiş olduğunu kabul
etmeliyiz. Çünkü, kişi herhangi bir toplumsal role en azından iki
bakış açısıyla yaklaşabilir: Rol alanlar, öbürlerine
nasıl göründükleri ve kendilerine nasıl göründüklerine göre
yargılanabilirler. Aslında insanlar bunu inanarak da
inanmaksızın da yapabilirler, rolleriyle özdeşleşebilir ya
da özdeşleşmeyebilirler.
Aynı zamanda, bu cinsel rolün gerçeğidir.
Örneğin, erkek bedenli çocuklardan erkeksi bir rol oynamaları
beklenir, onlar da çoğu kez bu rolü seve seve yerine getirirler. Bununla
birlikte, bazı durumlarda bu rolün dış görünüşüne
karşın bir çocuğun gizlice kadınsı bir rolle
özdeşleşerek, yüzeysel, yarı-yürekten bir performansla
yapılması da olasıdır. Gerçekte, uzun bir süre içinde bu
kadınsılıkla özdeşleşme, erkeksi davranış ve
fiziksel erkek özelliklerinin her ikisinin de sözde bir cinsiyet
değişimine gönüllü bir biçimde kendilerini koyvermelerinde
olduğu gibi, kendisini oldukça güçlü bir şekilde gösterebilir.
Başlangıçtan sonra, «oğlanın» bir kız olarak yetiştirilmesinin
daha iyi olacağı açıklığa kavuşmuş olabilir.
(Bkz. «Transseksüe-lizm») Bereket versin, bu tür durumlar seyrek olarak
karşımıza çıkar, ancak bunlar insanların
cinselliklerinin nihai ölçütünün ne fiziksel koşullar ne de onların
açık davranışı olmadığı, bunun yalnızca
kendi özdeşleşmesine bağlı olduğunu gösteriyor: Bu
yüzden, «cinsellik» hakkında konuştuğumuz zaman, iki farklı
görünüşü ayırt etmemiz gereklidir. Cinsel rol (erkek ya da dişi
olarak toplumsal rolü) ve cinsel kimlik (erkek ya da dişi olarak
özdeşleşmesi - kimliği).
KARŞI CİNSİN
ELBİSELERİNİ GİYENLERE TARİHTEN ÖRNEKLER
Eski Yunan şairi Homer,
büyük kahraman Akhilles'in, Truva savaşları sırasında
kadın elbiseleri giydiği ve bir kız gibi yetiştirildiğini
yazar. Oysa biz aynı zamanda buna ek olarak başka birçok tarihsel
kişilerin de karşıcinsin elbiselerini giyindiğini
biliyoruz. Karşıelbise giyenlere, örnekler dizisi pagon dönemi Roma
imparatoru Heliogabulus'tan (3. yüzyıl), Christian abbe de Cnaisy'ye (17.
yüzyıl) ve bir köylü kızı olan Jeanne D'Arc'tan (15.
yüzyıl) isveç Kraliçesi Chhstine'e (17. yüzyıl) uzanır. Tüm bu
erkek ve kadınların davranışlarının aynı
güdülenme-ler göstereceği varsayılmamalıdır. Üstelik
onları «transvestitler» olarak tanımlamak da, olayı
aşırı basitleştirmek olacaktır. Gerçekte onların
bazıları belki de transseksüeldi ve başkaları çevresinin
büyük şaşkınlıklara düşmesinden, ya da cinsel olmayan
nedenlerle, karşıcinsin giyim biçimini kabul etmekten hoşnutluk
duyuyorlardı. Bazıları da bu karşıcinsten
olanların elbiselerini giymeyi geçici olarak uyguladılar ve sonunda
bunu tümden bıraktılar.
(Yukarıda solda) Cornbury
Lordu Edward Hyde, New York ve New Jersey sömürge valisi. Biyoloik olarak
erkekti ama kadın giysileri kullanmaktan ve hatta halk içinde bile
kadın giysileriyle görünmekten hoşlanırdı. Burada görülen
portresi, çağdaşlarının hoşgörüsüne ve kendisinin
utangaçlığına bir kanıttır.
(Yukarıda sağda) George
Sand (Lucille Aurore Dugin), 19. yüzyıl ünlü Fransız yazarı,
biyolojik olarak kadındı, ancak bir erkek adı kullandı ve
erkek kılığıyla göründü. Bir süre bu yaşam biçiminden
büyük zevk aldı ama sonunda daha uygunca bir yaşam biçimini
benimsedi.
(Aşağıda)
Şövalye d'Eon, 18. yüzyıl Fransız diplomatlarından ve
saygın bir şövalye. Biyolojik olarak erkek cinsiyetliydi, ancak uzun
kariyeri süresince erkeksi ve kadınsı roller arasında birkaç kez
değişiklikler gösterdi. Solda bir erkek gibi yaşarken,
sağda ise bir kadın gibiyken. Ne var ki şövalye her iki cinsel
rolde de şövalyeliği elden bırakmadı.
Kuşkusuz, çoğu bireylerin cinsel rolü ve
cinsel kimliği birbirine uyar. Böylece, örneğin çoğu kadın,
yalnız kadınsı bir rol oynamakla kalmaz, aynı zamanda bu
rolü gerçekten kendileri için yaparlar. Yine yalnızca kadınsı
nitelikler geliştirmek ve göstermekle kalmayıp, aynı zamanda bu
niteliklerin «kendi gerçeklerinin» gerçek bir dışavurumu
olduğunu kabul ederler.
Kadınların çoğu, kuşkusuz
kadınsılıklarını sakatlanmış ve
sınırlanmış olarak yaşayabilir ve kadınsılığın
tanımını derinleştirmeye çabalayabilirler; ancak ilke
olarak kadınsılığı kabul etmedikleri anlamına
gelmez bu. Onlar rolleriyle özdeşleşir ve bu rollerini her açıdan
görmek isterler. Gerçek cinsel kimliğine kavuşmuş
kadınların sorunlu olanlarına seyrek rastlanır. Bu yüzden,
genelde kadını etkileyen toplumsal sorunlar hakkında
konuştuğumuz zaman, cinsiyet ve cinselliğin genişlemiş
kavramları üzerine yoğunlaşarak, kimlik ve rol arasındaki
karşılıklı ilişkiyi gözardı edebiliriz çok kere.
Görüldüğü gibi «cinsiyet» biyolojik, cinsellik
ise psikolojik ve kültürel bir terimdir. Cinsiyet, üzerine cinselliğin
yapılandırıldığı bir temeldir. Bebekler
doğunca, cinsiyeti, dış cinsel organlarına bakılarak
çabucak belirlenir, hemen sonra da cinsel rolleri başlar. Başlangıçta
anababaların farklı yaklaşımları,
okşamaları, cezalandırmaları, oyunları,
oyuncakları, giysiler, saç biçimleri, kitapları, mobilyaları,
mücevherleri ve benzeri nesneler, oğlanlar ve kızlar arasındaki
cinsel farklılığı yavaş yavaş artırır.
Akrabalar, arkadaşlar, oyun arkadaşları, dadıları,
hemşireleri ve öğretmenleri, verilen bu farklılıkları
kendi örnekleriyle, ne zaman ortaya koyabileceklerini bir kez daha vurgulayarak
gösterirler. Böylece, birkaç yıl içinde çocuklar yalnız erkek ya da
kadın olarak bir kimlik kazanmakla kalmayıp aynı zamanda «uygun»
bir kadınsı ya da erkeksi davranış benimserler. Özcesi,
insanlar kendi cinsel kimlik ve rollerinde herhangi bir akılcı seçme
ve denetimden geçmeden önce onları da denemeye başlayabilirler. Yani
onların cinsel kimlik ve rolleri, cinsiyetlerine «benzeştirilir» ve
zamanla bu sürekli hale gelir. (Ayrıntılar için «Cinsel
Davranışın Gelişimi», «Bebeklik ve Çocukluk»a
bakınız.)
Kuramda, iki cins arasındaki fark herhangi bir
sorun yaratmaz ve hatta bu bir sevinç kaynağı olabilir, ancak
artık gittikçe artan sayıda insan, ne yazık ki, pratikte
çoğu kez adaletsizliğin, eşitsizliğin bir
yansıması olarak anlamaya başlıyor bunu. Bizim de içinde
bulunduğumuz çoğu toplumlarda, kadına erkekten daha
aşağı bir statü veriyor ve kadınsı niteliklere,
erkeksilerden daha az saygı gösteriyorlar. İşte bu yüzden
kadınların cinsiyeti bir aşağılanma belirtisi oluyor.
Öte yandan, erkekler ise, erkeksiliklerini statülerinin bir güvencesi olarak
algılıyorlar. Bu, cinsiyetin aynı zamanda toplumsal güç ve
güçsüzlük sorunuyla ilgili olduğu anlamına geliyor. Son çözümlemede,
bu olay, siyasal bir sorun olarak çıkıyor karşımıza.
Bu yüzden, çağdaş feminist hareket uzun
zamandır kadınların resmi ve özel, genelde her işe
katılmaları ve kadınların siyasal eğitimi üzerinde
özellikle duruyor. Ayrıca kadınlar, öteki siyasal ve resmi haklarla
birlikte kadınlara oy verme hakkı tanınması için
savaşım veriyorlar; buradan kalkarak, cinsiyetler arasındaki güç
degnesinin düzenlenmesi umudunu taşıyorlar. Dahası, aynı
zamanda feministler, bir kere eşit haklar sağladıklarında,
birçok yönlerden eşit görüneceklerini tartışıyorlar uzun
zamandır. Kuşkusuz, belli cinsiyet farklılıkları her zaman
kalır, ancak şimdiki cinsel farklılıkları daha bir
vuurgulanabilir. Hatta, farklılıklardan herhangi birinin
bırakılıp bırakılmadığının
görülmesi de oldukça ilginç olacaktır.
Temel biyolojik olgular tartışılmaz:
Çocuklara yalnızca kadınlar dayanabilir, bakabilir ve ortalama olarak
erkekler, kadınlardan daha cüsseli, güçlü ve daha hızlıdır.
Aynı zamanda yetişkin bir erkek vücudu, yetişkin bir
kadından daha fazla androjen içerir. Ancak insanlar hiçbir zaman bu basit
olgularla yetinmezler. Onlar her zaman bu olguların psikolojik anlamları
üzerine varılan sonuçlandırmalara yönelirler. Böylece toplumumuzda
kadın özelliklerinin zayıflık, duygusallık, edilginlik,
tepisellik, uysallık; erkek özelliklerinin ise etkinlik,
saldırganlık, güçlülük, kendine egemenlik ve akılcılık
olduğu biçiminde bir görüş çıkar. Bu nedenle; erkeklerin daha iyi
dövüşçü, ağır araçları kullanıcı, ağır
şeyleri kaldırıcı, teknik sorunları çözücü ve soyut
düşünmeye eğilimli oldukları kabul edilir. Kadınların
ise çocuk yetiştirme ve eğitiminde, küçük ince aletler kullanmada,
dekorasyon ve iletişim alanlarında üstün oldukları söylenir.
Bunların tümü önemli ölçüde kuşku duyulabilir genellemelerdir, ancak
gerçek olarak kabul etsek ile günümüzde toplumsal durum ve biyolojik
mirası bunların yansıtıp yansıtamadığını
söylemenin gerçekten olası görünmediğini anlamamız gerekir.
Aslında erkek ve dişiler arasındaki
ayrımın doğumdan başladığı belirtilir ve bu
ayrım devam ettiği sürece, onların
«karıştırılmamış» özellikleri bir varsayım
olmaktan öteye gidemez.
Herhalde bu arada antropologlar bazı
toplumlarda erkeksi ve kadınsı rollerin bizim toplumumuzda görülenin
hemen hemen tersine olduğunu bulmuş ve
tanımlamışlardır. Yani kadının kavgacı,
evinin erkeği gibi her şeyi sağlayan, erkeğin de halim
selim bir ev kadını gibi görünmesi. (Örnekler için, Margaret Mead'in
«Üç İlkel Toplumda Seks ve Mizaç» adlı çalışmasına
bakınız 1933). Bundan başka bu roller, kadınların
ağır işlere koşulduğu (su taşımak,
ağır şeyler götürmek), gelişmekte olan ülkelerde de
gözlenmiştir. Aynı zamanda bu bağlamda kadınların
çoğu toprağı işleyip, balık tutarken, erkeklerin de
kendilerine daha kolay işleri buldukları görülmüştür.
Bir yandan kadınların «zayıf
cinsiyet» olduğunu ilan edip, öte yandan tüm ağır işleri
kadınların ve kızların yapmasına izin veren
erkeklerin, bu tutumlarına hayret etmemek elde değil. Güç
ilişkilerinin mantıksal bir anlamı olması gerekmiyor. Onlar
aklı uyanık tutmadığından, bir sonuca
ulaşmıyorlar. Aslında eski Roma'nın zengin
yurttaşları, çocuklarının eğitimini,
aşağı sınıftan görmelerine karşın, kölelere
emanet etmekte duraksamıyorlardı, hatta daha yakın zamanlarda
Avrupa monarşileri, ülkelerinin yönetimine yardım etmeleri ve
aristokratik yönetimin üstünlüğünü göstermek için aşağı
sınıftan adamlar kullanıyorlardı. Tam mantıksal bir
bakış açısından, herhangi bir cinsel rol
ayrımını doğrulamak ya da bunun çok yaygın biçimde
benimsenişini açıklamak zordur. Kişi yalnızca
ayrımın varolduğu olgusunu ve bu bakış
açısının da, çok kere kadınların boyun eğmeleri
ve iftira konusu olmalarını ima ettiğini görüyor.
Sırasıyla, erkeğin
ayrıcalığı ve kadının boyun eğmesi, erkeksi
ve kadınsı özelliklerin her ikisini de bozar. Birçok erkekte, tüm
hareketlerini sınırlayan ve erkeksiliğini renklendiren tutucu,
heyecanlı bir kibir gelişir.
Başkalarını tehdit edip alaya
alıyor görünen bu sağlıksız tutum, belki de en iyi
İspanyolca «maşizmo» sözcüğüyle tanımlanır, (macho:
erkek anlamına geliyor). Öte yandan, kadınlar, çift cinsel
standardın adaletsizliğine maruz kalmak ve tüm etkinliklerini
ellerinden alan yalancı bir saf kadınlık ülküsünü yaşatmak
zorunda kalıyorlar.
ÇİFT STANDARTLIK
Çift standart terimi, erkekler ve
kadınların cinsel davranışları için farklı
normlara sahip olduğumuz olgusuna dayanır. Yani yalnız bizim
toplumumuzda değil, aynı zamanda öteki toplumlarda da kadınlar,
erkeklerden daha çok cinsel engellemelerle
karşılaşmaktadırlar. Geleneksel olarak kız-
lar ve kadınların «saf» ve «masum»
kalmalarını sağlamak amacıyla cinsel olanakları daha
şiddetli bir sınırlandırma ile
karşılaşmaktadır. Öte yandan, oğlanlar ve erkeklerin
de çok kere, kendi hayvansı doğalarının gerektirdiği
gibi çılgınlıklar yapmaları özendirilmektedir. Erkekler ise
kabul edilebilir cinsel çapkınlıktan hoşlanırken, aynı
nedenle, dişiler de çoğu kez en küçük bir cinsel ihlal yüzünden
cezalandırılmaktadır.
Bugün de çift standart büyük ölçüde toplumsal
baskı, ahlaksal telkin, görgü kuralları, gelenekler, usuller ve
tabularla dolaylı olarak işletilmektedir. Geçmişte ise
karıları, kızkardeşleri ya da kızlarının
«uygun olmayan» davranışları üzerine, erkekler onları
doğrudan hırpalıyor, hatta öldürüyorlardı. Erkeklerce
koyulan yasa elbette erkeğin görüşünü destekleyecek ve aynı
zamanda kadınların zina yapmasını ve evlilikten önce
bakirelik yitiminin sert bir biçimde cezalandırılmasını
sağlayacaktı. Zinacı ya da «kızı iğfal eden»
erkekler ise yalnızca başkalarının haklarını
çiğnemekle cezalandırılıyordu. Başka bir deyişle,
kadınlar, erkeğin malı olarak sayılıyor, yani
babalarına, kocalarına ya da kardeşlerine bağımlı
oluyorlardı. Böylece zina ve iğfal, kadının değerini
düşürünce, onun koruyucusu ya da vasisine, zarar ziyan tazminatı
ödenmesi gerekiyordu. Örneğin Eski İsrail'de bir kızı
iğfal edenin «bakirenin çeyizi»ne göre babasına para vermesi
zorunluydu. (Exodus. 22, 17). Hatta 19. yüzyıl İngilteresinde bir
koca resmen, karısını iğfal edenden biraz mali tazminat
isteyebilirdi.
Şurası da açıktır ki, çift
standart daha çok cinsel ahlakın sorunlarına bağlı olmaktan
çok, daha temel bir soruna dikkat çeker. Bu sorun yakınlarda «seksizm»
olarak yeniden belirlenmiştir, yani toplumsal ayrımın tüm türlerinin
temeli olarak bir kişinin cinsiyetini kullanan bir düşünce ya da bir
tutum. Daha özgür olarak, kadın haklarının çağdaş
savaşımcıları (Şoven adlı üstün bir Fransız
kahramandan sonra), erkek ayrıcalığı üzerine
usdışı ve bağnazca diretmeleri tanımlamak için «erkek
şovenizmi» terimini kullandılar.
Ne yazık ki erkek
ayrıcalığı, uzun bir tarihsel geçmişten bu yana hâlâ
tüm toplumsal kurumları avucunun içinde tutmaktadır. Gördüğümüz
gibi, cinsel davranış için çift standart temelde erkeğin hemen
hemen, kadın üzerinde ekonomik, resmi ve cinsel gücünün tümünü
yansıtmaktadır. Toplumlar, kadının, tüm önemli
kararları alan erkeğe bağlı olduğu biçiminde
örgütlenmiştir. Kadınlar, genel işlerde hiçbir ses çıkaramaz
ve dar bir çevre içine sıkıştırılırken, erkekler
tüm siyasal, dinsel ve sanatsal otoriteyi ellerinde tutarlar. Özcesi, insanlar
ataerkil bir toplumsal sistem altında yaşamaktadırlar.
(Patriarkal, yani ataerkil; Yunancada baba düzeni anlamına gelir.)
Bu arada kuşkusuz bu ataerkil sistem nedense
değiştirilmektedir. Aşırılıklarının en
kötüleri düzeltilmekte, ancak, kadınların da iyice
anladığı gibi, ilkeleri bu günlere değin gelmiştir.
Gerçekte birçok erkek tarafından «doğal» ve kaçınılmaz
olarak savunuluyor. Kanıt olarak, ataerkilliği en erken çağlara
değin uzanan evrensel bir kurum olarak göstermek için bir hayli tarihsel
ve antropolojik tanıklara dikkat çekilmekte.
Oysa son yüzyıl içinde bu bakışa,
ataerkil kültürün, şeylerin sağlıklı düzeninden
şanssız bir sapmadan başka bir şey
olmadığını ve biraz uzak geçmişte, tüm insanların
anaerkil sistem altında daha merhametli ve insancıl bir biçimde
yaşadığını açıklayan bilginlerce tekrar meydan
okunmaktadır.
Her ne kadar doğruluğun, şimdiye dek
kurulmuş bulunan anaerkil bir sistemin günümüzde ya da geçmişte
kurulmuş olduğunu ortaya koyacak kesin kanıt
olmadığını açıklamamızı istemesine
karşın, bu tartışmada bu bağlam içinde bizim bir yan
tutmamız zorunlu değildir. Kurulmuş olan, birkaç anasoyluluk
sistemidir. Bu durum kadına kuşku duyulamayacak bir konum
kazandırır, ancak temelde bu, kadınların toplumsal olarak
da egemen bir pozisyonda olduklarını göstermez.
Toplumlar aynı zamanda anaerkil ve babaerkil
bir sisteme sahip olabilir. Anasoylu sistemin yaygın bir biçimde kabulü,
burada bazı ilişkilere sahip olabilen ilginç bir noktaya getiriyor
bizi.
Babadan çok, ana yoluyla aile bağını
izlemek daha doğrudan daha «doğal» ve kolaydır. Bazen bir
bebeğin babası güçbela belirlenirken, anasının
belirlenmesinde asla kuşku duyulmaz. Bir babasoylu sistem, ancak
kadınların gebeliklerinin tüm aşamalarının hesap
edilebilmesi için onun yakından denetlenmesi koşuluyla
işleyebilir. Bu nedenle, idealde, onlar evliliğe bakire olarak girer
ve birbirlerine bağlılık gösterirler. Aynı nedenle, bir
kadının evlilik öncesi ve evlilik dışı işleri, çocuğunun
babalık sorunu üzerine, kocasının kafasında sorunların
ortaya çıkmasıyla sınırlıdır.
Erkek, çocukların biyolojik babası
değil, yalnızca yasal ve resmi babası olabilir. Bazı
toplumlarda kocaların, biyolojik babalık üzerine üzüntüye
kapılmayıp, resmi rollerine razı oldukları bir gerçektir.
Ancak başka birçok toplumda, ABD toplumu dahil olmak üzere, erkekler
geleneksel olarak çocuklarının kendi «teninden ve kanından»
olması için diretmektedirler. Oysa onlar, bu kesinliğe ancak cinsel
özgürlüğü sınırlayarak ulaşabilirlerdi. Böylece, cinsel
yasalar ve ahlak standartlarımız kadınlar için daha sert bir
içerikte oldu.
Şu gezegen üzerinde hâlâ cinsel ilişkinin
gebeliğe neden olduğundan habersiz, üstelik bir kısmı 20.
yüzyılın başlarından beri yaşayan insanların
olduğunu bilmek doğrusu ne kadar garip. Bu yüzden, onlar için zaten
biyolojik babalık bütün bir sorun olamazdı. Hem onlar
kadının yüzerken, banyo yaparken ya da başka durumlardayken
bedenine giren bir ruh tarafından gebe
bırakıldığına inanıyorlardı.
Başka bir deyişle, bir kabilenin, gebe
kadının vajinasında büyüyen dölütün bir erkeğin menisiyle
beslenmesi gerektiğine inanmayı akıl etmesine karşın,
bu «ilkeller» için cinsiyet ve üreme birbiriyle bağlantılı
olaylar değildi.
Biz, birleşme ve gebelik arasındaki
bağlantıyı insan aklının anlamasının, onun
gelişmesinin hangi noktasında olduğunu bilmiyoruz. Ancak bunu,
çoğu toplumların uzun zaman önce bulguladığını
varsayabiliriz. Aynı zamanda biz farklı toplumların bu bulgudan
değişik sonuçlar çıkardığını da biliyoruz.
Bazıları, şeyleri yalnızca kadınlar
yetiştirebilir diyerek, üremede dişinin rolünün zorunlu olduğuna
inandılar. Bu nedenle erkekler salt yardımcı bir rol
oynadılar. Bazı toplumlar her iki cinsiyete de eşit önem
verdiler, bazıları da erkeğin yardımına karar verici
bir gözle baktılar. Batı uygarlığında ise bu sonuncu
görüş, yaygın birimde benimsendi. Kadın vücudu, erkek
yaratıcı sıvısını taşıyacak bir araç
sayılmaya başladı. Kadınlar, erkeklerin
tohumlarını ektiği topraktı. (Aslında İngilizcede
meni karşılığı kullanılan semen kavramı,
Latince tohum anlamına gelen «seed»ten türemiştir.)
Böylece kadınlar kısa bir süre sonra
kendilerini aşağı, ikinci sınıf bir pozisyonda
buldular. Kendi çocukları gerçekte kendilerine ait değildi, erkek,
tarladan hasadı kaldıran çiftçi örneği, bir meni üreticisi
durumunda olduğundan, bunun ürünü de, yani çocuk da ona ait olacaktı.
Tarladan kalkan ürünün tarlaya ait olduğu hiç görülmüş müydü? Hatta
bir çiçek tarhında yetişen çiçek gibi rahimde biriktirilen meninin
her bir damlasının tam bir insanın minik bir
kısmını oluşturduğuna bile inanıldı. Her
halde tam bir üreme sürecinde kadın, edilgin bir depodan daha önemsiz bir
durumdaydı. Kadın yalnızca yaşamı besledi, ama onu
yaratmadı. Gerçek yaratıcı erkekti.
Aynı zamanda algılamadaki bu genel tutum
kuşkusuz dinsel inançlara da yansıtıldı. İlk olarak
eski dünyanın çoğu, «Toprak Ana» ya da dölleme ve «yeniden
doğuşa yaşam veren İştar, (Babil'de) Astarte (Fenike'de),
Sibıl (Frigya'da) ve Isis (Mısır'da) gibi bazı
tanrıçalara tapındı. Oysa bu korku veren tanrıçaların
işlevleri, giderek erkek karşıtlarınca ellerinden
alınmaya başladı. Örneğin, göçebe Yahudiler arasında
daha sonra Hıristiyanlıkla işbirliği yapan yeni bir itikat
doğdu ve böylece bu, Batı tarihinin çoğuna egemen oldu: Erkek
Tanrı Yahova, dünyayı ve ilk erkek olan Adem'i yarattı. O
aynı zamanda Adem'e arkadaş olsun diye onun kaburga kemiğinden
Hawa'yı yarattı, ancak Hawa, şeytanın kendisini
iğfal etmesine izin verince, Adem'in gözden düşmesine neden oldu.
Bir kere, kadının aşağı
statüsünü tam olarak doğrulamış görünen, onun doğuştan
gelen bir günahla suçlanmakta olduğu ve yaratıcı rolünün yoksun
olduğunu söylemek bile gereksiz. Eski İsrail'de bir kadın,
eşini «Efendi» ya da «Sahibim» diye çağırırdı. Çünkü,
erkek onu kovabilirdi, kadı-nınsa böyle bir hakkı yoktu;
gerçekte, kadın bütün yaşamı boyunca bundan bir parça
etkilenmiştir. «ON EMİR»'de eşler, kocanın malları
arasında sayılmaktadır. Bu nedenle, geleneksel bir Musevi
duasında, Tanrıya, «Kadının yaşamı çok lanetlidir.
Bana bu nedenle kız evlat verme» diye yalvarılmasına ve her gün
mutlulukla, «Beni kadın yaratmadığın için sana
şükürler olsun» demelerine şaşmamak gerekir.
Eski Yunanda, kadınların başına
gelenler bundan daha iyi değildir. Kahramanlar Döneminin
başında, kadınlara belli bir ölçüde
bağımsızlık tanınmıştır, ama Perikles
Döneminde (İ.Ö. 5. yüzyıl) durumları evdeki kölelerle aynı
düzeye inmiştir. Kadınlara bazı üstünlüklerin tanındığı
Askeri İsparta Devletinin ise aşırı bir yanı
vardır. Ancak onlar yine de erkeklerle birlikte, yaşam boyu totaliter
yönetime bağımlı idiler. Roma Cumhuriyetinde de kadınlar,
babaları ve kocaları tarafından yönetilmekte idiler ve bu durum,
İmparatorluk döneminde geniş bir özgürlük kazanmalarına kadar
sürmüştür. Avrupa'nın Hıristiyanlığa dönüşümü,
kadınlara özgürlük açısından çok az bir şey
getirmiştir, üstelik, evlenme ve boşanma konusunda bu dönemde eskiden
beri sahip oldukları bazı haklardan yoksun kalmışlardır.
Yalnızca bazı Barbar Kuzey ülkelerinde kilise daha fazla cinsel
eşitlik getirdi. Bununla birlikte, kadın ilke olarak hâlâ ikinci
sınıf insan olarak görülüyordu. Kadınlar zaman içerisinde
«ılımlı» ve «uygun» hale geldikçe, kutlamalarda
bulunmalarına izin verildi. Ancak dinsel ve genel konularda yine hiç
sesleri
çıkmıyordu. Aziz Paul'un açıkça
koyduğu gibi: Ana ben senin, her erkeğin başının
İsa olduğunu bildiğini ve elbette kadının
başının da erkekte olduğunu biliyorum. Erkek,
Tanrının imgesi ve onurudur, ancak kadın da erkeğin
onurudur. Erkek, kadın için yaratılmamıştır ama,
kadın erkek için yaratılmıştır. (Cor. 11: 3, 9) Aziz
Paul şöyle devam etti:
«Kadınlarımızın kiliselerde
sessiz olmasını sağlayınız: Onların
konuşmalarına izin yok. Aynı zamanda yasalarda belirtildiği
gibi, kadınlara yalnızca itaat altında olmaları buyrulmuştur.
Ve onlar herhangi bir şey öğrenirlerse, kilisede konuşmak
kadınlar için ayıp olduğundan, konuşacakları
şeyleri evde kocalarına sormalarına izin ver. (1. Cor. 14;
34-35)
Böylece birçok papaz dinlerinin tersine,
Hıristiyanlık, kadınları rahiplik ve öteki kilise
görevlerinden dışladı. Aynı zamanda, evlerinde
kocalarına elpençe hizmet ederek kalmaları beklendi.
Tek ve oldukça gecikmiş olarak, dişi
cinsiyete dinsel ayrıcalık, Ortaçağlarda serpilip gelişmeye
başlayan Bakire Meryem inancıyla geldi. Cinsel ilişkiyle
kirletilmemiş olan Meryem, oğlunu karnında taşıyarak
Tanrının bir aracı gibi hizmet etmişti. Böylece Meryem,
erkeğin kurtuluşuna ve Hawa'nın suçuna kısmen kefalet
edilmesine yardım etmiştir. Müminlerin gözlerinde bu, kadına
yeni bir saygınlık veriyordu. Kadınsı gizem şövalyece
bir çehre ve görkemli bir aşkın keşfiyle daha büyüleyici
oluyordu. Şiir ve şarkıda tro-bodorlar (Fransa ve
İtalya'da, 11-13. yüzyıllarda yaşamış saz
şairleri.) ve başka duygulu erkekler, hanımefendilerin büyük ölçüde
ulaşılamaz, yaklaşılamazlığını ve
soyluluklarının üstünlüklerini yücelttiler, övdüler. Oysa Bakire
Meryem olsun, ortaçağ şairlerinin yücelttiği «soylu
hanımefendiler» olsun, her ikisi de bağlılık, saflık,
uygunluk, yani kadınlığın yalnızca edilgin
görünüşünü simgelediler. Etkin, uyanık, duyarlı görünüş
ise, kurbanının yaşam suyunu cinsel bakımdan doymak bilmez
hayvan gibi emen, baştan çıkarıcı bir kadın imgesiyle
temsil ediliyordu. Üstelik bu hayvansı yaratık, onları ebedi bir
lanetlenmeye sürüklüyordu kuşkusuz. Burada yeniden uygun bir ideoloji
sağlayan Kutsal Kitaba ve özellikle Eski Ahid'e (Tevrat'a) dönüyoruz.
Hıristiyan kadın düşmanları, Ecclesiaste'ten şunu
severek aktarıyorlardı. «Ve ben yüreği tuzak ve kötülüklerle
dolu olan kadını ölümden daha acı buldum. Kim ki
Tanrıyı sever, ondan uzak durmalıdır, ancak günahkâr olan
onunla birlikte olur» (Ecel 7: 26).
Bu kadın korkusu, sonunda açık
saldırganlığa ulaşan bir noktaya geldi. Gerçekte artan
sayıda kadın doğrudan doğruya şeytanla birlikte
olmakla suçlandı. Onlara, itiraf edene değin işkence
yapıldı, sonra, büyücü kadın olarak yakıldı,
asıldı ya da boğuldular. 1486'da Dominikan rahipler Jakob
Sprenger ve Heinrich Kraemer, «Malleus Maleficarum» (Büyücü Kadınların
Çekici) üzerine tezlerinde şu anlayışa yer verdiler: «Bir
kadın dostluğun düşmanı, kaçınılmaz bir ceza
zorunlu bir şeytan, doğal bir günah teşvikçisi değil de
nedir? Doğru renklerle boyanmış, bir doğal şeytan.
Kadınlar zekâca çocuklar gibidir. Bunun doğal nedeni,
kadınların erkeklerden daha şehevi olmasıdır ve bir
kaburga parçasından oluştuğundan beri ilk bu kusurla o, kusursuz
bir hayvan olduğundan, kadın her zaman aldanır...
Kadınların aynı zamanda bellekleri de zayıftır ve
bunun disipline edilmemesi onlarda doğal bir kayıptır.» Birkaç
yüzyıl içinde kadınların büyücü olduğu
çılgınlığı Katolik olsun Protestan olsun, her iki
inançtan türlü ülkelerde de şiddetli boyutlara ulaştı ve
binlerce kadın bu damganın kurbanı oldu. Hıristiyan erkeğin
kafasından çıkaramadığı büyücü kadın korkusu,
Aydınlanma Çağına değin durmadı. (Aynı zamanda
«Uyumculuk ve Sapkınlık»a bakınız.)
18. yüzyılın Aydınlanma filozof ve
yazarları, kadın imgesini daha insaflı boyutlara indirmeye
çabaladılar. Onlara göre, kadınlar ne tertemiz aziz ne de
şeytansı baştan çıkarıcıydılar, yalnız
oldukça hoş ve yararlı arkadaştılar.
Aydınlanmacıların çok azı kadınların doğal
olarak eşit olduklarını saymalarına karşın, yine
de onlara hayranlık ve nezaket gösterilmesi için çabaladılar. Jean
Jacques Rousseau, 1762'de yayınlanan Emil ya da Eğitim Üzerine adlı
yapıtında, zamanın erkeklerinin felsefesini şöyle
açıklıyordu: «Erkek güçlü ve etkin olmalı, kadınsa
zayıf ve edilgin... Kadının, erkeğin
değerlendirmesinin insafına kalmış olmasını
doğanın kendisi buyurmuştur.»
Gerçek çalışmalar kadının
ulaşacağından ötededir ve o tam bilimsel çalışmalarda
başarı için ne doğruluğa ne de dikkatli bir titizliğe
sahiptir... İnsanın koyduğu yasalardaki eşitsizlik,
insanın yapmasından dolayı değildir, ya da herhalde o salt
bir önyargı değil, bir şeyin nedeninin sonucudur. Açıktır
ki kadın aklının bu görüşü özde daha önceki büyücü
kadınlarınkin-den çok az farklıdır. Rousseau'nun
«doğalı» ve «uslamlaması» bu büyücü kadınların
Ortaçağda sahip olduklarından daha doğal ve akla uygun
değildi.
Bu koşullarda erkekler, cinsel çift standarttan
vazgeçmek için henüz mantıksal bir zeminlerinin
olmadığını gördüler. James Boswell böyle bir düşünsel
ortam içinde Samuel Johnson'un Yaşamı adlı
yapıtında yeni bir tanım getirdi (1791). Zina üzerine
görüşlerini açıklarken, ataerkil ve baba-soylu sisteminin katı,
soru bile sorulamaz cinsinden bir savunusunu yaptı: «Suyun
karışımı suçun özünü oluşturur; bu yüzden
evliliğini çiğneyen bir kadın, o işi yapan erkekten daha
çok suçludur.» Öte yandan, Dr. Johnson da, kadının cinsel
gereksemesini daha az baskıcı kabul ettiğinden, sadakatli
olmanın, kendileri için de daha kolay olduğuna inandı.
Kadın, erkekten daha erdemli olmak zorundaydı çünkü, Boswell'in
gösterdiği gibi, kadınlar, biz erkekler kadar günaha teşvik
edilmezdi ve onların her zaman erdemli arkadaşlarla
yaşayabileceğini, erkeklerinse dünyada rastgele şeylere
karışabileceğim söyleyerek, kadınlara da yol gösteriyordu
sözde.
Kuşkusuz, Dr. Johnson gerçek bir
burjuvaydı ve kadınların günah teşvikçiliği,
eksikliği için getirdiği anlayış o zamanda bir dereceye
kadar gerçekti. Yükselen burjuvazi, giderek çoğalan
karılarını ve kızlarını,
dışarının büyüyen etkenden korumak için eve kilitledi.
Dolayısıyla aile yaşamı daha yakın ve özel oldu.
Dışarıdakilerden, ailelerin özel işlerine ve evin
kutsallığına saygı göstermeleri isteniyordu. Sonuç olarak,
kadınlar her zamankinden daha bağımlı ve evcimen oldular.
Gerçekte gelecek yüzyılda, onların
yaşamları, sık sık küçük (dar kafalı) beyinli,
yetersiz ve tutku yoksunu olma izlenimi verecek denli bir sınırlama
içerisine girdi. Böylece, kadına yakıştırılan ilk
imgelerin tam tersi bir durumda, kadının erkekten daha az
«şehevi» sayıldığı bir noktaya gelindi sonunda.
Yalanlama korkusu olmaksızın, Viktorya Çağı
İngiltere'si seks uzmanlarından Sir William Actor, bu yüzden, «Üreme
Organlarının İşlevi ve Düzensizlikleri» (1879) adlı
çalışmasında, erkek okuyucularına, «Kadınların
çoğunluğunun (toplum için sevindirici) herhangi bir cinsel duyguyla
başlarının fazla dertte olmadığını» temin
ediyordu. Actor; en iyi anneler, kadınlar ve ev yöneticileri, cinsel
düşkünlük üzerine çok az şey bilir ya da hiçbir şey bilmezler.
Ev, çocuk sevgisi ve ev işleri, kadınların tek tutkusudur diye
açıklamalarını sürdürüyordu.
Yalnız Viktorya erkeği değil,
aynı zamanda birçok kadının bu bilimsel görüşü doğru
olarak kabul ettiğine hiç kimsenin kuşkusu olmasın.
Kadınlar bu basmakalıplığı kendilerine tümüyle uygun
görmeselerdi, kendilerinde bir kusur bulacaklar ve bunu düzeltmeye
uğraşacaklar ya da en azından bunu gözleyeceklerdi. Bu
baskı ve bunun sonucunda ortaya çıkan kendi-kendine baskı,
aynı zamanda kadınların çoğunun mutsuz ve hatta
yüzyılın sonuna doğru önemli sayıda dişi isterisinin
kanıtı olarak hasta olmalarına yol açtı. Oysa bu cinsel
kürenin dışında olan bazı orta sınıf
kadınları istemlerini daha uzun zaman sürdürdüler.
1789 Fransız Devrimi, tam resmi eşitlik
için kadınların umutlarını artırdı. Sonradan bu
umutlar hızla küllenmeye başlamasına karşın,
birtakım feminist kadınların oy hakkı için
savaşımları devam etmiştir. Zaten Avrupa ve Amerika'da,
Actor zamanında kadınların oy kullanma hakkı için
kavgaları iyi bir yoldaydı. Bu konuda etkinlik gösteren
kadınların çoğu, cinsel bakımdan «uygun» ve
saygıdeğer idi. Ama artık onlar da ev işlerine boyun
eğmiyorlardı. Üstelik yalnız değildiler. Gittikçe artan
sayıda kadın siyasal bir bilinç geliştirirken,
aşağı görüldükleri oranda gücenmeyi ve karşı
koymayı öğrendiler.
Bu
onlara yalnızca toplumsal bir
ayrımı değil, aynı zamanda cinsel çift standardı da
yıkmaları gerektiğini ve erkek ile kadının, bu
değişiklikle daha iyi anlaşacaklarını gösterdi.
Kısacası, tam özgürleşme sağlanana değin siyasal,
ekonomik ve cinsel ahlakın kadın için bir gerçek
olamayacağını görmeye başladılar. Böylece cinsel
eşitsizliğe karşı kavga, tam bir insancıl toplum
yaratma kavgasına dönüştü. Kadınlar, kendilerini
özgürleştirerek aynı zamanda baskı yapanları da
özgürleştireceklerdir. Bu temel feminist inanç,
yüzyıllar boyunca
tekrar tekrar açıklandı, propagandası yapıldı, ancak
belki de en iyi ilk özetlemeyi, 19. yüzyılda,
«kadınların
özgürleşmesinin ölçüsü, genel
özgürleşimin doğal
ölçüsüdür»
diyen Fransız toplumcu ütopisti Charles Fourier yaptı.
KADIM ÖZGÜRLÜĞÜ
Kadınların özgürleşimi, yani
onların dinsel, resmi, ekonomik ve cinsel baskıdan kurtuluşu,
daha yüksek bir eğitime girmeleri ve dar cinsel rollerden kaçmaları
kolayca başarılamıyor. Cinsel eşitlik
savaşımının uzun bir geçmişi vardır ve daha
yıllarca sürecektir. Hatta cinsel eşitlik, sanayileşmiş
ülkelerde kazanılmış olsa bile, gelişmekte olan ülkelerin
birçoğunda pekâlâ öfkeyle karşılanıyor, engellenebiliyor.
YÖNETİCİLER OLARAK
KADINLAR
Avrupa tarihinde erkek
karşıtlarıyla karşılaştırılabilecek
ölçüde başarılı birkaç dikkat çekici
kadın devlet
başkanı görülmüştür.
Geleneksel ataerkil toplumlarda,
kadınların statüsünde herhangi bir ilerleme, çok geniş boyutlu
sonuçlara neden oluyor ve temel siyasal değişimler içeriyor. Bu
nedenle her zaman kurulu düzen güçlerinin direnişleriyle karşılaşılıyor.
Bununla birlikte, karşı koyucuların
sonunda yumuşamak zorunda kalacakları da açıkça görülüyor, çünkü
kadınların özgürleşimi hem zorunludur hem de olumlu olgular
içermektedir. Bu, toplumsal adaleti büyük ölçüde sağlayacak ve böylece
herkes bundan yararlanacaktır. Gerçekte, başlangıçta büyük
feministler ya da kadın hakları şampiyonları her zaman tüm
insanlığın çıkarı için
çalıştıkları konusunda ısrar etmişlerdi.
İşte bu yüzden feminist hareket her zaman
insancıl bir hareket olmuştur. Temsilcilerinin kimileri reformcu, kimileri
devrimci olmasına karşın, hemen hemen tümü, daha iyi, daha
eşitlikçi ve daha insancıl bir dünya için çalıştılar.
Çoğu, deneyimlerinden öğrenmiş olduğu gibi, sık
sık olaylara, zulümlere ve hücumlara katlandılar, ama aynı
zamanda hayranlık, destek ve zafer de onların oldu. Bu arada
yavaş yavaş amaçlarının birçoğuna da
ulaştılar. Öte yandan, karşıtları da haklı bir
nedenin hiçbir zaman bastırıla-mayacağını öğrendi.
Reform isteyenlere ağırlık verildi, devrim kaçınılamaz
duruma geldi.
Aşağıdaki sayfalarda,
çağdaş dünyada kadının yeri üzerine bazı gözlemler ve
Amerika ile Avrupa'daki feminist hareketin tarihine kısa bir giriş
yapılacaktır.
AVRUPA'DA FEMİNİZMİN
DOĞUŞU
Eski Keltler ve Romalılar, azımsanmayacak
ölçüde bir özgürlük vermişlerdi kadına. Ancak
Hıristiyanlığın ortaya çıkmasıyla birlikte bu
konumda bir gerileme başladı. Ortaçağda tek başına
kadınların hâlâ pek çok hakkı vardı, ancak evlenince bu
hakların kocası tarafından
sınırlandırılması zorunluydu. Böylece, genelde,
kadın ikinci sınıf bir yurttaş olarak görülüyordu.
Her şeye karşın, arasıra birey
olarak kadınlar da bağnaz tutumları kırabiliyor ve
başarılarıyla çağdaşlarını
etkileyebiliyorlardı. Gandersheim'lı rahibe Hroswitha oyun yazarı
olarak, Bohemyalı, Guillemine dinsel bir önder olarak, Jeanne D'Arc bir
asker olarak dişi cinsiyetin erkeklere özgü işlerde bile hiç de
aşağı kalmadığını gösterdiler. Dahası,
İngiltere Kralı, I. Henry'nin
karısı Matilda ve III. Edward'ın karısı Filipa gibi kraliçeler
bile yadsınamaz ölçüde ve çok yararlı siyasal etkiler
bıraktılar.
Rönesans, Poitiens Diane Mavarre'li Marguerite,
Medic'li Catherine ve İngiltere Kraliçesi I. Elizabeth
gibi daha güçlü kadınlar gördü. Margaret Roper (Thomas More'un
kızı) gibi bazı soylu kadınlar, aynı zamanda yazarlar
ve bilginler olarak ayrı bir ün kazandılar. Gerçekte
kadınların entelektüel bağımsızlığı,
birçok erkeği korkutup onlara sövüp sayan kitaplar ve broşürlerle
saldırıya geçildiği bir noktaya ulaştı. Örneğin,
İskoç din reformcusu John Knox «Kadınların Acayip Sınıflanmasına
Karşı Koparılan İlk Fırtına» (1558) adlı
kitapçığında: «Bir kadının koyduğu kuralı,
üstünlüğü, egemenliği, ya da onların herhangi bir ülkenin, ulusun
ya da kentin tepesinde kral olmasını desteklemek, doğa'ya
karşı gelmektir. Tanrıya hakaret anlamına gelir bu.
Kadının yapacağı en kusursuz şey, erkeğe
buyruklar vermesi, kurallar koyması değil, ona hizmet ve itaat
etmesidir» diyordu. Bu Doğal Yasa tartışması gelecek
yüzyıllarda çok kere yalnız dişi monarşizme karşı
değil, aynı zamanda kadının herhangi bir yüksek amaca
ulaşma isteğine karşı da kullanıldı.
Oysa, Robert Vaughan gibi kadın hakları
savunucuları da vardı. Vaug-han, «Kötüniyetli Kötüleyicilere
Karşı Kadının Savunmasında Diyalog» adlı
kitabında (1542) çift standartlı ahlak anlayışını
mahkûm etti. Sonunda, Haec Vir, «Kadıncıl Erkek» broşüründe
savunulduğu gibi bazı kadınlar da hücuma kalktılar. Burada
erkeklerin olduğu kadar özgür doğduklarını, özgürce seçme
ve özgür ruha sahip olduklarını, bir bütünün parçaları gibi ve
yaratılışları gereği özgürlükten
hoşlanabileceklerini vurguladılar. Her iki cinsiyete de eşit
davranılmasını istemeye ve tutsaklıkla kadınlara
yapılan baskının eşit sayılması konusunda
direttiler.
17. yüzyılda İsveç Kraliçesi Christina,
ardından Fransız ve İngiliz yazarları Madam de la Fayette
ve Aphra Behn, az sayıda kadın bilgin, oyun yazarı ve
romancılar, ilerlemeye devam ettiler. Fransa'da eğitim görmüş
kadınlar «salonları» doldurmaya başladı. Moliere'in de
güldürülerinde bu dönemde yüksek bir kültüre girmek isteyen kadınların
girişimlerini hicvettiği, herkesçe görülebilen bu saygın
entelektüel çabalara pek değer verilmedi. Ancak Fransız entelektüel
yaşamında kadınların etkisi sürüyordu. Gerçekte bu etki
günümüze değin süregelmiştir. Madam de Sevigne'den Madam de Stael'e,
George Sand'e ve Simone de Beavoir'e, Fransız kadını,
Fransız edebiyatında hatırı sayılır bir yer
tuttu.
Bununla birlikte, kadının entelektüel
üstünlüğü ayrıcalıklı durumlarla ödüllendirilirken, ne
yazık ki kadınlara hâlâ herhangi bir siyasal hak verilmiyordu.
İşin doğrusu, gelişen bir doğallık
anlayışıyla, kadınların, bir entelektüel eğitim
yapmaları bile uygun görülmemeye başladı. Jean Jacques
Rous-seau, Emile'inde bunu apaçık koyuyordu ortaya: «Kadınların
eğitiminin her zaman erkeğininkiyle ilgili olması gerekir.
Hoşnut etmek, bize yararlı olmak, bizi sevmek ve bizleri saymak, bizi
gençken eğitmek, büyürken bize bakmak; işte her zaman
kadının görevleri bunlardır. Ve bunların tümü, onlara daha
bebekliğinde öğretilmelidir.» Böylesi düşünceler, her zaman
genel geçer görüşler olarak etkisini gösterdi. 1789 Fransız Devrimi
patlak verdiğinde, kadınlara eşit haklar ve eşit
eğitim sağlamak için bazı girişimlerde bulunuldu. Marki de
Condorcet, 1790 yılında «Kadınların Tam
Yurttaşlığa Girişi» adlı denemesinde bunları dikkat
çekici bir biçimde ortaya koydu. Ne yazık ki kısa bir süre sonra
Condorcet'de «terör devrinin» bir kurbanı oldu ve ötekiler gibi onun
önerisi de çabucak alaşağı edildi. Hatta 1793'te Milli
Konven-siyon, tüm kadın toplulukları ve salonlarını
kapattı. Kadınların tüm siyasal hakları hiçe
sayıldı. Bu arada Talleryrand, yeni hükümetin eğitim
programını hazırladı. Bu programda, kızların evde
korunduktan sonra, ancak 8 yaşında devlet okullarına
gidebilecekleri belirtiliyordu.
Fransız Devrimini yakından izleyen ve
Rousseau ile Talleryrand hayranı olan İngiliz yazarı Mary
Wollstonecraft, bu tepkisel eğilimi protesto etmeyi bir görev bildi.
Wollstonecraft, «Kadın Haklarının Korunması» adlı
yapıtında (1792), bu iki erkek yazara meydan okudu.
Rousseau'ya doğrudan tepkisini dile getirerek:
Kadınların salt erkeği teselli etmek için
yaratılmadığını... Bu cinsel yanlışın
tüm cinsiyetimizin en değerli yönlerini kuşatan yanlış bir
sisteme sahip olduğunu açıkladı. Ayrıca o, cinsel
baskıdan kaçışın bir yolu olarak, tüm kadınlar için
tam ve eşit eğitim isteminde bulundu. Baskıcı
siyasaları savunmak için doğayı yardıma çağırma,
kadının güvenine bırakıldı.
Rousseau şunu sözde «nesnel» bir gözlem olarak
sunuyordu: «Oğlanlar sporları, gürültüyü ve etkinliği severler:
topa tekme atmayı, trampet çalmayı, küçük arabalarını
çekmeyi... Kızlar ise gösterişli şeyler ve süs
eşyalarını severler; bebekler, aynalar, yüzükler, biblolar...»
Wollstonecraft bu görüşe karşılık verdi: «Küçük
kızlar hâlâ oturmaya ve biblolarla oynamaya zorlandıkça
çocukların onları sevip sevmediğini kim söyleyebilir?»
ASKER KADINLAR
Tüm çağların en ünlü ve
başanlı askeri komutanlarından biri de genç bir kız olan
Jean-ne D'Arck'tı. (1412-31) Oysa tarihte kadınların
çoğunlukta askerlikteki rolleri yadsınmıştır. Ancak,
birçok ülkenin mitleri söylencelerinin kadın gibi asker ve hatta bizzat
bütünüyle kadınlardan oluşan ordulardan söz etmesi yeterince garip
görünüyor.
Eski Roma'da Savaşçı
Amazon Heykeli: Söylencelere göre Amazon I u savaşçılar bir
kadınlar toplumuydu.
Kızlar için, toplum tarafından dişi
ve erkeğin farklı davranışları üzerine «doğal
olmayan» ayrımlar yaratılması gündeme getiriliyor. Bu
ayırımların yok edilmesi isteminde, Wollstonecraft eşit
şans ve haklar için tartıştı.
Kadınlar tüm mesleklere girmeli ve politikada
etkin olmalıydı. «İnsan (erkek) Hakları» için kavga
«İnsan Hakları» biçiminde genişletilerek daha uygun bir hale
getirildi.
Mary Wollstonecraft'in kitabı, zamanla onun
ünlenmesini ya da oldukça saygın bir yer kazanmasını
sağladı. Ancak zamansız ölümünden sonra o da unutulup gitti.
Ancak gelecek kuşaklar John Stuart Mili'in Kadının
Boyuneğişi Üzerine (1869) adlı yapıtında
feminizmin büyük bildirgesini gördüler.
Çok seçkin İngiliz düşünürlerinden biri
yani S. Mili tarafından hazırlanan bu görkemli deneme Avrupa ve
ABD'deki kadın hareketi üzerinde önemli bir etki bıraktı. Mili,
denemesini, bir anlamda en ortak yazarı kabul edilmesi gerektiği
söylenen, ona esin kaynağı olan karısının ölümünden
sonra yazdı. Her iki cinsiyete verilen «eşit» eğitim
fırsatlarından hoşnut olmayan Mili, kadınlar için oy
isteminde bulundu ve daha başkalarıyla birlikte kendini
kadınların oy kullanma hakkını savunan topluluk içinde
buluverdi.
Ancak yüzyılımıza değin
gerçekleşmeyen bu hak, Lydia Beckerve Emmeline Pankhurst ile onun
kızları ve daha nice insanın bu uğurda verdiği
savaşım sonunda kazanılabildi.
ABD'DE FEMİNİST HAREKET
Amerikan Devrimi zamanında tıpkı
Avrupalı kızlar gibi Amerikalı kadınlar da ezilen bir grup
oluşturuyorlardı. Genellikle eğitimsiz oluyor ve çok kere
ekonomik olanaklardan yoksun kalıyorlardı. Bir gelirleri olsa bile
bunu denetleyip kullanma olanağını da pek seyrek
bulabiliyorlardı. Evli kadınlar resmen kocanın egemenliği
altındaydı ve tümüyle ona bağlı durumdaydılar.
Kuşkusuz, yukarı ve orta sınıf kadınları
rahatlık veren şeylerden hoşlanıyorlardı, ancak her
hareketleri katı toplumsal kural ve cinsel çift standart tarafından
kuşatılıyor, sınırlanıyordu. Daha da önemlisi,
tüm kadınlar siyasal haklara sahip değildi, bürolarda
çalışamazlardı, oy kullanma hakları yoktu.
Birçok kadın bu eşitsiz konumları
sessiz sedasız kabul etti. Ancak siyasal yaşama derin ilgi duyan ve
kendilerinin süregiden dışlanmalarına karşı
duyumsuzluğu gittikçe artan kadınlar da vardı. Buna karşın
erkekler tarafından tartışılmakta olan, Aydınlanma
Çağı ile birlikte filizlenen kurtuluş, eşitlik ve demokrasi
düşünceleri, ilerici kadınlar arasında geniş bir
yankıya yol açtı.
Amerikan sömürgeleri, İngiliz Kraliyet
tacına bağımlılıktan kurtulmak için hazırlanmaya
başladığında, doğal olarak cinsel eşitlik için
kadınların umutlarında da büyük bir yükselme gösterdi.
Bu dönemde bir kadın, yalnız
konuşmalarıyla değil, kocasına yazdığı
düşünceleriyle de dikkat çekti: Abigail Adams. (Kocası John Adams,
daha sonra ABD'nin ikinci Cumhurbaşkanı seçilecektir.)
Abigail Adams, 1776 ilkbaharında kocasına
şunları yazdı: «Uzun zamandır senin
bağımsızlık ilan etmeni bekliyorum. Söz aramızda,
çıkarmak zorunda kalacağın yeni yasalarda kadınları
unutmayacağını ve onlara karşı atalarından daha
cömert ve hoşgörülü olacağını umuyorum. Kocaların
eline sınırsız güçler verme. Ellerinden gelseydi tüm erkeklerin
zorba olacaklarını anımsa. Bayanlara özel bir dikkat ve
değer verilmezse, onları isyana teşvik etmeye
başlayabiliriz ve bunun için, sesimizi duyurmayan ya da bizlerin
temsilcisi olmayan bir yasayla kendimizi sınırlayacak değiliz.»
Ne var ki, John Adams karısının
dileklerini çarçabuk ve pek açık bir dille reddetti: «Senin özgün
yasalarına gülmekten başka bir şey yapamam. Erkeklerin
kurduğu sistemleri kaldırmayı daha iyi bildiğimizden
kuşkun olmasın. Erkeklerin tam iktidarda olmalarına
karşın kuramda daha az güçleri olduğunu biliyorsun... Pratikte
buyruk altında olduğumuzu da biliyorsun. Bizde yalnız
başkan var ve bundan vazgeçmemiz bizi tümüyle kırmızı
ceketlilerin despotizmine götürecektir. General Washington ve tüm yürekli
kahramanlarımızın dövüşeceğini ümit ederim.»
Katı inançlar temelinde olmasına
karşın, bu yanıt içten değildi kuşkusuz. Gerçekte
başkanın adı ardına sığınılarak,
yalnızca açık bir aşağısama tutumu
alınmıştı. Abigail'in zekâsına karşı.
Adams'in kendi tutumunun gerçek nedenini John Sullivan adında bir adama
yazdığı ve yalnızca mülk sahiplerinin oy hakkı
olması gerektiğinden söz eden bir mektubunda açığa vurması
yeterince ilginç görünüyor. O günlerde az sayıda kadının mülk
sahibi olmasından beri, ekonomik bakımdan bağımlı
başka kişilerle birlikte onlar da oy hakkından yoksun
bırakıldı. Kısacası, John Adams'in da iyi
anladığı gibi, karısıyla tartışmayı
başarmamak değildi sorun; kadınların ezilmesinin
altında ekonomik nedenler yatıyordu.
Herhalde, ABD kurulur kurulmaz kadınlar ve
köleler de siyasal haklarını kullanmaksızın anayasası
kabul edildi. Yeni dünyaya hayran kalıp çalışmaya gelen
Avrupalı kadınlar, eski cinsiyet ayrımları ve kölelik
gerçekliğiyle karşılaştıkları zaman o
coşkulu havalarının erimekte olduğunu gördüler.
Örneğin 1820 yılında yayımladığı Amerikan
Toplumunun Görünümü ve
İLK FEMİNİSTLER
Kadınlar eşit haklar
uğruna uzun zamandır mücadele etmektedir. Ancak öyle bir amaçtır
ki, bugüne değin henüz ulaşılamamıştır. Burada
ünlü ilk Feministler gösterilmiştir.
Durumu adlı kitabıyla tanınan İskoç
yazarı Frances Wright, sonunda ABD'ye yerleşip kölelerin
özgürlüğü, kadınların özgürleşmesi ve kent
yoksullarının hakları için etkin biçimde savaşım
kararı alanlardan biriydi.
Aydınlanma döneminin geleneğiyle F.
Wright, ABD'de dinsel içerikli bir yeniden uyanış
başladığında, bu durumu insanlığın
ilerlemesine karşıt ve gerici bularak karşı koymuştur
buna. Wright'in toplumsal çabaları ve kişi zekâsı kendisine
birçok düşman kazandırmakla birikte, eleştirilerinin daha sonra
doğru olduğu kabul edilmiştir. İngiliz yazarı Harriet
Martineau, Amerikan Toplumu'nda (1837) Yeni Dünya'da yaşamın
algısal bir tanımını sundu. Ancak köleliğin
kaldırılmasını desteklediğinden, zaman zaman ABD'ye
yaptığı gezilerinde canından olmamak için kendini korumak
zorunda kaldı.
Döneminde çok övülmüş olan 19.
Yüzyılda Kadın (1845) adlı yapıtın yazarı
Amerikalı Margaret Fuller de aynı zamanda cinsel eşitsizlik ve
ekonomik haksızlıklara karşı savaşıma
girişti.
1820 ve 30'larda çeşitli dinsel ve ahlaksal
reform hareketleri, Amerikalı kadının giderek ilgisini
çekmiştir. Eğitim, barış, içkinin yasaklanması ve
köleliğin kaldırılması, Amerikan
Hıristiyanlığının, kadınlara sunduğu ilk
olumlu toplumsal kazanımlardı. Sonraki yıllarda bu genel reform
hareketi gelişti ve sonunda kadının oy kullanmasını da
içeren yeni bir savaşın görünümüne büründü. İçki
yasağı konması, kocaları tüm ailenin gelirini içkide
tükettiğinden, kadınların özel olarak ilgisini çekiyordu. Zaten
bunu engelleyecek herhangi bir resmi yasa da yoktu. Çocukların ve
kendilerinin bağımlı konumundan dolayı kadınlar, böyle
bir durum karşısında korunmasız kalıyorlardı.
Köleliğin kaldırılmasına duyulan ilgi ise, öteki
insanların durumunu düşünmek, onlara yardım etmek
düşüncesinden kaynaklanıyordu gerçekte. Öte yandan, köleliğin
kaldırılması hareketinin önde gelenlerinin çoğunu orta
sınıftan beyaz kadınlar oluşturmasına
karşın, Sojourner Truth ve Harri-et Tubman gibi zenci kadınlar
da ön saflarda yer almıştı.
Köleliğin kaldırılması için
mücadele eden en iyi savaşçılardan ikisi Angelina ve Sarah Grimke
kardeşlerdi. Doğdukları Güney Carolina'da köleliği
yakından tanımışlardı. Kuzeye hareketlerinden hemen
sonra bu mücadelenin içinde yer alıp köleliğe karşı
konuşmalar yapıp yazılar yazdılar. 1838'de Angelina Grimke
Massachusetts Meclisinin önünde köleliğe karşı
yaptığı konuşmasıyla aynı zamanda
kadınların yurttaşlık haklarını açıklarken,
Amerikan Meclisinde konuşma yapan ilk kadın unvanını da
aldı.
Köleliğin kaldırılması
mücadelesinin öbür iki önemli kadın kahramanı -ki bir süre sonra
feminist hareket saflarında görüleceklerdir- Lucretia Mott ve Elizabet
Cady Stanton'dur. Onlar bu olaylar içerisindeyken cinsel ayrımın ne
denli etkili olduğunu görünce, buradan aldıkları ders ve esinle
tarihin bilinen ilk Kadın Hakları Konvensiyonu'nu örgütlediler
(1848). Bu konvensiyonda (Seneca Falls) Amerikan
Bağımsızlık Bildirgesinden esinlenen: «Biz bu gerçekleri;
tüm erkekler ve kadınların eşit
yaratıldığını ve onlara yaratıcıları
tarafından aralarında yaşam, özgürlük ve mutluluk peşinde
koşmanın yer aldığı başkasına devredilemez
haklar verildiğini, açıkça bilinmesi için koruyoruz,» diye
açıklayan bir Düşünceler Bildirgesi geçti. Belgelerde sonra, yönetim
biçimini değiştirilmesinin de bir hak olduğunu aktarılarak:
«İnsanlık tarihinin kadına karşı, kadın üzerinde
mutlak bir diktatörlük kurmanın doğrudan araçlarına sahip olan
erkeğin süregelen bir incitme ve gasp tarihi olduğu» belirtiliyordu.
Seneca Falls Konvensiyonunda, aynı zamanda,
talep edilen resmi ve eğitsel reformları, ortaya çıkan bir dizi
sorunların cinsel çift standart sonucu olduğu kabul edildi. Nihayet,
oy verme hakkının da bu ülke kadınlarının
korunması gereken kutsal bir görevi olduğu biçiminde bir sonuca
varıldı.
Başta rahipler ve erkek gazeteciler olmak
üzere, tüm ülke çapında bu taleplere karşı kampanyalar
açılıp alay konusu edildi. Üstelik bu sıralarda
kadınların bu hareketinin önemini kavrayıp onu destekleyen insan
sayısı da azdı. Az sayıda insan-arasında yer
alanlardan birisi de, kadın hakları toplantılarında konuk
konuşmacı olarak bulunan ve gazetesinde feministleri
alkışlayan büyük zenci kölelik aleyhtarı Frederick Douglass idi.
Kadınlar kendilerine yönelen bu düşmanca tutuma karşı
kahramanca direndiler ve haklarını savunmada ödün vermediler. Bu
uğraş içinde Elizabeth Cady Stanton kendine yakın bir dost
buldu. O dost, yorulmak bilmez çalışması, taktik
ustalığıyla düşmanlarının bile övgüsünü kazanan
kadın haklarının Napolyonu şanı verilen Susan B.
Anthoy idi. Bu iki korkusuz kadının deneyimi ve fikirleri,
kendilerinin birlikte bastırdığı kapsamlı Kadınların
Oy Kullanma Hakları Tarihinde haleflerinin yararlanacağı
değerli bir çalışma haline geldi (1881-86).
Amerikan İç Savaşı (1861 - 1865)
kadın hareketini geçici bir duraklama içine soktu, ancak kölelik
kaldırılınca kadınların taleplerini duyurabilmek için
ellerine bir olanak geçmiş oldu. Gerçekte, siyah erkekler için istenilen
oy verme hakkıyla birlikte kendilerine de oy hakkı verilmesinde
bazı haklı nedenler kazanmış oluyorlardı. Bununla
birlikte, bu umut bir süre sonra suya düştü. Kadınlara defalarca
beklemeleri gerektiği, bir de kendi haklarını ortaya atıp
siyahların mücadelesini baltalayacakları gerekçesiyle geri
durmaları istendi. Bu iyi niyetle ona dargörüşlü tartışma
kadın hareketinde bir bölünmeye yol açtı. Üstelik bu durum onun
yıllarca etkisinin azalmasını beraberinde getirmişti. Daha
kötüsü de, önce Anayasa'da erkekler gibi oy hakkına sahip oldukları
belirtilirken, 1868'de yapılan bir değişiklikle çok ciddi bir
geridönüş deneyimi geçirdiler.
Bütün bunlara karşın, birkaç alanda
dikkate değer ilerlemeler oldu. Artık kadınlar da yüksek
eğitime kabul edilmeye başlandı. 1830'larda kadın
yüksekokulları kuruldu ve 1860 başlarında-bazı yüksekokul
ve üniversiteler karma eğitime geçti. Örneğin ABD'de ilk kez bir
kadın, Elizabeth Blackwell tıp diploması aldı. Elizabeth ve
kızkardeşi Emily, kadınlar için tıp üzerine bir kitap yazdı
(1860) ve onlar bu çalışmalarıyla birçok genç kızın
tıp ya da başka alanlarda yükseköğrenim görmesini teşvik
etmiş oluyordu. Feministler, aynı zamanda giysi konusunda reform,
fahişeliğe karşı mücadele, daha iyi çalışma
koşulları ve yüksek ücret, çocuk işçiler sorunu,
sendikalaşmak ve cinsel özgürlüklerle ilgilenmeye başladılar. Bu
sorunların bazıları oy verme mücadelesinden daha etkili ve
çarpıcı oldu, ancak sorunların geniş yankı uyandırması
bu tartışmada birçok kadının daha dikkatli bir tutum
izlemesine yol açtı. Bir yandan da bazı «radikal» feministler daha
etkin bir mücadele vermeye başladı. Nitekim 1871'in
başlarında, Victoria Woodhull hâlâ etkin bir biçimde görülen cinsel
çift standartı eleştirip karşı çıkarken, «serbest
aşkın» devredilemez anayasal ve doğal bir «hak» olduğunu
savundu. Emma Goldman ve ondan sonra Margaret Sanger, doğum kontrolü
kampanyası içinde yer aldılar. Perkins Gilman Kadınlar ve
Ekonomiler adlı yapıtında, kadınlar üzerindeki
baskıları birçok açıdan ele aldı (1898). Bu oldukça tutulan
kitapta başta politik özgürlük anahtar olmak üzere, kadınlar için
ekonomik eşitlik talep ediliyor ve varolan aile yapısı
eleştiriliyordu.
Artık herkes şunu açıkça
anlamıştı: Yüzyıl içinde ABD derin bir dönüşüme
uğramış, serbest yerleşmecilerin bir tarım ülkesinden
milyonlarca yeni, yoksul göçmenleriyle geniş bir kent ve sanayi toplumu
ile toplumsal sorunları olan koca bir ülkeye dönüşmüştü.
Ayrıca bu sorunlara kadınların yurttaşlık
haklarından yoksun bırakılması ve boyun eğişleri
de ekleniyordu. Aslında benzer sorunları yaşamış
başka ülkeler sonunda düzeltici bir harekete girişti. Yeni Zelanda
1893'de, Finlandiya 1906'da kadınlara oy hakkı verdi. Birinci Dünya
Savaşının ortaya çıkardığı toplumsal
sorunlar içerisinde kadınlar bazı ülkelerde yeni haklar almaya devam
etti. Nitekim Norveç ve Sovyetler Birliğinde (1917) kadınların
oy kullanma hakkı devletin güvencesine alındı. Bu belli bir
düzeyde İngiltere'de de sağlandı (1918). Bu uygulamaları
1919'da Almanya izledi. Koşullara göre, ABD'de kadınların oy
kullanma hakları bir eksiklik olarak duyulmaya başlandı. Bunun
sonucu olarak 1920'de Anayasa'da yapılan 19 değişiklikle
birlikte kadınlara oy kullanma hakkı verildi. Bu duruma gelinmesinde
7 yıldır yoğunlaşan mücadelenin önemli bir payı
vardı. Bununla birlikte, feministlerin de iyi bildiği gibi cinsel
ayrım daha ince ve hatta hâlâ açık başka biçimlerde sürüp
gittiğinden, ulaşılan aşama yeterli olamazdı.
Eşit işe eşitsiz ödeme, kadınların etkili yerlerden
uzaklaştırılması ve sayısız resmi
kısıtlamalar, Amerikan yaşamında kadınların
eşit fırsatlara sahip olduğunu pek göstermiyordu.
Kadınların ekonomik bakımdan sömürülmelerine son verilmesi, bunu
kadınların gerçekleştirebilmesinden uzak bir konuydu. Bu nedenle
feminist hareket daha çok analık ve bebek bakımı, doğum
kontrolü, koruyucu iş yasalarının çıkartılması ve
devletin daha adil bir iş düzenlemesi yapması konusunda
yoğunlaştırdı çabasını. Bu çabalar sonucunda
feministler «aldatılmış bolşevikler» ve «komünist
eylemciler» olarak nitelendirildiler kurulu günlerce. Arkasından, bir
«kötü kızıl leke» hücumu başladı ve bir de «aile
yıkıcısı» oldukları eklendi bu suçlamalara.
Aslında basit ve ne olduğu açık olarak görülmesine
karşın, bu taktikler genelde bir süre, oldukça etkin oldu. Orta
sınıftan birçok saygın kadın ya hareketten hepten
uzaklaştı, ya da daha suskun bir bekleyiş içine girdi.
1923'de Kongre'de ilk «Eşit Haklar
Değişikliği» ile ABD'de kadınlar ve erkeklerin eşit
haklara sahip olduğu, bunun her yerde yangının koruması
altında olduğu açıklandı. Bununla birlikte, teklif edilen
değişiklik, feminist hareket içinde bile muhalifler yarattı.
Muhalif olanlar, bazı koruyucu iş yasalarının kadına
verdiği olanağı kaldırdığını ileri sürdüler.
Politik toplantılarda, komitelerde, gazetelerde ve dergilerde uzun ve ateşli
tartışmalar birbirini izledi, tabii bu kadınlar arasında
kuwetli bir ayrılık ve politik etkilerinin güç-süzleşmesi
sonuçlarını doğurdu.
1960'larda feminist hareket yeni bir patlama
gösterdi. Simone De Bea-uvoir'nin Batı kültüründe dişiliğini
tarihi ve karşılaştığı boyuneğişleri
tahlil ettiği oldukça etki yaratan The Second Sex (Orijinal
adı: Le Deuxieme Sexe. Bu yapıt Türkçe'de Genç
Kızlık Çağı, Evlilik Çağı ve Bağımsızlığa
Doğru adlarında üç ayrı kitap halinde Payel
yayınlarından çıkmıştır.) adlı yapıtı
İngilizceye çevrildi. 1963'te Betty Friedan'ın Amerikalı ev
kadını ve annede hakim olan tabii genel olarak kadınlarda olan)
klişeleşmiş rolü açık bir biçimde eleştirdiği Kadınlığın
Gizemi (The Feminine Mystique) basıldı. 1963'te aynı zamanda
Amerikan kadınının durumunda bir kısım reformlar
yapılmasını öneren Başkanlıkça
hazırlatılmış bir rapor yayınlandı. Tüm bu
gelişmeler içinde Ulusal Kadın Örgütü (NOW) kuruldu (1966). Bir süre
sonra NOW, kadın örgütleri içinde en güçlü ve tanınanı haline
geldi. Bu gelişimi içinde NOW, hemen yeni bir Eşit Haklar
Değişikliği için mücadele başlattı ve içinde çocuk
düşürme hakkının da bulunduğu birkaç çarpıcı
sorun konusunda reform yapılmasını talep etti. Öte yandan
aynı yıllarda siyahların yeniden başgösteren
yurttaşlık hakları mücadelesi, Güneydoğu Asya'da sürdürülen
Amerikan Savaşına karşı barış hareketi gibi
benzeri hareketler birçok orta sınıftan kadının
radikalleşmesini sağladığından, bu talepler de
öncekinden çok daha geniş bir destek buldu.
Cinsel ve üretimsel özgürlük, tüm ülke çapında
cinsel özgürlük ve adalet sorunlarına daha duyarlı olunabildiği
koşullarda daha açık bir biçimde tartışılabilirdi.
1970'lere gelindiğinde feministlerin öncülüğünde çocuk aldırma
sorunu birden ABD Anayasa Mahkemesinde görüşülmeye başlandı.
Sonunda Eşit Haklar Değişikliği Kongreden «Yasa
altında hakların eşitliği ABD'de herhangi bir eyalet
tarafından cinsiyet farkı gözetilerek reddedilemez ve
kısıtlanamaz» biçiminde yeni bir şekilde ifade edilerek geçti.
Mücadele ne denli uzun ve güç ve ne denli
başarısız olursa olsun, feministler değişikliğin
nihai olarak kabul edilebileceğinden umutludurlar.
KADINLARIN GÜNÜMÜZ DÜNYASINDAKİ YERİ
Geride yapılacak çok şey bulunmasına
karşın, kadınların Sanayi Devriminin ilk günlerinden
itibaren Avrupa ve Kuzey Amerika'da erkeklerle eşit olmaya doğru bir
hayli adım attığı kabul edilebilir bir gerçektir.
Kuşkusuz, Batı ülkelerindeki sanayileşme hemencecik
kadınların özgürleşmesini sağlamadı, önce onları
ve çocuklarını fabrikalarda sömürerek daha yıpranmış
bir hale soktu. Önceleri ise nispi olarak iyi, uygun tarım
alanlarında kadınlar erkeklerle eşit oranlarda bir
ustalaşma gösteriyorlardı. O zamanlar aileler hâlâ birer «üretim
birimi» konusundaydılar ve kadınlar da bu birime katkıları
ölçüsünde bir saygı görüyorlardı. Fabrika sistemi, geniş ev
halkıyla geniş aileyi dağıtarak ve onlara sürekli hareket
halinde makineler ardında koşturma türünden özel monoton
sıkıcı görevler vererek her şeyi değiştirdi.
Üstelik erkeklerle aynı çalışmayı göstermekle birlikte,
kadın ve çocuklara daha az bir ücret verildi, böylece onların
ekonomik «değeri» küçülmüş oluyordu. Bunun sonucu birkaç on yıl
süren mücadeleler başladı, sendikalaşma da bu hareket içinden
ortaya çıktı. Sendikalaşmanın
yaygınlaşmasıyla birlikte yapılan bazı resmi reformlar
bu kaba ayrıma son verdi.
Aynı zamanlarda üst ve orta sınıftan
kadınlar da çocuk bakımı dışında pek bir şey
yapmadıkları gibi bir de eve hapsedilmeye
başlanmıştı.
Kocaları artık ev içinde
çalışmıyordu, günün çoğunu dışarıda
geçiriyordu. Bu çerçeve içinde, onlar sık sık, herhangi bir
rahatsızlık durumunda bayılan ve boş konuşan, kolay
kırılır duyarlı yaratıklar rolü oynamaya başla
di. Öte yandan, onların birçoğu da toplum içindeki bu
konumlarını eleştirdi.
Aynı zamanda kendilerine dinsel ve ahlaksal
davalara ayıracak zaman buldular, hatta bir kısmı kadın
hakları ve köleliğin kaldırılması mücadelesi içinde
yer aldı. Nihayet, çalışan sınıftan olsun, burjuva
sınıfından olsun, her iki sınıftan kadınlar,
konumlarının değişmesinde ısrar ederek feminizmin
başarısına yardımcı oldular. Bununla birlikte, bu
başarı tümüyle tamamlanmış değildir. Bugün
sanayileşmiş ülkelerde de kadınlar eşit haklar için
mücadeleye devam etmektedir. Ancak şimdi ekonomik sorunlara ek olarak
cinsel bakımdan kendi konumlarını belirleme
sorunlarını ön plana çıkarmış bulunuyorlar.
Kuşkusuz, Avrupa ve Kuzey Amerika'da nispeten
zengin ve liberal kadınların Dünya Kadınları içinde çok
küçük bir azınlığı oluşturduğunun
hatırlanması gerekir.
Batı dışındaki ülkelerde,
özellikle Üçüncü Dünya ülkelerinde kadın sefil ve bir kör boyun
eğiş koşulları içinde yaşar. Enerjilerinin çoğu
hayatta kalmak için verilen zor ve acımasız bir mücadele içinde
tüketilir. Bu yüzden onlar için «Cinsel özgürlük» hakkında Batıdaki
anlamda bir konuşmanın en iyisi yasadışı ve en kötüsü
anlamsız olduğu yorumundan öteye gitmez. Onların ilgileri daha
temel, daha çok etinde tırnağında duyduğu sorunlar
üzerinedir. Bu durum, Birleşmiş Milletler Mexico City'de bir
Uluslararası Kadın Konferansı organize ettiğinde açık
bir biçimde görüşülmüştü. Bu konferans aynı zamanda sanayi
ülkeleri ile tarım ülkelerindeki kadınlar arasında ciddi bir
iletişim uçurumunun olduğunu gösterdi. Konferanstan ayrıca, kaba
ama sade bir tablo ortaya çıktı: Yoksul, kırsal alanlarda 1
milyarın üzerinde kadın yaşıyor (yani dünya kadın
nüfusunun çoğu) bunların çoğu da okuma yazma bilmez, bitkin ve
hastalıklıdır, küçük bir ödül için saatlerce fazla
çalışmaya zorlanırlar. Doğal olarak erkekler bu zor
işlerin birçoğunu paylaşır ama, kadın buna
karşılık en büyük yüke katlanmak zorunda kalır. Hemen hemen
tüm gelişmemiş ülkelerde oğlan çocukları,
yaşlılıkta bunlar anababalarının bakım güvencesi
sayıldığından, doğum anından itibaren el üstünde
tutulurlar. Böylece bu katı yoksulluk altında bile oğlan
çocukları kızlardan daha iyi beslenir, daha iyi giyinir ve öncelikle
onların eğitimi sağlanır. Güç durumlar ya da
hastalıklar karşısında en çok gereksinimi olan değil
de, oğlan çocuğunun gereksinimi esas alınır. Yani dişi
ihtiyaçları ikincildir. Bunlardan başka, birçok yoksul ülkede
kadınlar çok daha az hakka sahiptir. Bir konu üzerine seslerini
çıkarabilmeleri ancak evliliktedir, o da
yarım ağızla görülür. Bedenen
yıpratıcı çalışmalar ve peşpeşe geçirilen
gebelikler sonucu zayıf düşer ve bu işleyişe daha çok
bağlanırlar. Yoksul toplumlarda genel yaşam
standardını yükseltmek amacıyla uluslararası
kuruluşlar ya da hükümetlerce yapılan çalışmalar,
çalışma yükü artan kadınlarda daha ezici bir etki yaratabilir.
Böyle baskıcı durumlar altında «kadın özgürlüğü»nün
sahip olduğu özel bir anlam vardır ve gerçekte zengin ve güçlü
Batı kadın hareketine bir meydan okuma niteliği gösterir.
Bu arada bazı yoksul ülkelerin ekonomik
ilerlemede büyük adımlar attığı görülmektedir. Bu
gelişmenin yanı sıra, cinsel özgürlük konusunda dikkate değer
bir çıkış yapan Çin Halk Cumhuriyeti'nin çabası oldukça
başarılı olmaktadır. Ayrıca Hindistan, Sri Lanka ve
İsrail'de kadınların devlet başkanı seçilmesinin de
özel bir değeri vardır. Genel olarak, kadınların
özgürleşi-minin bir Batı sorunu olmadığı ve onun
global anlamının giderek daha çok
tanındığını söyleyebiliriz. Aynı zamanda cinsel
eşitlik talebinin her yerde kazanılması sürecinde güçlüklerle
karşılaşılacağı, ancak bunun için mücadeleden de
vazgeçilmeyeceği açıkça görülüyor.
TÜRKİYE'DE KADIN HAREKETLERİ
Kadın hareketleri Batı'da örneklerini
gördüğümüz gibi her şeyden önce kadınlara özgü sorunların
odak olarak alındığı, kadınların
dayanışmalarına bilinçlenme ve bilinçlendirilmelerine, kamu
oyunu ve siyasal iktidarları uyarmalarına yönelen kitle hareketleridir.
Bilindiği gibi erkeklerle kadınlar XX. yüzyıla değin iki
eşitsiz cinsiyet halinde sürdürmüşlerdir varlıklarını.
Aşağı yukarı toplumların tümünün yapısı
erkeklerin egemen oldukları, kadınların ise onlara
bağımlı kalarak yaşadıkları hakça olmayan bir
yapı olarak çıkmış karşımıza... Ama
dünyanın genel durumundaki değişiklikler kadın - erkek
ilişkileri düzeninin de sarsılmasına yeni boyutlar
kazanmasına neden olmuştur. Nitekim Batı toplumlarında
yüzyılın başında ve 1970'lerde kadın hareketleri iki büyük
dalga halinde kendini göstermiştir.
Kadın hareketlerine yol açan etmenlerin en
önemlisi, hiç kuşku yok ki, kadınların içinde bulundukları
toplumsa koşullardır. Batılı kadınlar Burjuva toplum
yapısı içinde çalışma koşulları, ücretler,
eğitim, siyasal katılım vb. gibi konularda erkeklerle eşit
bir konuma kavuşamadıkları için, toplumsal yaşamda hep
ikinci planda kalmışlar ve bu durumun getirdiği bilinçlenme Batı'daki
kadın hareketlerinin temel koşulu olmuştur.
Türk kadınları da Batılı
hemcinsleri ile ortak bir yazgıyı paylaştıkları hatta
yaşamlarını onlardan daha ağır koşullar
altında sürdürdükleri halde, Cumhuriyet öncesinde de Cumhuriyet'ten sonra
da Türkiye'de Batılı anlamında kadın hareketlerinden söz
etmemize olanak yoktur. Nitekim Prof.Ner-min Abadan - Unat: «Türkiye'den son
elli yılın bilançosu Atatürk döneminde yasama yoluyla yapılan
devrimci girişimlerin Türk toplumunda kadının rol ve statüsünü
ancak sınırlı biçimde değiştirebildiğini
göstermektedir. Kadının bağımlılığı
sadece çağı geçmiş gelenek ve törelerin ürünü değil, her
şeyden önce sosyo-ekonomik konumunun bir sonucudur. Kadının
siyasal davranış ve eylemlerinde özerklik kazanması
sadece ikna edici yöntemlerle gerçekleştirilemez. Yeni kadın
tipinin ortaya çıkışında asıl belirleyici faktör yapısal
değişimler olacaktır... Türkiye'de sosyalleştirme
sürecini değiştirmek cinslerin görev ve sorumluluk
paylaşımını yeniden saptamak gereklidir.» (Bkz. Milliyet
Gazetesi 21 Mayıs 1978 s.2) demektedir.
Türkiye'de yapısal değişim sürekli
devingen bir oluşum halindedir. Ekonomik açıdan endüstrileşme,
toplumsal açıdan kentleşme, siyasal açıdan demokratikleşme
süreçleri toplumlar için gerçekten yaşamsal önem taşıyan
sancılı süreçlerdir. Günümüzde Türk toplumu bu sorundan çok
yoğun bir şekilde çekmektedir. Ama artık Türkiye'de kadın
sorununun erkeklerden soyutlanarak gündeme getirilemeyeceği, kadın ve
erkeğin sosyo-ekonomik yapıdaki işlev ve konumlarının
her şeyden çok siyasal düzen sorunu ile ilgili olduğu
kavranılmıştır. Prof. Emre Kongar'a göre «özgürlüğün
ve eşitliğin en önemli güvencesi, yönetime katılmadır».
(Bkz. Gösteri Dergisi, Temmuz 1983, sayı 32 s. 72). Demokrasi ise en ideal
yönetime katılma yöntemidir. Bu bağlam içinde ele
alındığında günümüz Türkiyesi'nde kadın
haklarından söz ederken kadınlarımızın yönetime
katılma oranlarını gözardı etmememiz ve gerçekçi bir ölçüt
olarak ele almamız gerekir.
Türkiye'de kadınların toplumsal konumunu
yürütmek için çeşitli girişimlerde bulunulduğunu hiç kimse
yadsıyamaz. Ama kadınlarımızın yine de toplum içinde
sağlıklı bir konuma ulaşamamış
olmalarının çeşitli nedenleri vardır. Söz gelimi toplumda
bazı sosyal gruplara eşitliği ve özerk sosyal grupların
yararlandığı sosyal hakları yadsıyan geleneksel,
baskıcı ve istismar edici kurumlar hâlâ etkinliklerini sürdürmektedirler.
Toplumumuzun temelinde İslâm düşüncesinin kültürel değerleri ve
bu değerlerin belirlediği ahlaksal ideoloji yatmakta bu ideoloji ise
toplumsal etkinliklerde iş bölümünü cinsiyete göre düzenlemektedir. Bunun
sonucunda ise kadının yeri ev kadınlığı ve
anne oluşuyla belirlenmektedir.
Cumhuriyetten sonra kadınlarımıza
hukuk açısından eşit haklar yanında eğitimde ve
iş hayatında eşit olanaklar sağlanması da
amaçlanmıştır. Laikleşme ile birlikte dinsel ideolojinin
neden olduğu cinsiyet temeline dayanan işbölümü de bir ölçüde
çözülmüştür. Ama yasal haklarla gerçekler arasında hâlâ büyük bir
uçurum vardır. Bir toplum içinde kadın ve erkeğin rolleri o
toplumun gelenek görenek ve inançlarınca da belirlenir. Kadın bu
yüzden toplumsal yerini salt yasa değişiklikleriyle kazanamaz. Prof.
Abadan'ın çok yerinde bir saptamayla belirlediği gibi, toplumu
oluşturan kadın - erkek tüm bireylerin dünya görüşlerini,
davranışlarını değiştirecek köklü yapısal
değişimlere gereksinme vardır. Her toplumda «kadınlara» ya
da «erkeklere» özgü diye belirlenen bazı kalıplaşmış
yasaların bulunduğunu ve bu kalıplaşmış
yasaların toplumumuzda da çok üstün bir rol oynadıklarını
yadsıyamayız.
Türkiye'de açıkça söylenmese de
kadınların ülke kalkınmasında erkekler kadar katkı ve
payları bulunmadığı inancı yaygındır. Büyük
bir bölümüyle kadınlarımız da kendileri için belirlenen yer ve
durumu değiştirmek üzere bir şey yapmamakta, yapamamakta,
konumlarını bir yazgı olarak benimsemektedirler.
Kadınlarımız özellikle erkeklerin
egemen olduğu alanlara girerlerse kadınlıklarından bir
şeyler yitirecekleri kaygısını duymakta, bir yandan
başarılı olurken bir yandan saldırgan, tutkulu, erkeksi diye
değerlendirileceklerinden korkmaktadırlar. İşte bu korku
onları geleneksel beklentilerine sığınmaya itmektedir. Oysa,
kadın kendi yaşamını kendisi özgürce planlayabil-meli,
başkalarının kendisi için çizdiği yazgıya
gerektiğinde «hayır» deyip değiştirebilmelidir onu. İnsan
olarak önündeki tüm olanak ve alanlardan yararlanabilmesi; özellikle
siyasal alanda etkinlik gösterip ağırlığını
duyur-malıdır. Çünkü tüm idari kademeler ve plan siyasaları son
derece ilerici öneriler getirseler, yasalar önerseler bile, ideal çözümlerin
gerçekleşmesi için önemli bir koşulun yerine getirilmesi
gerekmektedir: Bu yasalardan yararlanacak toplumsal güçlerin toplu istem ve
savaşımları. Kısacası çözüm büyük ölçüde siyasal
alanda - demokratikleşme sürecinin başarılı bir
şekilde gerçekleşmesiyle koşut olarak belirlenecektir. Oysa Türk
kadını toplu olarak çalışma yaşamına bile önce
Balkan Savaşı daha sonra I. Dünya ve Kurtuluş Savaşı
gibi olağanüstü koşullarda, erkeklerin cepheye gitmesi sonucu
ortaya çıkan bir zorunlulukla atılmıştır. I. Dünya
Savaşı o zamana değin yaşamını kafes ardında
sürdüren çok sayıda kadını silah ve gıda
fabrikalarında çalışmaya itmiştir. Kurtuluş
savaşı ise ekonomik yaşama katılmalarının
yanısıra kadınlarımızın siyasal
savaşıma katılmalarını da zorlamıştır.
Buna karşın, kadınlarımız siyasal haklarını
elde edebilmek için 1930 ve 1934'lere değin beklemek zorunda
kalmışlardır. 1935 -1977, yılları arasında
Parlamentoya 69 kadın girebilmiş, hükümetlerde yalnız iki
kadın görev alabilmiştir. Kısacası
kadınlarımız siyasal alanda sayın Şirin Tekeli'nin
değerli yapıtında önemle vurguladığı gibi «her
zaman sınırlı, olağandışı ve simgesel bir
yol» oynamışlardır. (Bkz. Şirin Tekeli, Kadının
Siyasal Hayattaki Yeri Üzerine Karşılaştırmalı Bir
Araştırma.)
Kısacası Türk kadınlarının
büyük çoğunluğu toplumsal - siyasal yaşama yaygın olarak
katılmadıkları ve Atatürk Devrimi Kadın Haklarını
yukardan gerçekleştirdiği için Batı benzeri kitlesel kadın
hareketleri ya da gerçek anlamında feminist bir hareket Türkiye'de
görülmemiştir. Çeşitli Kadın Derneklerinin etkinliklerini bu
akım içinde ya da tepkisel kadın hareketleri olarak yorumlamak ise büyük
bir yanılgı olur.
Bu genel değerlendirmeden sonra
Batılı anlamda kadın hareketleri olmasalar bile Osmanlı
döneminde (özellikle Tanzimat ve Meşrutiyette) kadına ilişkin
çalışmaları kısaca özetleyip Atatürk Devriminin Türk
kadınlarına getirdiği hakları ele alacağız.
A.
Osmanlı Döneminde Kadının Kurtuluşuna
İlişkin Etkinlikler
1839 Gülhane Hatt-ı Hümayun'u, Osmanlı
İmparatorluğunda bir dizi reformun ve bu arada da (özel bir anlamda)
kadının kurtuluşu hareketlerinin
başlangıcını simgeler. Bu dönemde okullar Batı örnek
alınarak yeniden örgütlenmişler, yeni bir hukuk düzeni reformu
gerçekleşmiş, Avrupa'dan kaynaklanan çeşitli ideolojik
akımlar artık yavaş yavaş eski İslâm görüşünün
yerini almaya başlamıştır. Bu dönemde resmi olmayan
basın gelişmiş ve eski medrese kültüründen kopmuş yeni bir
kültürlü insanlar sınıfı doğmuştur.
Başlangıçta dış görünüşleri daha sonra da düşünme
biçimleri büyük ölçüde değişen ve giderek Batılı bir yaşam
biçimini benimseyen bu sınıfın Osmanlı
İmparatorluğunun dinsel dönüşümünde çok önemli bir rolü
olmuştur. Bu yeni düşünen sınıf yabancı dil de
bilenlerden oluştuğu için Avrupa'da olup bitenleri,
Batı'nın kültürel ve toplumsal olaylarını yakından
izleyebilmiş ve burun sonuçları yerli gazete ve dergilerde
yankılanmıştır. İşte kadının toplumdaki
konumunun yükselmesi düşüncesi de böyle bir ortamda Osmanlı
toplumunda yavaş yavaş etkinliğini göstermeye
başlamıştır. Örneğin 1860'larda Agâh Efendi ile
İbrahim Şinasi'nin yayınladıkları Ter-cüman-ı
Ahval gazetesinde Türklerde evlilik ilişkileri ele
alınmış ve Şinasi'nin din adamlarını hicveden Şâir
Evlenmesi adlı piyesi yayınlanmıştır. (Bkz. B.
Caporal, Kemalizmde ve Kemalizm Sonrasında Türk Kadını, s.54)
1862 yılında ise Şinasi Tasvir-i Efkâr gazetesini
çıkarmaya başlamış, Namık Kemal kadınların
eğitimi sorununu ele alan Terbiye-i Nisvan Hakkında bir Lâyiha adlı
makalesini burada yayınlamıştır. Namık Kemal daha
sonra kendi yönetimindeki İbret gazetesinde de Osmanlı
toplumunda kadının ezikliğine karşı çıkan Aile
başlıklı makalesini yayınlamıştır.
Namık Kemal'e göre, Osmanlı İmparatorluğunda öğretim
Batıdaki biçimiyle yeniden düzenlenmeli; kızlar okullara devam edip
çağdaş değerleri işleyen bir öğrenim görmelidirler.
Çünkü aile ve ulusun çöküşünün en önemli nedenlerinden biri de
kadınların bilgisizliğidir. Yine dönemin yayın
organlarından Terakki, Türk kadınlarının da
Avrupalı kadınlar gibi eğitim görmelerini isteyip evlilikteki
aşağı durumlarını kınayan, kadının
köleliğini ayıplayan ve bu köleliğin onun toplumsal yaşama
katılmasını nasıl engellediğini vurgulayan bir dizi
makale yayınlamıştır. (Bkz. a.g.y. s.55) Terakki daha
sonra Muhad-derat İçin Gazetedir başlığı
altında haftalık bir kadın gazetesi eki yayımlamaya
başlamıştır. Bu ekte, kadınların
yazdığı kız okulları açılmasını,
cinslerin eşitliğini, tek eşitliğin üstünlüğünü
savunan yazılar ve Batı Feminist akımlara ilişkin haberler
yer almıştır.
Eğitimde kadınla erkeğin
eşitliği ilkesini Ahmet Mithat Efendi de, gerek Felsefe-i Zenan'da
gerekse Diplomalı Kız'da savunmuştur. (Bkz. a.g.y.
s.59).
1876'da Osmanlı Devleti Kanunî Esasîyi kabul
etmekle meşrutî bir idareye geçmişti. 23 Aralık'ta ilan edilen
bu Anayasa, Batıdan esinlenmiş olan özgürlükçü reformları
içeriyor ve Osmanlı toplumu için bir dönüm noktasını
müjdeliyordu. Bu Anayasa için en çok emeği geçen kişi,
Batıdakilere benzer özgürlükçü reformların tutkulu bir savunucusu
olan Mithat Paşa idi. Ne yazık ki, Anayasa'nın ilanından
çok kısa bir süre sonra 5 Şubat 1877 de dönemin padişahı
Abdülhamit, Mithatpaşa'yı görevinden azlediyor ve böylece Osmanlı
İmparatorluğu yeniden 30 yıl sürecek olan katı bir
mutlakiyet yönetimine geri dönüyordu.
Abdülhamit döneminin resmi ideolojisi
Pan-İslamizm idi. Bu ideolojinin temelinde Batı
karşıtlığı yatıyordu. Bu ideolojiyi benimseyenler
Batı tekniği ile sermayesini kabul ederlerken tüm Batılı
düşünceleri şiddetle yadsıyorlardı. Bu yüzden, basın
ve yayına giderek inanılmaz boyutlara ulaşan bir sansür
uygulandı. Ne var ki tüm önlemlere karşın basın ve
yayın yine de belli bir gelişme gösterdi ve okur sayısı
önemli ölçüde arttı. Örneğin kadın okur sayısı
Tanzimatın son yıllarına oranla yüz katına
ulaştı. (Bkz. B. Caporal, a.g.y. s.66) Kadın basını
gelişip kadın dersleri yayınlanmaya başlandı. Bunlara
örnek olarak Hanımlara mahsus gazete, İnsaniyet, İnci,
Hanımlar, Hanımlara Mahsus Malûmat gibi basın
organlarını sayabiliriz.. Bu dönemin yazıları
yayınlanan ünlü kadın yazarları da Fatma Aliye, Emine Semiye,
Nigar Hanım, Makbule Leman, Fahrünnisa hanım, Hamiyet Zehra ve
Keçe-cizade İkbal hanımlar idi. Ne var ki bu dönemde
kadınların siyasal hakları hiçbir şekilde söz konusu
olamıyor, çıkan yazılarda genellikle «iyi bir anne, iyi bir
eş, iyi bir müslüman» olma motifi işleniyordu. (Bkz. a.g.y. s.66-67)
Osmanlı - Türk toplumunda belli bir
Aydınlar azınlığının gerçekleştirdiği
başarılar, o dönem Osmanlı toplumu içindeki kadın
hareketlerine gerçek bir hız vermek için yeterince kuwetli değildi.
Ayrıca cephelerdeki yenilgi ve iç güçlükler, büyük kitlelerin ve özellikle
kadınların daha iyi yaşam koşulları için
savaşmalarını engellemek üzere nedenler olarak
kullanıldı. 1889'da yenilgi ile sonuçlanan Türk-Rus
savaşından sonra II. Abdülhamit bir fermanla halktan olan
kadınların yaşmak ve ferace giymelerini yasakladı. Böylece,
artık yaşmak ve ferace giymek yalnız saraylılar için sözkonusu
oluyordu. Bu garip karar, Osmanlı kadınlarının kara
çarşafı sokak giysisi olarak kullanmalarına yol açtı. Yani
çarşaf ancak 19. yüzyıl sonlarında bir giysi olarak kabul
edilmiş oldu.
Aslında Osmanlı
İmparatorluğunda kadın için yaşam, türlü sınırlamalar
içinde varolmayı sürdürmek demekti. Ama, Osmanlı egemenliği
altında kadınların tümüyle edilgin birer araç
olduklarını varsaymak bir yanılgı olur. Yukarda örnek
olarak verdiğimiz aydın kadınlar, daha iyi ve daha çok
eğitim görmek, poligaminin ve hülle yoluyla boşanmanın ortadan
kaldırılmasını sağlamak, erkeklerle eşit haklara
sahip olmak için 19. yüzyılın son çeyreğinde ve 20.
yüzyılın başlarında savaşımlarını
sürdürdüler. Örneğin 1896'da Ahmet Cevdet Paşa'nın
kızı olan Fatma Aliye hanım roman ve makalelerinde hep
kadın sorununu işledi. Çok karılılığı bir
doğa yasası olarak kabul eden Mahmut Esat Efendiye karşı
sürdürdüğü polemiklerle ün kazandı. Fatma Aliye hanım daha sonra
da Nisvan-ı İslâm adlı bir kitap yayınladı.
Böylece Osmanlı toplumunda kadının durumu sorunu ilk kez bir
kadın tarafından ayrıntılı bir şekilde ve çözüm
önerileriyle birlikte ele alınıyordu.
1899 sıralarında ise Hanımlara
Mahsus Gazete'de Rasime Hanım, «Kadın Terbiyesi»
başlıklı bir yazısında şunları söylüyordu:
«Hakiki iffet ve edeb ahkâmının umumî cereyanı,
kadınları evde oturmaya, bir yere çıkmamaya veya
çıktıkları zaman, sıkıca örtünmeye davet etmekten
ziyade, ıslâh ve tenviri fikirlerine hizmet etmelidir.» (Bkz. N. Arat, Kadın
Sorunu s. 74, 75)
II.
Meşrutiyet
Dönemi başlangıçta anlatım özgürlüğünü de birlikte
getirdiği için, tüm özgürlük biçimlerinin bu arada kadınlara
ilişkin sorunların da çok yoğun bir şekilde
tartışıldığı bir dönem olmuştur. 1909 -1918
yılları arasında kadınlara ilişkin sorunları
inceleyip çözümler getirmeye çalışan ve canlı bir
tartışma ortamının organları olarak
karşımıza çıkan çok sayıda gazete ve dergi görüyoruz.
Örneğin, Kadın, Kadınlar Dünyası; Kadınlık,
Osmanlı Kadınlar Alemi, Kadın Kalbi v.b.g. Bütün bu dergilerde
kadınlar yazar hatta yönetici olarak görev almışlardı.
Nitekim, Kadınlık dergisinde Nigar hanımı Osmanlı
Kadınlar Alemi dergisinde ise Feriha Kâmran hanımı
tanınmış yazarlar olarak buluyoruz. (Bkz. B. Caporal, a.g.y.
s.77)
II. Meşrutiyet döneminde kadın sorunu
karşısında değişik tutumlar takınmış
olan ve etkilerini günümüz Türkiye'sinde de hâlâ duymakta olduğumuz üç
ideolojik akımla karşılaşıyoruz:
İslamcılık, Batıcılık ve Türkçülük.
İslamcılar kendi işlerinde üç gruba
ayrılıyorlar:
1.
Derviş Vahdetînin başını çektiği İttihad-ı
Muhammedi grubu. Yayın organları Volkan.
2.
Şeyh-ül İslâm, Mustafa Sabri ve Musa Kâzım efendilerin
yönettikleri Cemiyet-i İlmi-yye-i İslâmiye grubu. Yayın
organları Beyan-ûl Hak.
3.
Sonradan tutuculaşarak Sebilûrreşat adını
alan, başlangıçta reformist eğilimli Sırat-ı
Müstakim dergisi çevresinde toplanan ve aralarında
Sait Halim Paşa, Mehmet Akif, Aksekili Ahmet
Hamdi ve Mihrettin Aru-si'nin bulunduğu İslamcı grup.
(Bkz. 3. Caporal, a.g.y. s.79)
İslamcıların tümü de Batı
uygarlığının bilimsel ve teknik yönünün belli bir ölçüde
ödünç alınabileceğini; ancak İslâmın kültürel ve dinsel
yönü, Batf nınkinden çok daha üstün ve zengin olduğu için, bu
alanların şiddetle korunması gerektiği
görüşündeydiler. Bu arada, Müslüman Osmanlı kadını da
modernleşmeye, Avrupai yaşam biçiminin etkisine karşı
korunmalıydı. Nitekim Musa Kâzım gibi bazı
İslamcılar, kadınların giyim konusunda biraz özgürlük
kazanmaları ve erkeklerinin yanında sokağa çıkmaları karşısında
«Devletin dini İslâmdır. Hükümet, Şeriatı çiğneyenleri
cezalandırmalıdır» yaygaralarıyla hükümete başvurup
çarşaf giymeyi zorunlu kılan bir yasanın
çıkarılmasını istediler. Mehmet Akif, çarşaf
çıkarma isteğinin bir bahane olduğunu, Osmanlı kadınının
Batılı değer ve adetleri ve Avrupalı hemcinslerinin
özgürlüklerini isteyip benimseme tehlikesiyle karşı karşıya
bulunduğunu öne sürmekteydi. İslamcılar çok eşliliği
ve tek yanlı boşanmanın yasallığını savunup
kadınların yalnızca ev işleriyle uğraşmaları
gerektiğini vurgulu-yorlardı. Örneğin, Mustafa Sabri,
kadınların yönetimde söz sahibi olmaları kesinlikle
olanaksızdır derken Sait Halim Paşa da kadınlara özgürlük
ve yönetime katılma hakkı veren uygarlıkların batıp
gittiklerini dile getiriyordu. (Bkz. B. Caporal, a.g.y. s.82,83)
Batıcı akımın
yandaşları da kendi içlerinde köktenciler ve ılımlılar
olmak üzere ikiye ayrılıyorlardı. Köktenciler din ve devlet
işlerinin ayrı şeyler olduğunu savunuyor; Osmanlı
İmparatorluğunun çöküşünün gerçek nedeni ve sorumlusu olarak
İslâm dinini suçluyorlardı. Bunlara örnek olarak ozan Tevfik Fikret'i,
İttihat ve Terakki Derneği üyelerinden Doktor Niyazi'yi ve Türk
Kadınlığının Tereddisi adlı kitabın
yazarı Selahattin Asım'ı sayabiliriz. Laiklik konusundaki
görüşleri gözönüne alındığında, İttihat ve
Terakki Derneği kurucularından Doktor Abdullah Cevdet de belki bu
grup içine sokulabilir.
Ilımlı Batıcılara gelince,
onlar Osmanlı İmparatorluğunun içine düşmüş
olduğu durumun sorumlusu olarak ulemayı suçlamaktaydılar. Onlara
göre, İslâmın kendisi hiçbir zaman ilerlemeyi engellememiş ama
hep yanlış yorumlanıp yobazlar ve fırsatçılar
tarafından sömürülmüştü. İslâm işte bu
gibilerin yüzünden «bir boş inançlar
bataklığı haline» gelmişti. (Bkz. Capo-ral, a.g.y. s.87,88)
Bu yüzden eğer içine düşmüş olduğumuz bunalımdan
kurtulmak istiyorsak İslâm bir reformdan geçirilmeli, Batı
uygarlığı teknik yönüyle benimsenmeli ama Batı'nın
kültürüne karşı kendi Türk-İslâm kültürümüz şiddetle
savunulmalıdır.
Oysa köktenci Batıcılar için
bunalımdan çıkış yolu, Batının yalnız
uygarlığıyla değil, dinsel ve kültürel değerleriyle de
benimsenmesi, bir düşünsel -dinsel devrimin gerçekleştirilmesine
dayanmaktadır. Bu yüzden İslama dayalı eski değerler
dizgesi yadsınıp Batı'nın laik değerler dizgesi
benimsenmelidir.
Bu gruba giren düşünürlerden Selahattin
Asım, Türk Kadınlığının Tereddisi (1905)
adlı kitabında Türk kadınının çarşaf giyme,
kadını kapatma, çok - eşlilik, boşama, miras, kölelik vb.
gibi konulara ilişkin dinsel kökenli yasalar ve töreler yüzünden
ağlanacak duruma düştüğünü, çok uzun süredir dinsel
kurumların baskısı altında ezildiği için, doğal
niteliklerini yitirip yozlaş-tığını dile getirir. Ona
göre bu yasa ve töreler yalnız Türk kadınlarının
değil, Türk erkeklerinin de gerileme ve yozlaşmalarına neden
olmuştur. (Bkz. B. Caporal, a.g.y. s.88,89) İşte bu yüzden, «bu
alandaki dinsel normların, kuramların, yargılar ve ilkelerin
tümü, hem uygarlık hem de Türk kadını, Türk halkı
adına reddedilebilir ve reddedilmelidir.» (Bkz. a.g.y. s.89)
II. Meşrutiyet dönemi içindeki üçüncü
ideolojik akım, Türkçülük akımıdır. Başta gelen Türkçüler
arasında Ziya Gökalp'i, Hamdullah Suphi Tanrı-över'i, Halim Sabit
Şibay'ı ve Mehmet Emin Yurdakul'la Halide Edib Adı-var'ı
sayabiliriz.
Ziya Gökalp'in öncüsü olduğu bu düşünce
akımı önce Selanik'te Genç Kalemler ve Yeni Felsefe
Mecmuası dergilerinin yazarları arasında doğup Yeni
Hayat akımı adını aldı. Yeni Hayat Akımı'na
bağlı düşünürler de kendi içlerinde iki ayrı gruba
ayrıldılar. Birinci grupta materyalist ve sosyalistler, ikinci grupta
ise ülkücü ve ulusçular yer aldı. İlk grup kısa sürede
dağıldı. İkinci grup ise, asıl Türkçülük
akımının çekirdeğini oluşturdu. Ziya Gökalp 1912'de
Selanik'ten ayrılıp İstanbul'a geçmiş ve Türk
Ocağı adlı bir dernekte yerleşmiş bazı
Pan-Türkistlerle işbirliği yapmıştı. Bu
Pan-Türkistle-rin yayın organları Türk Yurdu dergisi idi. Ziya
Gökalp ve arkadaşları Pan-Türkistlerle her konuda ayrı
görüşleri savunmalarına karşın bir işbirliğine
giriştiler.
Türkçüler Osmanlı İmparatorluğunun
çöküş nedeni olarak müslümanla-rın değişen koşullara
uymamalarını, yeniliklere karşı olmalarını
gösteriyorlardı. Onlara göre, İslâm, ulusal kültürleri baskı
altında bırakıp zayıflamalarına neden olmuştu.
Oysa ulusal kültürün yeniden canlandırılması gerekiyordu.
Nitekim Ziya Gökalp için kalkış noktası kültür
kavramıydı. O, kültürü uygarlık kavramından kesinlikle
ayırıyordu. Batı uygarlığını ise
değişik kültürlerdeki ulusların oluşturduğu bir
uygarlık olarak görüyordu. Ona göre, Batı
uygarlığını benimsemek, Türk kültürünü yadsımak
anlamına gelmemekteydi. Tersine Türkler Batı
uygarlığına geçtikleri zaman, ulusal kültürleri ve onun bir
parçası olan İslâmi değerlerle Batı
uygarlığının zenginleşmesine katkıda
bulunacaklardı. (Bkz. a.g.y. s.93-94) Bu genel düşünce çerçevesi
içinde Ziya Gökalp'te kadın sorunu toplumbilim açısından
değil de daha çok yazınsal bir tema olarak işlenmiştir.
Başlangıçta şiirlerinde kadın özgürlüğü ve kadın
- erkek eşitliği temasını işleyen Ziya Gökalp 1917'den
sonraki yapıtlarında Türklerde aile kurumunun evrimini irdelerken
kadın sorunu üstünde daha ayrıntılı bir şekilde durmuştur.
O, Türk ailesinin evrimini «boy», «il», «konak» ve
«yuva» dönemlerini içeren dört ayrı aşamada inceler. «Boy»larda
kadınların hakları ilke olarak erkeklerininkine eşittir.
Çocuklar anneye aittir. Ama kadın, bu anaerkil düzenden yeterince
yararlanamaz. Çünkü hukuksal açıdan her türlü yetke «dayı»ya aittir.
Birçok «boy»un bir araya gelerek
oluşturdukları illerde evsel yaşam özerklik kazanır. Aile,
siyasal örgütten ayrılıp toplumsal bir birim olarak kendisini
gösterir. Gökalp, İl'lerde atalara tapınma olgusunun da ortaya
çıktığını ama bu olguda yalnız erkek
atasının değil, kadının atasının ruhunun da
yer aldığını vurgular. Bu yüzden, Gökalp'e göre, bu dönemin
Türk devletlerinde ailede yetke, eşit olarak anne ve baba tarafından
paylaşılır.
«Konak» aşamasına gelince, bu aşama
İslâmiyet'in Türkler tarafından kabul edilmesinden sonra görülür. Bu
aşamada Türkler İslâmi benimsedikleri için, Türk adetleri ortadan
kalkar; Arap ve İran uygarlıklarıma Bizansın etkisi Türk
aile yapısını büyük ölçüde yozlaştırır. Kadınlarla
erkekler arasındaki ayrılığın çarpıcı bir
simgesi olan «konak»larda kadınlar kendilerine ayrılan «harem»
dairelerinde Osmanlı kadınının yazgısı haline
gelen aşağı bir durum ve konumda yaşarlar.
Türk ailesinin evriminde dördüncü dönem ise,
Osmanlı İmparatorluğunda IX. yüzyılda
başlamıştır. Dine dayalı geleneksel toplumsal
kurumların bu arada da ailenin eleştirel bir tutumla ve bilimsel
açıdan ele alındığı bu dönemde ailenin niteliği
yavaş yavaş değişmiştir. Ekonomik gereksinmeler
kadının aile dışına çıkmasına ve
babalık yetkesinin tartışılmasına yol
açmıştır. Bu nedenle «konaMar artık yerlerini Ziya
Gökalp'in «tek-eşli aile barınakları» diye
adlandırdığı «yuva»lara bırakmışlardır.
(Bkz. a.g.y. s.98,99)
Ziya Gökalp'in bu düşünceleri 1917 Aile
Kararnamesinin çıkmasında etkili olduğu gibi, döneminin
yazarlarını ve daha sonra Atatürk Devrimini büyük ölçüde
etkilemiştir. Örneğin, o dönemin aydın kadınlarından
Halide Edib, yapıtlarında kadınları
çarşaflarını asmış, konak duvarları
arasındaki tutsaklıktan kurtulup eşiyle birlikte ülkesinin
kalkınmasına katkıda bulunan kişiler olarak
betimlemiştir. Ne var ki o, kadın - erkek eşitliğini
savunduğu ve bir kadın olarak bu tür sorunları ele alıp işlediği
için tutucu çevrelerin ağır saldırılarına
uğramıştır. (Bkz. a.g.y. s.100)
Kadının kurtuluşu konusundaki tüm bu
düşünceler, zorlu karşı-çıkışla-ra ve
Batılılışmaya karşı direnişlere rağmen
aydınlar arasında yandaş buldukları için gerçek yengilerine
Atatürk Devrimiyle sınırlı bir ölçüde de olsa kavuşacaklar
ve Cumhuriyetle birlikte gelişip çiçekleneceklerdir.
B. Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet
Dönemi İçinde Kadına İlişkin Etkinlikler
Türk kadınının yazgısı
belli bir dönemde Cumhuriyetle birlikte değişmiştir,
denilebilir. Birinci Dünya Savaşından yenik, yorgun ve tükenmiş
bir durumda çıkan Osmanlı İmparatorluğu, Batı'nın
deyimiyle «Hasta adam», Ulusal Kurtuluş Savaşının
liderliğini üstlenen Mustafa Kemal'in askeri dehası ve yılmayan
çabaları sonunda yerini genç ve dinamik Türkiye Cumhuriyetine
bırakmıştı. (Bkz. N. Arat, Kadın Sorunu s.76)
Osmanlı İmparatorluğunun çöküşü
ve bu olayın etkileri kadınları özgürleştirme
girişimlerini bir ölçüde yavaşlatmıştı ama büsbütün
yok edememişti. Örneğin Maarif Nazırı Ali Kemal,
İstanbul Darülfünununda kadınlara özgü ilk dersleri 19 Mart 1919'da
Felsefe Fakültesinde başlamıştı. Bu derslere devam eden
kız öğrencilere dersler sırasında yüzlerindeki peçeleri
kaldırma izni de verilmişti. (Bkz. N. Abadan Unat Türk Toplumunda
Kadın, s.12) Bu arada Yunanlıların İzmir'e,
İngilizlerin İstanbul'a, Fransız ve İtalyanların Güney
Anadolu'ya girişleri Türk kadınlarını erkekleri ile
birlikte yurt savunmasında etkin rol almaya ve ilk kez bu tür siyasal
eylemciliğe yöneltti. Nitekim Türk kadınları İstanbul'da
işgalci emperyalist güçlere karşı düzenlenen mitinglere
katıldıkları gibi, Mustafa Kemal'in Anadolu'da
oluşturduğu Kuva-yi Milliye'de de erkekleri gibi etkin bir
şekilde çalıştılar. Bu yüzden, Türk Kurtuluş
Savaşını Türk kadınının kurtuluşu için bir
dönüm noktası olarak kabul edebiliriz. Çünkü Anadolu'daki ölüm-kalım
savaşında Halide Edib gibi aydın kadınlarla birlikte tüm
köylü kadınlarımız silah ve yiyecek sağlanması
konusunda canla başla çalışmışlardır.
Kadınlarımız bu dönemde yalnızca sosyal yardım
üstünlükleri için örgütlenmekle yetinmemişler, Sivas'da Anadolu
kadınlarımızın Müdafaaî Milliye Teşkilatını
kurarak (9 Eylül 1919) Mustafa Kemal'in güttüğü siyaseti desteklediklerini
somut bir biçimde göstermişlerdir. Nitekim bu örgüt Amasya, Kayseri,
Niğde, Erzincan, Burdur, Konya, Denizli ve Kangal'da da şubeler
kurmuştur^ (Bkz. N. Abadan Unat, a.g.y. s.12) Türk
kadınlarının bu etkin çalışmalarını Atatürk
3 Şubat 1923'te İzmir'de verdiği bir söylevde şöyle
belgelemiştir: «Kadınlarımız bundan sonra haremlere
kapatılmayacak, gizlenmeyecek, yüzlerini ört-meyeceklerdir. Çünkü bu tüm
ülkenin daha çok acılar çekmesine neden olacaktır. Türk
kadınları ulusal bağımsızlığımız
için savaş boyunca cesaretle dövüşmüşlerdir. Bugün onlar özgür
olmalı, eğitim olanaklarından yararlanmalı,
erkeklerimizinkine eşit bir düzeye çıkarılmalıdırlar.
Çünkü buna layıktırlar. Dünyanın hiçbir yerinde hiçbir
milletinde, Anadolu köylü kadınının fevkinde kadın mesaisi
zikretmek imkânı yoktur ve dünyada hiçbir milletin kadını, 'ben,
Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi
halâsa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar himmet gösterdim'
diyemez» (Bkz. N.Arat, Kadın Sorunu, s.78)
Bu sözler, Türk kadınlarının büyük
potansiyel gücünü kavramış onların yeni Türkiye'nin
bağımsızlık ve saygınlığı için gerekli
temeller olduklarına yürekten inanmış büyük bir siyasal liderin
ilerde kadınlara ilişkin olarak gerçekleştireceği
devrimleri de müjdelemektedir. Zaten Mustafa Kemal yaptığı
çeşitli yurt gezilerinin hemen hemen hepsinde özellikle kırsal
alanlarda hep eşitlikçi önlemlerden yana olduğunu dile getirip Türk
kamuoyunu köklü değişikliklere hazırlamaya
çalışmıştır. Ne acı ki, ilk Türkiye Büyük Millet
Meclisi'nin türdeş olmayan yapısı bu köklü
değişikliklerin geciktirilmesine neden olmuştur. Meclisteki
ilerici kesimin temsilcisi olan Tunalı Hilmi Bey gibi sözcüler birkaç kez
Türk kadınının eşitlik özlemlerini yasal önlemler haline
getirmeye çalıştıkları halde, kasabalı esnaf ve küçük
memurlardan oluşan tutucu çoğunluk tarafından engellenmişlerdir.
Mustafa Kemal, ancak Cumhuriyet Hükümetinin Tek Adam olarak en güçlü
kişisi haline geldikten sonra, planladığı devrimleri
gerçekleştirebilmek üzere harekete geçmiş, uzun vadeli evrimci
güçlerin sonucunu bekleyerek zaman yitirmek istemediği için, yasama
etkinliğini toplumsal değişimin itici gücü olarak kullanmaya
başlamıştır. (Bkz. N. Abadan Unat, a.g.y. s.15) İlkin
devrimleri engelleyebilecek kurumların etkisiz duruma getirilmeleri
gerektiğinden Mustafa Kemal 1 Mart 1924'teki bir söylevinde
gerçekleştireceği eylemlerin stratejisini şu sözcüklerle belirlemiştir:
«Önemli olan sorun, hukuk anlayışını, yasaları, adalet
örgütünü toplumsal yaşayışın uyması gereken
çağ koşullarıyla uyuşmazlık içinde olan ilkelerden kurtarmak
sorunudur. Aile hukukunda, medeni hukukta izlenecek yol ancak, Batı
uygarlığının hukuksal yönü olabilir. Yarı önlemlerle,
yüz yıllık inançlara bağlılıkla izlenecek yol,
ulusların uyanışının karşısına
çıkan en büyük engeldir.» (Bkz. Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri c.
1. s.317)
Bu söylevden sonra 3 Mart 1924'te Halifelik
kaldırılmış; yine aynı tarihte Öğretim
Birliği Yasası kabul edilmiştir. 8 Nisan 1924'te çıkan bir
yasayla Şeriat Mahkemeleri kapatılmış, 25 Kasım
1925'te Şapka Devrimi yapılmıştır. 26 Aralık
1925'de ise uluslararası takvim ve saat kabul edilmiştir. 4 Ekim
1926'da yürürlüğe giren Türk Yurttaşlar Yasası (Medeni Kanun)
ise çok karılılığı yasadışı ilan
etmiş, kadın ve erkeğe eşit boşanma hakkını
tanıyıp kadınların özgürlük ve eşitliklerine biçimsel
bir güvence sağlamıştır. Eskisinden farklı olarak
çocukların gözetimi ana babanın her ikisine, ölüm halinde ise
çocuğun velayeti geride kalan eşe verilmiştir. Boşanma
halinde çocuğun velayetinin ana babadan hangisine verileceği
yargıç takdirine bırakılmıştır. Mirasta tam bir eşitlik
ilkesi kabul edilmiş. Evlenmelerin geçerli olabilmesi için gelinin
hazır bulunması koşulu getirilip vekalet yoluyla nikâh
kıyma geçersiz kılınmıştır. Tanıklık
konusunda cinsler arasında eşitlik ilkesi kabul edilmiştir.
(Bkz. N.Abadan Unat, a.g.y. s. 15)
Yurttaşlar yasasının kadın
haklarına ilişkin olarak getirdiği yenilikler Anayasayı da
etkilemiştir. 9 Nisan 1928'de din ve devlet işlerini ayıran
laiklik ilkesinin kabulünden ve 1 Kasım 1928'deki Harf Devriminden sonra 3
Nisan 1930'da kadınlarımıza Belediye Meclislerine seçme ve
seçilme hakkı verilmiştir. 5 Aralık 1934'de Milletvekili seçme
ve seçilme hakkı ile birlikte Türk kadınlarına eşit
yurttaşlık hakları tanınmıştır. Bu tarihsel
bir adım, Türk ve İslâm kadınının yazgısında
değişiklik yapacak büyük bir atılımdı. Atatürk bu
konudaki düşüncelerini şöyle dile getiriyordu: «Bu kararla Türk
kadınları, siyasal ve sosyal alanda pek çok Batı ülkelerindeki
kadınlardan daha üstün bir durum kazanmışlardır. Bundan
sonra, peçe altında, kafes ardında kadın kalmayacaktır.
Türk kadınları bugün en önemli haklarını
kazanmışlardır. Bundan ötürü, ben, bu kararı en önemli
reformlarımızdan biri sayıyorum.» (Bkz. N. Arat, a.g.y. s.88) Bu
yeniliğin sonucunda 1 Mart 1935'te açılışı
yapılan 5. Dönem Büyük Millet Meclisinde 18 kadın milletvekili erkek
arkadaşlarının yanında yer almıştır. Ne
yazık ki bu dönemden sonra Büyük Millet Meclisine bir daha hiç bu kadar
çok sayıda kadın milletvekili girememiştir. Bunun nedenlerinden
birinin 1946 yılında çok partili seçim sistemine geçiş
olduğu söylenebilir. Çok partili rejim, seçimlerde kadınlar için
tercihli seçme sistemini değiştirdiğinden seçim
kampanyalarına katılan kadın sayısı kadar parlamentoya
giren kadın sayısı da giderek azalmıştır. Bu
azalmanın bir başka nedeni ise, örneğin Şirin Tekeli'ye
göre, Atatürk'ün yaşadığı süre içinde kadınların
siyasal durumlarının salt simgesel bir durum oluşudur.
Atatürk gerçek bir demokratik sisteme duyduğu inancı kanıtlamak
için, Türk kadınlarına siyasal haklarını vererek
Batıya Türkiye Cumhuriyetini Batılı demokrasilerin çoğundan
daha ileri bir düzeye yükseltmiş olduğunu göstermek istemiştir.
Yani Türk kadınları, tüm Müslüman ülkelerdeki
kızkardeş-lerinden hatta Batıdaki örneğin Fransız,
İtalyan ve İsviçreli kadınlardan daha önce elde ettikleri
siyasal haklarını gerçek bir çaba sonucunda değil, büyük önder
Atatürk'ün bir armağanı olarak kazanmışlardır.
Atatürk Devriminin kadınlarla ilgili olan
yanının ereği, gerçekte Türk kadınını
yüzyıllar boyu yalnız kuşakların sürdürülmesini
sağlayacak bir araç ve erkeğin malı kabul eden görüşü
sarsmaktı. Onun en büyük özlemi, Türk kadınlarına eşit
fırsat ve eğitim olanakları sağlayacak onların
doğuştan taşıdıkları yeteneklerini
geliştirme, onlara siyasal haklar tanımak suretiyle kamu işlerine
karşı meraklarını uyandırmaktı. (Bkz. N.Arat,
a.g.y. s. 106)
Atatürk Devriminin, bu Devrime ve
Batılılaşmaya candan inanmış seçkin bir
sınıfın desteğine karşın, büyük kentlerin
dışındaki yerlerde özellikle kırsal kesimde büyük bir
kitleyi tümüyle değiştiremediği yadsınamayacak bu olgudur.
Sayın Nermin Abadan Unat'a göre, «Seçkinci bir yaklaşımı
benimsemiş olan Atatürk ve İnönü, Öğrenim düzeyinin her
katına büyük önem vermek ve kadınların hukuki statülerini
siyasal katılmaya elverişli bir hale getirmek suretiyle sömürülen bir
kadınlığın kurtuluşunu sağlamanın mümkün
olduğuna inanmışlardı.» Oysa günümüz Türkiye'sinde sosyal
bilimcilerin çoğu, kadının konumunun ancak üretimde
oynadığı rol ve ekonomideki katılma payına göre
irdelenebileceği kanısındadırlar. Bu yüzden, bu sosyal bilimcilere
göre, siyasetle daha fazla ilgilenmek ve siyasal davranış ve
eylemlerinde özerklik ikna edici yöntemlerle gerçekleştirilemez. Çünkü iç
ve dış göç, kentleşme, endüstrileşme Türkiye'nin toplumsal
yapısını sürekli etkilemektedir. (Bkz. N.Abadan Unat a.g.y. s.21,22)
Bu etkiler altında durmadan devinen ve değişen toplumsal
yapı, Türk kadınlarının konumlarında da sürekli bir
devingenliğe neden olmaktadır. Bu devingen süreç içinde her kesimde
daha özgür, bağımsız, sorumlu ve siyasal etkisi yoğun
kadınların sayısı giderek artmaktadır. Hiç kuşku
yok ki geleceğin Türkiye' sinde kadınlar, günümüze dek
çözülmemiş bulunan sorunlarını kendileri çözümleyecekleri ve
gerçek haklarını arayıp alacakları bir uygarlık
düzeyine ulaşacaklardır.
KAYNAKLAR
Abadan Unat, Nermin (derleyen)
Türk Toplumunda Kadın genişletilmiş ikinci bası,
Araştırma,
Eğitim, Ekin
Yayınları İstanbul, 1982
Arat, Necla, Kadın Sorunu,
istanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi yayını No. 2776
İstanbul,
1980
Caporal, Bernard, Kemalizmde ve
Kemalizm Sonrasında Türk Kadını, Türkiye İş
Bankası Kültür
Yayınları
Ankara, 1982
Tekeli, Şirin, Kadınlar
ve Siyasal Toplumsal Hayat, Birikim Yayınları, İstanbul, 1982