İNSAN
VÜCUDU
İnsan vücuduna çok değişik
açılardan bakma olanağı vardır. Tanrının en soylu
yaratığı olarak hayranlık duyabileceğimiz gibi, ruhun
tutsağı olarak hor görebilir, bir aşk şatosu olarak
tapabilir, günahlarımızın kaynağı olarak korkabilir ya
da üzerinde bilimsel çalışmalar yapılan bir nesne olarak
gözlemleyebiliriz onu. Ancak tüm bu yaklaşımlarda da
görülebileceği gibi, vücudumuza ilişkin her şeyin tutum ve
isteklerimizi etkilediği kesin bir gerçektir.
Çoğu toplumlar, insan vücuduna, özellikle de
onun cinsel işlevlerine karşı bayağı olumsuz bir tutum
gösterirler. Örneğin bu durum kendisini: 'açık saçık uygunsuz
giyim', 'kötü film ve kitaplar' suçlamasıyla okullarda cinsel
eğitimin yapılmasına karşı çıkma biçiminde
gösterebiliyor. Öte yandan, çıplaklık ve cinsellik
salgınının uygarlığımızın temelini
saran bir tehlike olduğu yaygın inanışı da etkin olmaktadır.
Bununla birlikte, birkaç bin yıldır
süregelen Batı uygarlığı, hiç kuşkusuz, her dönemde
böyle sorunlarla boğuşmak zorunda kalmamıştır. Eski
Yunanlılar ve Romalılar döneminde çıplaklık
alışılmış, olağan bir görünüm
taşıyordu. Atletler cimnazyumda çalışmalarını
çıplak olarak sürdürürken, başta olimpiyatlar olmak üzere tüm spor
karşılaşmalarında çıplak sporculara
rastlanıyordu. Resmi ve özel kurumlar, çıplak erkek ve kadın
yontularıy-la, resimleriyle süslenirdi. Kısacası
çıplaklık ve cinsel görünümler büyük bir hoşgörü ve beğeni
dünyası içinde ele alınırdı. Hermes ve Priapus gibi
Tanrıların yontuları, özellikle sertleşme halindeki penis,
bereketin ve gücün simgesi olarak benimsenmişti. Cinsel organları
simgeleyen sanatsal biçimler bir şans ve süs eşyası olarak
kullanılır, güldürü oyuncuları, kostümlerine bir de büyük penis
ekleyerek sahneye çıkarlardı. Öyle ki, o dönemde günümüz ile
karşılaştırılamayacak ölçüde az engele
rastlanırdı.
Bugün birçok insan bu talihsiz değişimin
sorumluluğunu Hıristiyanların doğuşunda
bulmaktadır. Hatta kimi Hıristiyan yazarlar, yazılarında bu
gerçeği benimsemiş görünüyorlar. Öte yandan kimi görüşler de
olayı epeyce basitleştirerek Hıristiyanlığın insan
vücuduna karşı tutumunun ancak birkaç yüzyıl öncesine
inebileceğini, ondan önceki dönemlerde ise konunun kilisede açık bir
biçimde ele alındığını söylemektedir bize.
Örneğin, kendi kendine doyuma karşı değişmez ahlak
anlayışı ya da çocuğun masum olduğu düşüncesi
çerçevesinde, onun cinsel bilgilerden korunması gerektiği
düşüncesi, 18. yüzyıldan önce izlenmemişti. 16.
yüzyılın başlarında, Hollandalı büyük hümanist
Erasmus, çocuklar için cinsel bilgilerden tutun da, evlilik öncesi ve evlilikte
cinsel bilgilere, gebelik, doğum, fahişelik,
hadımlaştırma, cinsel uyarılar ve zührevi hastalıklara
varıncaya değin tüm cinsel konuları işleyen yapıtlar
veriyordu. Ancak bu metinler daha sonraki yüzyıllarda çocuklar için fazla
kapsamlı ya da uygunsuz yazılar olarak görülmeye başlandı.
Günümüz kültüründe yaygınlaşan
çıplak insan görünümüne karşı kızgınlık ya da
utanma duygusu, gerçekte yakın zamanlarda ortaya
çıkmıştır. Ortaçağ Avrupa'sında
çıplaklık, bir ahlak sorunu olarak görülmüyordu. Aileler aynı
odada, çoğu kez aynı yatakta çıplak olarak yatıp
kalkıyorlardı. Hanlarda ve başka konaklama yerlerinde
yabancı konukların, hatta hemcins olanların birlikte
uyumaları doğal karşılanırdı. Üstelik
yatağını paylaşmak ya da giysilerini çıkarmak
istemeyenlerden kuşkulanılır hatta hastalıklı
oldukları düşünülürdü. Her yaşta erkek ya da kadın, dönemin
gözde buluşma, söyleşme yerlerinde ya da hamamlarda çtplak olarak
görülürdü. Özel kutlama günlerinde ise bir tören havası içinde güzel
vücutlu kızların geçişleri izlenirdi. Hatta kimi zaman rahipler
bile dinsel törenlerde çıplak olarak görülebilirdi.
Frengi salgınının görüldüğü 16
ve 17. yüzyıldan sonra orta sınıfların (Gerçekte
bu, orta sınıfların doğuşu, burjuvazinin görülmeye
başladığı dönemdir, (çev.) ) doğusuyla birlikte
çıplaklık, yani müstehcenlik, açık saçıklık olarak
nitelenmeye başladı. İnsanın bedensel işlevlerine
karşı tüm tutumlar değişti. Artık yakın
dostluklar, iğrençlik ve sağlıksız ilişkiler olarak
değerlendiriliyor ve şiddetle karşı
çıkılıyordu. Halkın aynı tabaktan yemesi, aynı
bardaktan su içmesi uzun sürmedi. Parmaklar yerine çatal ve bıçak kullanılmaya
başlanırken, varlıklılar da geceleri yatmadan önce pijama
ya da gecelik giyer oldular. Kişi hakları ve
dokunulmazlığı gelişti. Önceleri aynı odada oturulup
yatılırken, sonraları ayrı yatak odaları düzenlendi.
Hamamlar kapatıldı, ırmaklarda ya da denizde erkekler ve
kadınlar için ayrı ayrı yüzme yerleri oluşturuldu. Bir
başka deyişle, artık eskinin, insan vücudunun işlevlerine
olumlu yaklaşımı, yerini anlamsız bir fazilet yarışı
ve gösterisine bıraktı. Hatta 19. yüzyılda toplum öylesine
duyarlı bir hale geldi ki, kazara cinsellikle ilgili bir sözcük duyulsa
hemen ona 'iğrenç!', 'lanet olsun!' damgası vuruluyordu. Öyle ki,
kaba et, göğüs, terleme gibi önemsiz sözlerin kibarca
kullanılması bile hoş karşılanmazdı. Artık
insan vücudu dokunulmazlar listesine alınıyor, giderek bir tabu
haline geliyordu. Batı uygarlığı, dünyayı ele geçirme
çabası içindeyken de unutmadı fazilet dağıtmayı.
Topraklarına el konulan halklara, üstelik onlarda çıplaklık bir
yaşam biçimi olarak benimsenmiş olmasına karşın zorla
o 'ünlü' anlayışlarını aşılamaya
çalıştılar. Gunumuz.de bile,
geçmişteki bu olumsuzluğun etkisiyle kimi Afrika ve Asya ülkeleri,
'uygarlaştır-ma' adına, yurttaşlarını hiç de
alışkın olmadıkları türden giysiler kullanmaya
zorlamaktadır. Bir yandan da bu varsıl ülkeler ve Batılı
ülkeler birçok açıdan eskinin hoşgörülü değer
yargılarını uygulamaya da başlamışlardır.
(Bu gelişmenin tartışmasını daha kapsamlı bir
biçimde kitabın «Cinsellik ve Toplum» başlıktık üçüncü
bölümünde bulacaksınız.)
Çağdaş toplum, bizi büyük ölçüde cinsel
baskı altında tutarken, tüm insanlar için daha insanca bir
yaşama doğru da önemli bir yardımda bulunmaktadır; insan
vücudu ve işlevlerinin bilimsel keşfi.
Eski ve yakın soylarımız bize
biyoloji ve tıp konusunda çok az bir bilgi aktarmışlar,
hastalandıkları zaman ise kocakarı ilaçlarına, boş
inana ya da tümden büyücülüğe bel bağlamışlardır. Büyü
ve gizemli şeylere duyulan inançlar, aynı zamanda onların cinsel
ve üretimsel yaşamlarını da yönlendirmiştir. Örneğin
'aşk iksiri' ile çoğu erkek ve kadın, hiç istek duymasa bile
eşinin kalbini kazanacağına
inandırılmıştır. Bir başka inanışa
göre, gebe kadın, düşünde biriyle birleşirse, bu çocuğunun
kör doğacağı anlamına geliyordu. Kan
dolaşımı, hormonlar, erkek ve dişi üreme hücreleri (sperm
ve yumurta) vb. çağdaş buluşlar üzerine herhangi bir bilgisi
yoktu halkın. Birçok saygın bilimadamı, yalnız erkeklerde
değil, kadınlarda da meni benzeri bir salgının
bulunduğunu, vajinada döllenmenin olabilmesi için de bu
sıvıların karışımının zorunlu
olduğunu savunuyordu. Ayrıca dölütün yaşamaya
başlaması, gebeleğin beşinci ayında anne karnında
tekmelerin duyulduğu sırada gerçekleşiyordu onlara göre.
Daha sonra bu ve benzeri yanlış
anlayışlar çağdaş bilimin gelişmesiyle etkilerini
yitirmiştir. Ancak günümüzde görülen olgular da öyle çabucak ve kolayca
ortaya çıkmamıştır. Kimi biyolojik yasalar ve
hastalıkların kesin nedenleri yüzyıllardan beri sabırla
sürdürülen gözlemler sonucunda aydınlanmıştır. Sonunda,
bilimsel araştırmalar insanları öylesine beklenmedik sonuçlarla
karşı karşıya bırakmıştır ki,
bunları benimsemekte oldukça güçlük çekmişler, hatta bir süre
yadsımışlardır da. Gerçekte bilimsel gelişmeler salt
bu sonuçlarla kalmamış, bizim geleneksel düşün biçimlerimize
dahası, yaşama biçimimize de meydan okumuştur. Son zamanlarda
bunun çarpıcı bir örneği, laboratuvarda insanın cinsel
tepkilerinin gözlemlenmesi sırasında yaşanmıştır.
Bu buluşlar, çok yaygın varsayımların çürütülmesiyle
sonuçlanmıştır. Bir örnek verelim: Kadının cinsel
kapasitesinin en az erkeğinki kadar, hatta bazı görüşlere göre
erkeğinkinden de fazla olduğu savı ortaya
atılmıştır. Açıktır ki, böyle bir
anlayış cinsiyetlerarası ilişkilerin tümden gözden
geçirilmesini gerekli kılabilir. Bu ya da başka önemli gözlemler, çok
derin toplumsal değişimlerle de sonuçlanabilir.
Böyle değişmeler gereklidir belki, ama ne
yazık ki hoşgörüyle karşılanmıyor her zaman. Nitekim
bilimsel gözlemler bu türden tepkiler ve karşı durmalarla çok
karşılaşmıştır tarihte. Bilimadamları ne
zaman basmakalıp düşüncelerden kuşkulansa ya da bunların
yanlışlığını göstermeye kalkışsa-lar,
kendilerine toptan karşı çıkılmış, dahası,
zaman zaman alaya bile alınmışlardır. Zaman zaman da bu
buluşları ortadan kaldırılmaya
çalışılmış ya da hor görülmüştür. Kimi toplumlar
yalnız buluşlara değil, bilimin kendisine de sert tepkiler
göstermiştir. Bugün bile pek çok insan, yaşamın gizemlerini
ortaya çıkaran bilimadamına karşı içgüdüsel bir tepki ve
saygısızlıkla karşı çıkmaktadır.
Gerçekten de, bilimsel yaklaşımın,
şimdiye dek yüceltilerek kutsallaştırı-lan nesnelerin
büyüleyici şalını sıyırıp attığı
için toplum da sarsıntılara yol açtığı
yadsınamaz. Gerçekte bilimsel çalışmaları
görkemleştiren ve böylesine önemli değişimler sunmasına yol
açan, onun incelediği nesneye karşı önyargısız,
herhangi doğru olmayan bir bilgiye uzak duran
yaklaşımıdır.
Bu kendine özgü nesnel tutum; özel bir
duyarlık, bir aydın disiplini, özel bir düşünme yetisi, yani
çağdaş bir yaklaşım ister. Ortaçağda, Antik Yunan ve
Roma'da insan kendisini dünyanın ayrılmaz bir parçası olarak
görür ve kendisini ondan ayırmak istemezdi. Bu haliyle, o ahlaksal ilgi ve
duygularını bastırmıyor, ancak tüm kişiliğiyle
her şeye tepki duyuyordu. O, güneş, dünya ve tüm
yıldızların çevresini sardığı evrenin merkezinde
yaşadığına inanmakla kalmaz, bu evrende yaşayan her
şeyin, kendisi için kişisel anlamları olduğunu ve
bunların her nasılsa kendi yazgısıyla ilgili
bulunduğunu da kabul ederdi. Kimi olaylar karşısında bunu
Tanrıların ya da Tanrının, kendisini ödüllendirmek ya da
cezalandırmak için yaptığını söylerdi. Örneğin,
sağlık dürüstlüğün ödülü, hastalık da günahın bedeli
olarak değerlendirilirdi. Kuralcı ve nedensel yasalar arasında
herhangi bir ayrım sözkonusu değildi. Doğa yasası,
Tanrısal irade tarafından oluşturulmuştu. Yorumu da
doğruluğu da tekti.
Doğa yasası, Tanrının
isteğine göre işliyordu. Çağdaş bilimin
başlangıcı, tarihte açıklama ve doğruluğun ilk
ayrıldığı zaman olarak kabul edilebilir. Sağlık
ve hastalık gibi, güneş ve yağmur, iyi ve kötü ürün,
insanın her zaman görülen davranışları ve ahlaksal
tutumlarına göre bir ödül ya da ceza olarak dikkate alınıyordu.
Bilim, işte insanın üstündeki tüm bu doğaüstü etkileri ve
anlamları çürüttüğü zaman olası göründü. Bundan sonra da
doğa ve benzeri konular üzerine herhangi bir Tanrısal yorum ve insan
ilgisine başvurmaksızın çalışmalarını
sürdürdü.
Bilimadamı, insan bedenine nesnel, yansız
bir anlayışla yaklaşır. Yani tam anlamıyla
gözlemlenebilir, ağırlığı ve uzunluğu
belirlenebilir bir nesne olarak görür onu. Bedenin güzelliği,
günahkârlığı, hatta sağlığı, onun bilimsel
yaklaşımı dışında kalır. Amacı, iyi ya
da kötü olmasına kafa yormaksızın, yalnızca incelediği
nesnenin işlevlerini anlamaktır. Değerini değil, olgunun
kendisini inceler. Başka bir deyişle, bilimadamı bedenin ne
olacağını kurallaştırmaya değil, ne olduğunu
tanımlamaya çalışır. Bedende bir hastalık görürse, bu
hastalığın belirtilerini çıkarır ve nedenlerini
araştırmaya koyulur. Böylece üzerine düşeni
yapmıştır. Hastalığın iyileştirilmesi
başka uzmanların işidir artık. Gerçekte, günümüzde
tanı ve* iyileştirme, tek kişi eliyle yürütülmektedir. Bu görevi
bir doktor üstlenmektedir genellikle. Ancak iyi bir doktorun iki ayrı
işlevi yerine getirdiğini bilmesi ve kimi durumlarda onları
birbirinden ayırması gerekir. Bir bilimadamı olarak sürekli
yoğun biçimde içilen sigaranın hastayı ölüme
sürükleyebileceğini bilmeli,- bir iyileştirici olarak da ona
sigarayı bırakmasını öğütlemelidir. Bu öğüt
yaşamın, sigaradan alınan hazdan daha değerli olduğu
yargısı üzerine kurulacaktır kuşkusuz. Bununla birlikte
hasta, sigara içmeyi sürdürüp kendisini ölüme teslim ederse, doktor, ölen bir
adam üzerinde yalnızca sigaranın etkisini gözlemleyen bir
bilimadamı olarak rolünün kısıtlandığını
görecektir. (Bunun en çarpıcı örneği, ünlü psikanalist Sigmund
Freud'un durumudur. Freud, bir bilimadamı olarak sigaranın kendisini
ölüme götüreceğini biliyordu. Ancak bir iyileştirici olarak onu
bırakmadığı sürece, bilgisinin hiçbir yararı
olamazdı kendisine. Hasta olarak yadsıdı istenileni ve sonuçta
çene kanserinden öldü.)
Olayları bilimsel açıdan
değerlendirmek, bilimle uğraşmayan kişilere güç
gelmiştir oldum olası. Özellikle çağdaş bilimin henüz
geliştiği yıllarda halkın büyük çoğunluğu vurdumduymazlık
içinde, bilimadamlarının araştırdıkları konular
üzerinde ahlaksal yargıların
kısıtlayıcılığını dikkate
almasını yanlış anladı. Örneğin, 16. ve 17.
yüzyılda, bilimadamları, insanın anatomik yapısını
incelemek için cesedi parçalara ayırmak gerektiğini söyleyince herkes
dehşete düştü. Hiç kimse bilimsel çalışmalar için
bilimadamlarına ölülerini vermeyi düşünmediği gibi, bu tür
çalışmaların yasaklanması için de ellerinden geleni
yaptılar. Sonuç olarak pek çok anatomist,
çalışmalarını büyük gizlilik içinde sürdürmek zorunda
kaldı ve mezarlık ya da darağacından ölü alabilmek için
büyük paralar ödedi. (Günümüzde de kimi cinsel araştırmalar gizlilik
içinde başlamış, üzerinde çalışmalar yapılan
sokak kadınlarına da yüksek ödemelerde bulunulmuştur.) Bütün bu
engellemelere karşın, yüzyıllarca süren çalışmalar en
sonunda meyvesini vermiş, insan vücudunun kap-samH bir biçimde
gerçekleştirilen incelemesi, başka çalışmalara da
sınırsız olanaklar kazandırmıştır. Bilimin
kendisi büyük yansızlık ve nesnellik içinde olmasına
karşın, bilimsel bilgilerin ahlaksal amaçlar için
kullanıldığı da olmuştur. Bu yüzden,
hastalıkların iyileştirilmesi ve önlenmesinin önemi
tartışılmaz ama, bu alanda insanın gizil gücünün
gerektiği ölçüde kullanılmasını engelleyen dar, boş
inançlardan ve anlamsız korkulardan sıyrılıp özgürce
davranabilmek de zorunludur.
Bilim, her bir buluşuyla insanın
geleceğini yönlendirmekte ve onun yeteneğine katkıda
bulunmaktadır; bu yüzden tüm insanlık, derin bir saygı duyuyor
bilime. İnsanlığa yaptığı hizmetler için de
minnet duygularımızı sunuyoruz ona Cinsel araştırmalar
alanında son on, on beş yılda çok çarpıcı
gelişmeler görülmüştür. Hemen hemen her gün, üremenin işlevleri
ve cinsellik anlayışı üzerine yeni görüşler ileri
sürülmektedir. Geçmişte bunlar birbirine sıkı sıkıya
bağlıydı ve üstelik pek bir şey bilinmiyordu. Bu yüzden,
insanların denetimi de sınırlı kalıyordu. Cinsel
ilişki üremeye yol açıyor ve birleşme olmaksızın üreme
de gerçekleşmiyordu. Çiftlerin sınırlı sayıda çocuk
sahibi olabilmelerinin yolu, cinsel perhizden geçiyordu; ancak bu da pek kolay
olmadığından, doğan çocukların sayısı bile
unutuluyordu neredeyse. Öte yandan, çok sayıda doğum yapan
kadınlar da çoğu kez ölümle burun buruna geliyor,
yaşamlarını yitiriyorlardı. Bir türlü çocuk sahibi olamayan
çiftler ise kısırlıklarını alınyazıları
olarak görüyorlardı. Zamanla, üreme bilinçli bir seçim
anlayışıyla birleşti, Yani bilimadamlarının üreme
olayını kavramalı, gebeliği önleyici yöntemlerin
gelişmesini sağladı. Günümüzde, istenmeyen gebelikler kolayca
önlenebiliyor artık. Bundan başka, eskiden umutsuz bir sorun olan
kısırlık, şimdi başarıyla
iyileştirilebiliyor. Günümüzde, çocuk sahibi olma, herhangi bir
birleşme olmaksızın, yapay dönllenme yoluyla da
sağlanabilmektedir. Cinsellik ve üremeye ilişkin konuları
birbirinden tümüyle ayırmanın zamanı gelmiştir.
Bu çağdaş gelişmeler, tam bir cinsel
eşitlik için güçlenen istemi destekleyerek büyük toplumsal sonuçlar
doğurmaktadır. Cinsiyetler arasındaki biyolojik ayrımlar,
kadın ve erkeği farklı toplumsal rollere zorlayıcı
yargılar olarak kullanılmaktadır çoğu kez. Böylece
erkekler, 'Kadının görevi yuvasından ayrılmamaktır,
onun yeri çocuğunun yanıdır, bu görevi doğa
yüklemiştir ona' zihniyetini benimsemektedirler. 'Bu doğal görev
dışında herhangi bir göreve yönelmek doğru değildir.'
(İşin garip yani, babalık, açıklanmayan aynı
doğal nedenlere boyun eğmeyi hiç uygun bulmamıştır.)
Bununla birlikte, kadınlar bu kaderci
anlayışın kabuğunu kırarak, bu görevi yapıp
yapmamayı gönüllerince, özgürce belirlemeye
başlamışlardır artık. Öte yandan, toplumdaki genel
değişiklikler de kadınların sözde 'doğal'görevlerinin
ne anlama geldiğini daha geniş bir biçimde gösterdiği içindir
ki, günümüzde bu düşünce, daha çok kaba, ayrıcalıklı
konumlarını haklı çıkarmaya çalışan erkek
ideolojisi tarafından yayılıyor.
Bu olguya hangi gözle bakarsak bakalım,
sürdürülen bilimsel araştırmalar, şimdiki
inançlarımızın çoğunu çürütecektir er geç. Özellikle
cinsellik konusu gündeme gelince, ne denli nesnel ve yansız olmaya
çalışırsak çalı-şalım, hâlâ kimi
önyargıların etkisinden kurtulamadığımız
apaçık görülmektedir. Dahası, çoğu kez gözlemlerimizin henüz
bilmediğimiz önyargılar ve açıklığa
kavuşmamış ahlaksal varsayımlar tarafından nasıl
biçimlendiğini göremiyoruz. Özcesi, şu meraklı
yanımız, doğuştan geldiğini
sandığımız birtakım yanlış alışkanlıklarla
kuşatılmıştır. Oysa biz uzun bir deneyimden geçerek
gelen çağdaş bilimin, tam bir kesinlik ve nesnellikle kişisel
ilgi ve isteklerimize en iyi biçimde hizmet edebileceğini görmeliyiz.
Bilim, insanın üzerinde
çalıştığı her şeyin insan açısından,
Tanrısal görünüşünü çürütmeye başladığı zaman boy
attı. Bu aykırı görünen yaklaşım, sonraları daha
derin anlayışlara kapılarını açmıştır.
Ama bu dar kişisel isteklerimizi aşmaya yönelirsek, öz
gerçeğimizi bulacağımız konusunda umutlanabiliriz.
İşte ancak o zaman gerçek anlamda kavuşabiliriz özgürlüğe.
Bilimin yardımlarıyla, insan vücudunun
işlevlerinin ne olduğu konusundaki doğruları eskisinden
daha fazla insana ulaştırdığı içindir ki, kitle
iletişim araçlarına ve çalışanlarına minnet duyuyor,
teşekkür ediyoruz.
Artık pek çok insan, eski çağların
doktorlarından daha fazla anatomi ve fizyoloji bilgisi edinmiştir.
Ama bu insanlar, ne denli kuramsal bilgileri olursa olsun, herhangi bir
hastalığa kolayca yakalanabilmededirler. İnsan vücuduna
yaklaşımda soylarından ayrılıyorlar; yani kendi
bedenlerine karşı bir soğukluk duyuyor,
alışılmamış ise, kendi bedenine bilimsel açıdan
yaka-şabilmekte, geçmişin tüm verilerinden yararlanmasını
becerebilmektedir.
Günümüz sanayi toplumu, hepimizin üzerinde bir
disiplin kurmaya çalışmaktadır. Bunun etkisiyle olacak,
çoğu kez duygularımızı dile getirmeye, dürtülerimizi
izlemeye ya da enerjimizin zevklerimize göre yönlendirilmesine
yanaşmayız pek. Tak tersine, işimiz söz konusu oldukta, hemen
düzenli ve belirgin bir dinlenme ve zamanı ayarlamak için
geliş-gidiş çizelgesi çıkarmaya koyuluruz. Yani içimizde
doğan istekleri bir anda çıkarmaya koyuluruz. Yani içimizde
doğan istekleri bir anda bastırıverir,
duygularımızı tekdüze bir ortamda körletiriz. Özcesi, kendimizi
iş yaşamının düzenli işleyen aygıtlarına
dönüştürme çabası içinde buluruz. Sonuçta, insan vücudunu bir robot,
bir makine gibi kullanıp, bu vücut-makine'nin tüm işlevlerine
ilişkin artan bilgi ve anlayışımızı da onun
verimlilik hanesine yazmaya başladık.
Ne yazık ki, çoğu insanın bu tutumu
cinsel ilişkilerini de yansımaktadır. Bu, gençliklerinde,
bedensel bakımdan dinç oldukları yıllarda daha açık bir
biçimde gösterir kendini. Bu insanlar çoğu kez yeni bir yemek rejimine,
yeni bir ilaç denemesine, ya da yeni bir alet kullanmaya, özcesi, cinsel
güçlerini artıracağını umdukları her uygulamaya büyük
bir istekle sarılırlar. Dahası, kendilerini herhangi bir okuyucu
olmaktan kurtaracağını, usta bir âşık düzeyine yükselteceğini
umdukları sayısız seks kılavuzunu, aşk ve cinsel teknik
konulu kitapları da ellerinden düşürmezler.
Yadsımayalım, pek çok yararı
olabilir bu tür kitapların. Yüzyılların baskısından
sonra, insanın cinsel işlevinin açık bir tanımı ve
olası cinsel ilişki biçimlerinin gösterilmesi, gereksiz ve
anlamsız yasaklarla kuşatılan erkek ve kadının, az da
olsa özgür davranmasını sağlayabilir.
Ne yazık ki, bu başvuru
kitaplarının pek çoğu, cinsel mutluluğun bir hüner işi
olduğunu söyler ve atletik bir yetenek gerektirdiği biçiminde
yanlış bilgiler taşıdığından, çitflerin olumsuz
bir görüş edinmelerine yol açar. Çiftler, bu yanlış bilgilerden
hareketle, cinsel işlevlerini değerlendirmeye
kalkışırlar ve «demek ki yetersizmişiz» kanısına
kapılarak, cinsel işlevlerinin artık sona erdiğine
inandırırlar kendilerini. Gerçekte cinsel hünerlerini ustalıkla
uygulayabilen, hatta en önemsiz bir hareketi bile kaçırmayan pek çok
insan, doyuma ulaşamama sorunun çözemeyebilir. Nitekim, mekanik
yaklaşımların yol açtığı birçok cinsellikten
uzaklaşma olayına rastlanmıştır. Son yıllarda,
özellikle gençlerin mekanik yaklaşımlar sonucu yıkıma
sürüklendikleri ve insan vücuduna karşı isteksiz bir tutum
takındıkları saptanmıştır. Ancak gençler de sevgi
ya da algılarını çarpıtan disiplin ve yarış
(rekabet) toplumunun gerçeklerini anlamaya başlıyor ve dikkatli br
çabayla eski dönemlerin tensel ya da duyusal yanlarını yeniden
kazanmaya çalışıyorlar. Böylece, vücutlarını herhangi
bir sömürü söz konusu olmaksızın, geçmişleriyle kurdukları
çok yönlü bağlarla değerlendirecek ve benimseyecek bir olgunluğa
ulaşıyorlar.
Bugün çok sayıda genç erkek ve kadın,
hiçbir sıkılma duygusuna kapıl-maksızın, çıplak
insana bakabilmekte, dahası, çıplaklığı günlük
yaşamın kanıksanmış bir olayı olarak
görebilmektedir. Her şeye karşın, insan vücuduna, özellikle onun
cinsel işlevlerine karşı kötü gözle bakmanın yaygın
bir biçimde sürdüğünü de unutmamalıyız. Bu görüşü
taşıyan insanlar salt eskinin erdemlilik taslayanlarıyla
sınırlı kalmıyor, davranışları psikolojik
olarak yanlış yönlendirilmiş ya da bu konuda hiçbir bilgisi
olmayanlara dek uzanıyor.
Konuya bakışımızı
sınırlandıracak olursak, özgürce bir öneride bulunmak ve
içtenliğin yarattığı yeni durumun havasından
yararlanmak, doğru ve gerekli görünüyor bize.
Aşağıdaki sayfalarda, insan
vücudunun cinsel görümümüne, özellikle erkek ve kadının cinsel
organları, çocuk düşürme, cinsel tepkiler, üreme ve gebelikten
korunma konularına ilişkin kimi temel bilgiler
bulacaksınız. Buna ek olarak, normal cinsel işlevin
bozulmasına yol açan kimi bedensel düzensizlikler üzerine bilgiler de yer
almakta. İnsanın cinsel davranışlarının
ruhbi-limsel açıdan çözümlenişi, «İnsanın Cinsel
Davranışı» adlı ikinci bölümde yer alıyor.
1.
CİNSEL FARKLILAŞMA SÜRECİ
Bir insanın cinsiyeti, döllenme zamanında
belirlenir. Oysa ana karnında geçen ilk haftalarda insanın erkek mi
dişi mi olduğu ayırt edilemez. Bir insanın dişi ya da
erkek olduğu, ancak belirli bir süre geçtikten sonra
anlaşılabilir.
Hepimiz, yeni doğan çocukların kız
mı erkek mi olduğunu farklı dış cinsel
organlarına bakarak anlarız. Gerçekte bu organlar
dışında onların başka yanlarının çoğu
birbirine benzer. Simgesel dişi ve erkek, yıllar sonra
başlayacak gelişimlerle ortaya çıkar. Kesin cinsel
farklılıklar, dişi ve erkeğin cinsel olgunluk dönemine
girmesiyle görünür. Yani bu, onların kendi çocuklarını
yapabilecekleri zamandır.
Çoğumuz, cinsiyeti, insanları birbirinden
farklı kılan en basit ve temel öğe olarak düşünürüz.
Gerçekte bu varsayım dilimizde de kendini gösterir. Cinsiyet sözcüğü,
bölmek, ayırmak, kesmek gibi anlamlara gelen, kökü 'se-care' fiiline
uzanan Latince sexus'tan türemiştir. Sözcüğün dar anlamıyla
dendikte, insan ırkını iki ayrı gruba
ayırırız. (Aynı zamanda çoğu yüksek hayvan ve kimi
bitkileri.) Bu durumda her birey, bu iki gruptan birine aittir, yâni iki
cinsiyetten birine. Bir kişi ya erkektir ya dişi.
Görünüşte bunların tümü yeterince
açıktır. Oysa son bilimsel araştırmalar, erkeklik ve
dişiliğin geleneksel olarak kabaca belirlenmesinin gerçeği tam
anlamıyla göstermeyebileceğini, birtakım karmaşık
nedenlere bağlayarak açıklamaktadır. Çağdaş
bilimadamları, kişinin kesin cinsiyetini belirleyebilmek için şu
yedi soruyu aydınlatmaya çalışırlar.
1. Kromozomal Cinsiyet
Erkek vücut hücreleri bir X ile bir Y kromozomu;
kadın hücreleri ise iki X kromozomu içermektedir. Ancak yakın
zamanlarda herkesin bildiği bu olguların yanı sıra,
başka kromozomal yapılar da belirlenmiş bulunmaktadır.
2. Gonadal Cinsiyet
Erkekler, erkek gonadları adı verilen
erbezlerine, dişiler de, dişi gonadları denilen
yumurtalıklara sahiptir. Oysa seyrek görülmekle birlikte, aynı
vücutta erbezi ve yumurtalıkla ilgili dokulara da
rastlanmıştır.
3. Hormonal Cinsiyet
Hormonlar, ergenlik çağında ve doğum
öncesinde dişi ve erkek vücudun gelişmesinde önemli rol oynayan
erbezleri ve yumurtalıklar tarafından salgılanırlar. Bu
homonların eksikliği, dengesizliği ya da
fazlalığı, kişinin anatomik ve ruhsal yapısı
üzerinde belirleyici bir etkiye sahiptir.
4. Yardımcı İç Üreme
Yapıları (Organları)
Erkek Sperm kanalları, vesikül seminalis, bir
prostat bezi gibi iç yardımcı organlara sahiptir. Kadında ise
dölyatağı, fallop borusu, bir de vajina bulunur. Seyrek durumlarda,
bu organların tümü ya da bir bölümü gelişmemiş ya da
kaybolmuş olabilir.
5. Dış Cinsel Organlar
Erkekte penis ve bir torba, kadında klitoris,
dış ve iç dudak vb. organlar bulunur. Seyrek durumlarda bu
organların bir bölümü ya da tümü gelişmemiş ya da kaybolmuş
olabilir.
6. Cinsiyet Belirlenmesi ve Yetişme
Erkeksi vücudu olan bir çocuk, çoğunlukla
erkek gibi yetiştirilir. Bununla birlikte, bir kız çocuğu gibi büyümesi
de olasıdır. Aynı biçimde, bir dişi vücuduna sahip kız
çocuğu da erkek gibi büyüyebilir.
7. Cinsel Kimliğin Belirlenmesi
Erkek vücuduna sahip bir çocuğa erkeğin
rolü öğretilirse çocuk kendisini bir erkek olarak görür ve buna göre
öğrenir. Oysa, kimi durumlarda erkek çocuklar, anne ve
babalarının öğüt ve düşüncelerine karşın, kendi
kimliklerini bir yana iterek, bir kız gibi davranmaya başlarlar.
Kız olarak yetiştirilirken bu kimliğini bir yana bırakıp
kendisini erkek gibi gösteren durumlar da olmaktadır.
Bilimadamları, bu yedi ayrı olayın
birbirinden bağımsız olabileceği üzerinde
durmaktadırlar. Örneğin, yeni doğan bir erkek çocuğun
dış cinsel organları görünürde normalken, iç organlarının
incelenmesiyle onun dişi cinsel organlarına sahip olduğu görülebiliyor.
İşte böyle kusurlu cinsel organlara sahip olduğu bilinmeksizin,
görünürdeki durumuyla oğlan olduğu kararlaştırılan
çocuk, bir oğlan gibi yetiştirilmeye başlanıyor. («Cinsel
Bozuk oluşumlar» bölümüne bakınız). Kendisine
yakıştırılan cinsel kimliğiyle gerçek kimliğini
arama çabası içindeki bir başka kimseye örnek için de
(«Transseksüalizm»e bakınız.) Bu gibi olası uyumsuzluklar,
kuşkusuz birçok ruhsal ve tıbbi sorunlar yaratmaktadır.
İşin olumlu yanı, çoğu insanın dişi ya da erkek
olup olmadığı, bu yedi ölçütle açıklık kazanır ve
bu nedenle onlar cinsel gelişimleri sırasında bir uzmanın
yardımına gereksinim duymazlar.
Erkeklik ve dişilik konusu da bir sorun
olmamakla birlikte, dişi ve erkeğin özel toplumsal rollerinde
bazı kesin olmayan durumlar ortaya çıkabilir. Buna göre,
geçmişte erkek ve kadının çoğunlukla ortak
noktalarının çok az olduğu varsayılıyordu. Onlardan
yalnızca bu ayrımları görmeleri beklenmez, aynı zamanda
birbirlerinden farklı davranmaları da istenirdi. İşte bu
anlayış üzerine değerlerini oturtan toplumlar, her iki cins için
farklı toplumsal roller ve ahlak ölçüleri geliştirdiler.
Çağdaş araştırmalar, bu
geleneksel varsayımlar üzerinde kuşkular uyandırarak
onların köklerini sarsmaya başladı. Birçok
anlayışların yıkılmasına ya da etkisini
yitirmesine karşın, bunlardan biri gücünü korudu. Erkek ve dişi
arasındaki bu tek farklılık; onların üreme işlevlerine
değgin olanıydı. Her iki cinsiyet de yeni bir yaşamın
yaratılmasına, yani bir çocuk sahibi olma gereksinimi
duyduklarında, bu işin ağırlığı
kadının üzerine yıkılır. Gebe kalan, bebeği
karnında taşıyan, onu dünyaya getiren ve ona bakan hep annedir.
Üreme olayı dışındaki cinsel farklılıklar, görüldüğü
gibi temel değildir. Eskiden, değişmez ve doğuştan
geldiği kabul edilen birçok erkek ve dişi özelliklerini kültürel
oluşumun etkisinden kaynaklandığı gösterilmiştir.
Kuşkusuz her zaman biyolojik kalıtla toplumsal koşullar
arasına kesin bir sınır çekilemiyor. Üstelik bu konuda yürütülen
bilimsel çalışmaların yeni yeni başlamış
olması, konuyu biraz daha nazikleştiriyor. Bu arada cinsler
arasındaki pek çok benzerliği anımsamanın da yararı
var. Erkek ve dişi anatomisi ile fizyolojisinin benzer yanları ortaya
konuldukça, birbirlerini anlamaları da çok daha sağlıklı
biçimde gerçekleşecektir.
Aşağıdaki sayfalarda, cinsel
olgunlaşma sürecinde, cinsler arasında ortaya çıkan bedensel
farklılıkların bir özetini bulacaksınız.
Davranışta ve toplumsal konumda cinsel farklılıklar için
«Cinsel Davranışların Gelişimi» ve «Erkek ve
Kadının Toplumsal Rolleri» bölümüne bakabilirsiniz.
KADIN VE ERKEK VÜCÛDUNUM
ANATOMİK GELİŞİMİ
Erkek ve kadın arasındaki anatomik
farlılıklar pek öyle büyük değildir.
Onların cinsel sistemleri birbirlerine
şaşılacak denli benzer. Öyle ki, gelişmenin ilk
aşamasında hangi cinsiyete ait olduğunun belirlenmesi oldukça
güçtür. Daha sonraki anatomik değişim ve gelişim,
farklılaşmayı artırmasına karşın bu haliyle
de cinsel organlar arasında benzerlikler bulunabilir. Başka bir
deyişle, cinsel farklılıklar her yumurtaya göre düzenlenirken
(geleceğin bedensel biçimleri gibi) yavaş bir gelişme süreci
içinde gerçekleşir. Kimi farklı örneklerde, gelişmenin
durdurulabildiği ve sürecin tamamlanmadan kaldığı da olur.
(Bkz. «Cinsel Bozukoluşumlar»)
Yukarıda belirtildiği gibi, bir kimsenin
cinsiyetinin belirlenmesi, sanıldığından da güç olabilir.
Ancak günlük yaşamımızda bir kişinin cinsiyetini
belirlememiz için, onun açık karakteristik bedensel ve ruhsal
davranışlarının yeterli olduğunu düşünürüz.
Geleneksel olarak bu belirtiler, ilgili cinsiyetin cinsel özellikleri olarak
bilinmektedir ve bunun için üç farklı sınıflamaya gidilir.
1. Temel
cinsel özellikleri, dış cinsel organlar oluşturur. Bunlar
doğumla birlikte görüldüğünden, yeni doğan çocuğun kız
mı oğlan mı olduğu ilkönce bu organlarıyla belirlenir.
2.
İkincil cinsel özellikler, erkek ve dişi
arasındaki anatomik farkın kesin çizgilere ulaşması ve
ergenlik döneminde bedensel görünümün gelişmesi olarak bilinir.
3.
Üçüncül cinsel özellikler, temelde cinsiyeti güçlendiren ya da onu
yıkıma, düş kırıklığına
uğratabilen psikolojik olgulardır.
Temel ve ikincil cinsel özellikler, biyolojik
olarak belirlenir ve kişinin erkekliği ya da dişiliğini
oluşturur. Üçüncül cinsel özellikler ise temel olarak kültürel
bağlamda ele alınır ve bunlar, kişideki erkeklik ya da
dişiliğin ruhsal bakımdan oluşumunu sağlar.
Aşağıdaki satırlarda bedensel
özellikler yer almaktadır. Cinsel farklılaşmanın psikolojik
görünümü için «Cinsel Davranışların Gelişimi» ile «Erkek ve
Kadının Toplumsal Konumu» bölümlerine bakınız.
TEMEL CİNSEL ÖZELLİKLER
Cinsel organlar, bir insanın kendine özgü
cinsel özelliklerinin çok açık bir görünümünü oluştururlar. Bu
organlar, aynı zamanda yeni doğan çocuğun cinsiyetinin
belirlenmesinin tek dış örnekleridir. Bununla birlikte, dişi ve
erkek cinsel organları, görünürde birbirinden çok farklı
olmasına karşın, yapı ve köken bakımından
benzerlikler gösterirler. Gerçekten de bu organlar, aynı embriyonik hücre
kümesinden gelişmişlerdir. Farklılık yalnızca gebelik
sırasında, yani doğum öncesinde ortaya çıkar. («Gebelik»e
bakınız.) Cinsel organlar, eksiksiz işlevlerini hormonların
gelişiminin tamamlandığı ergenlik çağında
kazanırlar. (Bkz. «Hormonların Rolü»)
Erkek
Gebeliğin ilk haftalarında, dişi
embriyonunda olduğu gibi, erkek embriyonu da henüz herhangi bir biçimde
insana benzemeyecek denli küçük, bir organizma halindedir. Bununla birlikte o,
ilkel bir baş ve tomurcuk halinde, zamanla gelişerek gerçek kol ve
bacaklara dönüşecek olan organlara sahiptir. Bundan başka embriyon,
beili belirsiz gelişerek cinsel organlara dönüşecek sırt halinde
beliren bir dokuya da sahiptir. Ne var ki, cinsel bezler ya da gonadlar, ilk
önceleri farklı bulunmakla birlikte, henüz bu noktada hâlâ cinsel
farklılaşmaya uğramamışlardır. Yani bunlar her
iki cinsiyette de aynıdır. Dış kısımda bir
çıkıntı (erkeklik organını andırır) ve bir
kanal (dişilik organını andırır) gözlemlenebilir ki,
bunlar gelecek cinsel organların bulun-
duğu yerde belirir. Erkek embriyonu, üçüncü
ayının sonlarına doğru biraz daha biçimlenmeye başlar.
O ana değin farklılaşmamış erbezleri gelişir;
dışarıdaki çıkıntı bir penis biçimine bürünür ve
kanal kapanır. (Bu kapanan kanalın belirtisi olarak her erkekte
penisin başından anüse doğru uzanan ince, oluk gibi bir iz
kalmıştır.) Çıkıntının her iki
tarafındaki derinin iki parçasından torbalar oluşmaya
başlar. (Dişide bunlar vulvanın dış dudaklarına
dönüşür).
Embriyon gelişimini sürdürürken, cinsel
organlar da vücutla birlikte gelişedurur. Yedinci ve dokuzuncu aylar
arasında erbezleri, torbaya inerler.
Doğumdan ergenlik çağına değin
uzanan dönemde, cinsel organlar herhangi önemli bir gelişme göstermezler.
Öte yandan, 12 ile 17 yaşları arasında erkek cinsel
organlarında ayırt edilebilir bir gelişme olur ve bu, ilk meni
boşalmalarıyla sonuçlanır. Gene bu dönemde, penis altında
kasık kılları adı verilen kılların gelişmeye
başladığı da görülür. Tüm bu belirtiler, kişinin
cinsel organlarının olgunlaştığını gösterir.
(Daha kapsamlı bilgi için «Erkek Cinsel Organları» bölümüne
bakınız.)
Dişi
Dişi ve erkek embriyonlarının her
ikisinde de başlarda cinsel bakımdan herhangi bir
farklılaşma görülmediğini biliyoruz. Bu embriyonlar
başlarda cinsiyet bezleri ve yumurtalara sahip olmakla birlikte, her iki cins
de cinsiyet bakımından aynı özellikleri gösterirler.
Tıpkı erkekte olduğu gibi, dişide de gelecekte
dış cinsel organlara dönüşecek olan bir çıkıntı
ve kanal bulunmaktadır. Bununla birlikte, dişide kanal açık
kalırken, çıkıntı da klitorise, yani bızıra
dönüşür. Bu kanaldan daha sonraları küçük dudak ve vulva girişi
oluşacaktır.
Derinin her iki yandaki parçası gelişerek
büyük dudakları oluşturacaktır. (Erkekde bu deri parçaları
gelişerek torbayı oluşturur.) Özgün gonadal yapı erkeklerde
erbezlerine, dişilerde ise yumurtalıklara dönüşür.
Doğumdan ergenlik çağına değin
bir kızın cinsel organları, erkeklerde olduğu gibi herhangi
bir çarpıcı değişikliğe uğramaz. Bununla
birlikte, 11 ile 13 yaşları arasında vulva çevresindeki
kasık kılları gelişmeye başlayacak ve normalde ilk
âdet görmesi de bu dönemde gerçekleşecektir. Bu belirtiler de onun
artık cinsel bakımdan olgunlaşmaya
yaklaştığını gösterir. (Kapsamlı bilgi için
«Kadın Cinsel Organları» na bakınız.)
İKİNCİL CİNSEL ÖZELLİKLER
İkincil cinsel özellikler, hormonal,
uyarımların bir sonucu olarak ergenlik döneminde görünmeye
başlar. Bunlar ilkönce dişilerde, kısa bir süre sonra da
erkeklerde görülürler. Bedensel bakımdan gelişmeleri tamamlanan
kadın ve erkek, birkaç belirgin farklılık gösterirler
(«Hormonların Rolü» bölümüne bakınız).
Aşağıdaki satırlarda,
ergenlikteki bedensel değişimler üzerinde duracağız. Bu
değişimler çok yavaş sürebileceği, hatta on
yıllık bir dönemi kapsayabileceği gibi, beklenmedik bir anda,
bir iki yıl içinde de tamamlanabilir. Kuşkusuz genel toplumsal
koşullar, beslenme ve iklim gibi etkenlerin yanı sıra, bu durumu
kalıtımsal yapı da belirlemektedir. Örneğin, Asyalı
erkekler Avrupalılara göre daha az sakallı ve kıllı,
aynı zamanda daha az kaslı bir görünümdedir.
Erkek
Ergenlik çağındaki erkekte ilk vücut
değişimi, erbezlerinin, gelişimi, penisin altındaki
kasık kıllarının belirmesi ve penisin genişlemesi
biçiminde görülür. Bu gelişmeler vücudun artık cinsel olgunluğa
ulaştığını gösterir ve bu arada ilk boşalma
gerçekleşir. Başlangıçta boşalma sonucu herhangi bir sperm
hücresi görülmeyip yalnızca prostat bezinin ürettiği bir
sıvı çıkabilir. (İlk boşalma, mastürbasyon
sırasında ya da uyurken olabilir. Hafk arasında çocuğa,
rüyasında ıslattığı söylenir.)
Ergenlik çağında vücut hızla
gelişir. Omuzlar kalçalarından daha geniş olur. Göğüs çok
değişik boyutlarda genişler. Ayrıca kol, bacak ve
omuzlardaki kaslar güçlenir ve daha bir belirginleşir. Kasık
kılları daha yoğun ve baş kısmı göbeğe
doğru uzanan bir üçgen biçiminde büyür. Bu arada kol-tukaltlarında da
kıllar çıkmaya başlar. Aynı zamanda bazı erkeklerde
göğüs kılları belirir. Genel olarak erkekler dişilerden
daha kıllıdır ve yüz kılları da düzenli
tıraşlarla sakal haline dönüşür. Cinsel organlar büyürken
aynı zamanda gırtlak da genişler. Sonuç olarak erkek,
kadından daha güçlü ve kalın bir sese sahip olur.
İKİNCİL
CİNSEL ÖZELLİKLER Erkek: Ortalama olarak dişiden uzun ve
ağırdır.
1. Saçlar:
yaşlılıkla birlikte seyrekleşir. 2. Yüz kılları:
sakal ve bıyıklar yetişkinlik döneminde gelişir. 3. Çehre:
daha belirgin, yüz daha uzun, baş önden arkaya doğru 'daha uzun. 4.
Boyun: daha kalın, daha uzun, gırtlak üçte bir genişlikte. 5.
Omuzlar: daha geniş ve köşeli. 6. Göğüs: her boyutta daha
geniş. 7. Vücut kıllan: daha belirgin, özellikle göğüs ve
kollarda. 8. Memeler: büyümemiş. 9. kaslar: daha büyük ve daha belirgin.
10. Kollar: daha uzun, kalın ve köşeli. 11. Kasık
kılları: yukarıya doğru uzanan bir üçgen gibi gelişir.
12. Kalçalar: daha dar. 13. Eller ve ayaklar: daha geniş, el ve ayak
parmakları daha kuwetli ve körelmiş. 14. Uyluklar: daha silindi-rik
ve çıkıntılı, belirgin kaslı. 15. Bacaklar: daha uzun
ve çıkıntılı baidırlı. 16. Koldaki köşeler
gibi bacak ve uyluk açısı: uyluktan ayakbileğine kadar düz bir
çizgi biçiminde uzanır. Dişi: Ortalama olarak erkekten daha kısa
ve daha hafiftir.
1. Saçlar: daha
dayanıklı. 2. Yüz kıllan: çok az, ancak sonraki yıllarda
ayırt edilebilir. 3. Çehre: kısa, daha narin, yüz yuvarlak, baş
daha küçük ve tepeden aşağıya daha yuvarlak. 4. Boyun: daha
kısa, daha yuvarlak ve gırtlak daha küçük. 5. Omuzlar.
Daha yuvarlak ve eğimli. 6. Göğüs: daha küçük ve dar. 7. Vücut
kılları: daha açık ve az. 8. Memeler: daha göze
çarpıcı ve ileriye doğru uzamış ve çevresindeki
halkalarla memebaşlan iyi gelişmiş. 9. .Kaslar: geniş
olarak şişman tabakalar arasında gizlenmiş. 10. Kollar:
köşeli. 11. Kasık kılları: ters çevrilmiş bir üçgen
gibi aşağıya doğur uzanıyor. 12. Kalçalar: daha
geniş ve daha yuvarlak. 13. Eller ve ayaklar: daha küçük ve daha dar. 14.
Uyluklar: yukarıda daha geniş ve daha az uzunlukta. 15. Bacaklar:
daha kısa ve dış hatlar daha düz. 16. Uyluk ve bacak
açısı: dizde bir açı oluşturan biçimde ve önemsiz bit
ktvrğgpa var.
Dişi
Dişilerin ergenlik çağındaki
fiziksel değişimleri aşağıdaki sırayı izler:
İlkönce göğüsler genişlemeye başlar. Sonra vulva çevresinde
biraz düz ve sonra karışık, kıvrımlı kıllar
görünür. Bu kıllar, tepesi aşağıda bir üçgen biçimindedir.
Nihayet koltukaltlarında da kıl çıkmaya başlar. Bu dönemde
vücut ağırlaşır ve kalçalar omuzlardan daha geniş
olur. Göğsün içinde ve çevresindeki yağ dokusu, omuzlar, kalçalar
dişinin vücuduna genel bir yuvarlaklaşma görünümü verir. Bu
sırada görülen ilk âdet, cinsel olgunluğun
yaklaştığını gösterir. Başlangıçta aybaşların
görülmesi düzensizdir ve bazılarında yumurta hücreleri görülmez.
Başka bir deyişle, kız aybaşı olmasına
karşın hâlâ döllenme yeteneğini gösteremeyebilir. Gerçekten de
bir kadın, çoğu kez tüm üreme kapasitesini ilk aybaşından
bir iki yıl sonra kazanır.
Dişilerde, gırtlakta kesin bir
genişleme yoktur. Bu nedenle erkeklerde sesin değişmesi
olayıyla karşılaştırma yapılamaz. Öte yandan
kadınlar, erkeklerden daha az kaslı, aynı zamanda daha kısa
boyludur.
Ergenliğin sonunda göğüsler kendine özgü
yuvarlak biçimini kazanmış ve böylece dişinin ikincil cinsel
özelliği daha açık bir nitelik kazanmıştır. Ancak
dişiler hamilelikten önce süt üretemezler. («Doğum»a
bakınız.)
HORMONLARIN ROLÜ
Kadın ve erkeklerin anatomik gelişimleri
ile üreme yetenekleri, bedenlerinde bulunan birtakım özel bezlerin
işlevlerine bağlıdır. Bu bezler ve salgıları
üzerinde yapılan bilimsel çalışmalar, günümüzde henüz ilerleme
aşamasındadır. Bu yüzden, bu konuda bilmediğimiz daha pek
çok şey vardır.
Ağız içinde, deride ya da
kadınların memelerinde bulunan bezlerin süt, tükürük, ter vb. maddeler
çıkardıkları uzun süredir bilinmektedir. Bunlar
karmaşık yapılı bezler olup salgılarını
kendilerine ait kanallarla dolaştırırlar. Bu çeşit
salgılar gözle görülebilir, izlenebilir ve ölçülebilir. İnsan
vücudunda ayrıca kanalsız bezler de vardır. Bunlar salgılarını
doğrudan doğruya kan dolaşımına akıtırlar.
Bu tür bezlere iç salgı bezleri denir. (Grekçe 'endokrin' içe
salgılayan demektir.) Görevleri, başka organların işlevini
uyarmak ve düzenlemektir. Bu bezlerin salgılarına ise hormon adı
verilir. Hormon da Grekçede 'uyandıran', 'canlandıran', 'tahrik
eden" anlamlarına gelir. Her insan vücudunda iç salgı bezleriyle
çok farklı amaçlara yönelik çeşitli hormonlar bulunur. Kişinin
cinsel ve üreme yeteneklerini etkileyen hormonlar aşağıdaki
sayfalarda anlatılacaktır.
Cinsiyet ve üreme açısından en fazla önem
taşıyan iç salgı bezleri, hipofiz bezi ile erkek ve dişi
organlar içinde gonad diye adlandırılan erbezle-ri ve
yumurtalıklardır. Hipofiz bezi, beynin en alt kısmında yer
alır. Bazen bu bez 'yönetici, ana bez' diye de
adlandırılır. Çünkü ergenlikle birlikte
salgıladığı hormonlar, öteki iç salgı bezlerini de
uyarır ve bunların birbirlerine göre işleyişlerini
düzenler. Hipofiz hormonları arasında en ilginç olanlar FSH,
(follicle - stimulating - hormone) yani folikülü uyarıcı hormon ve LH
(luteinizing hormone), luteinleştirici hormondur. Bunlar dişi ve
erkek gonad bezlerini uyararak bu bezlerin kendi hormonlarını
salgılamalarına yol açar. LH hormonundan aynı zamanda erkeklerde
erbezlerindeki hormonları harekete geçirici hormon, yani ICHS
(İnterstitial - celi - stimulating hormone) olarak da söz edilir.
Gonadlar ya da cinsiyet bezleri erkeklerde erbezi,
dişilerde yumurtalık olarak görülür. Bu bezler tarafından
üretilen hormonlara cinsiyet hormonu denilir ve bunlar bellibaşlı
gruplara ayrılırlar. Özellikle yetişkin erkekte kendini gösteren
hormona androjen denilir. Yetişkin dişilerde özellikle beliren bir
başka hormon grubuna da östrojen denir. Dişilik gonadları, projesteron
adı verilen bir hormon daha üretmektedir. Bu hormonun kadının
üreme etkinliği açısından ayrı bir önemi vardır.
Bununla birlikte dişide östrojenlerin, erkeklerde androjenlerin
ağırlıkta olmasına karşın, her bireyde iki ayrı
hormon grubu da bulunur. Cinsiyet hormonları, kişinin cinsel
olgunlaşmasında önemli rol oynarlar. İlk belirgin etkileri,
insanoğlunun doğumundan bile önce başlar.
İnsan embriyonu yaşamın ilk
haftalarında henüz cinsel bir farklılaşmaya
uğramamıştır. Gonadlar da başlangıçta her iki
cinsiyette de aynı durumdadır. Daha sonra dış cinsiyet
organlarının gelişeceği yerde erkek organını
andıran bir şişkinlik ile dişi organını
andıran bir çukur göze çarpar. Belirgin bir farklılaşma,
gebeliğin ikinci ayının sonlarına doğru başlar.
Bu sırada erkek embriyonda androjenlerden biri olan testosteron hormonu
üretimi görülür. Bu da cinsiyet bölgesi şişkinliğini yavaş
yavaş bir penise dönüştürür. Altındaki çukur kapanır ve
içte bir kanal oluşur. Bu kanal da idrar yoludur. Cinsiyet organları,
eçbezi görünümü kazanır ve doğumdan önceki birkaç hafta içinde
torbaya inerler. Erkeklerde doğumdan önce bu testosteron üretimi olmazsa,
cinsiyet organlarının tam anatomik gelişimi gerçekleşemez.
Dişi bir embriyon için fazladan yeni bir
hormon salgılanması gerekmez. Zaten dişi iç ve dış
cinsiyet organları hiçbir özel ya da ek unsura gerek duymaksızın
oluşumlarını kendiliğinden sağlarlar. (Bundan
dolayı da dişilik cinsiyeti temel, birincil cinsiyet olarak kabul
edilir). Androjenlerden gelen herhangi bir özgün uyarı olmadığı
için henüz farklılaşmamış durumdaki cinsiyet organları
yumurtalıklara dönüşürler. Embriyonun cinsiyet bölgesindeki
şişkinliğinden de klitoris gelişir. (Klitoris, gelişme
döneminde testosteron gibi bir uyarıcısının
olmamasından dolayı penisten daha küçüktür.) Öte yandan, oluşum
sürecinde vulva girişi ve iç dudağın meydana geleceği
kanal, biraz daha derinleşerek açık kalır.
Doğumla ergenlik dönemi arasındaki
çağda, kişinin cinsiyet organlarında belirgin bir gelişme
görülmez. Androjen ve östrojenin düzeyleri hemen hemen her iki grupta da
aynı kalır. Aşağı yukarı sekiz
yaşlarında, hormon düzeyinde yavaş bir gelişme göze çarpar.
10 ile 11 yaşlarında bu artış özellikle dişilerde
belirgin bir durum alır. Hipofiz bezleri de dişilerde ICSH diye ,
bilinen LH (luteinleştirici) ve FSH'yi (golikül uyarıcı hormon)
önemli ölçüde salgılamaya başlar. Bu hormonlar, yumurtalıklarda
yumartalar ve erbezlerin-de spermlerin üretimi kadar gonad
hormonlarının salgılarını da uyarırlar.
Erkeklerde androjenler, östrojenlerden biraz daha fazla bir düzeye,
dişilerde ise östrojenler androjenlerden çok daha yüksek bir düzeye
ulaşırlar. Bu yoğunlaştırılmış hormonal
bombardıman, erkek ve dişi vücudunda ikincil cinsel özelliklerin
gelişmesiyle sonuçlanır. Bu fiziksel olgunlaşma aynı
zamanda sinir sisteminin de her yönüyle gelişmesine yol açar ve böylece
erkek ve dişi cinsel sorumluluğunun temeli atılmış
olur. Seyrek olarak kız ve oğlanların gonadlarının
gelişmesi başarısızlıkla ya da bir kayıpla
sonuçlanırsa, bu, onların tüm fiziksel gelişimlerine
etkiliyebilir. Cinsel sorumlulukla ilgili yetenekleri en alt dü2eyde kalır
ve ikincil cinsel özellikler de kuşkusuz fazla belirginleşmez.
Örneğin, erbezleri torbaya inemeyen ya da ergenlik öncesinde
hadımlaştırman bir çocuk, genel olarak ergenlik çağında
beliren özellikleri göstermez; erkekler de tipik bir gelişme olan
gırtlağın genişleme-siyle sesin değişmesi
olayını yaşayamaz. 18. yüzyıl Avrupa'sında müzik
hayranları opera müziği yaparken bu olgudan yararlanarak değişik
bir ses kullanmayı bile denediler. Yani sesleri için kendilerini
hadımlaştırdılar. Nitekim sesleriyle ünlenmiş çok
sayıda çocuk sanatçı, seslerini koruyabilmek ve net perdelere sahip
olabilmek için hadım olmuştur. Ayrıca bu çocuklar önemli ölçüde
müzik eğitimi de almıştır, kimileri de ün dolu bir
yaşam sürme beklentisi içinde olan birçok virtüöz ya da başka
müzisyenlerle karşılaştırılamayacak ölçüde büyük
kontralto ve sopranolar haline geldiler, yetişkin bir erkek oldukları
zaman. Handel, Cluck, Mozart gibi en büyük kompozitörler, en ünlü parçalarını
bu hadımlaştırılmış erkek müzisyenler için
hazırladılar. Ancak günümüze dek ulaşan bu tür opera
yapıtları eski değerlerini yitirmiştir artık.
Bunların modern seslerle icra edilebilmeleri için yeniden düzenlenmeleri
gerekmektedir.
Yetişkinlerin
hadımlaştırması, çocuklarda görüldüğü gibi, ayrı
belirgin sonucu vermez. Bu, birçok Asya ve Ortadoğu ülkelerinde uzun
zamandan beri bilinmektedir. Eskiden, yetişkin erkek köle ve hizmetçiler,
harem korumacısı olarak görevlendirilirler, padişah eşleri
ve cariyelerinin gebe kalmaması için hadım edilirlerdi. (Aslında
bu iş için kısırlaştırma yeterli olmaktadır.)
Hadımların, dölleme yeteneğinin yitirilmesi
dışında herhangi bir fiziksel eksiklik göstermeleri gerekmez.
Modern hadım tipini tüysüz, şişkin, cılız ve yüksek
perdeli bir sese sahip olarak göstermek yanlıştır. 18.
yüzyıl Avrupa'sına dönersek, bu dönemde genel olarak
Avrupalıların biyolojik olgula-nn çok gerçekçi ve dikkate değer
bir değerlendirmesine sahip oldukları görülür. Örneğin, çok sevilen
«Saraydan Kız Kaçırma», operası tam da harem korumacılarına
uygun bir sesle, derin, bas bir ses için yazılmıştır.
(Burada ayrıca şehvete düşkün bir tip
canlandırılır.) Kural olarak kimi yıllarca süren, vaktinden
önce bozulan, örnekler olmasına karşın, insan vücudunun eksik
bir gonadal hormonu birkaç ay içinde düzeltme yeteneğine sahip olduğu
görülmektedir. Günümüzde, hadımlaştırmanın etkileri
hormonal tedaviler sonucu tümüyle yok edilmektedir.
Yukarıda belirtildiği gibi, hormonlara
ilişkin önemli sorunlar ve henüz yanıtlanamayan etkileri.üzerine
bilimsel çalışmalar sürdürülmektedir. Bununla birlikte, halk
arasında tüm ayrıntılarıyla bilinmese de, bazı genel
sonuçlar şimdiden tartışılmaktadır. Gerçekten de bugün
birçok erkek ve kadın beslenmeleri gibi, hormonların etkilerini
rastgele ve seve seve tartışıyorlar. Ne yazık ki hormonlar
konusundaki pek çok kanı tümüyle yanlıştır, özellikle
cinsellikle ilgili kanılar.
Bu karmaşıklığın bir
kısmı iç salgı bezleri ve salgılarını konu edinen
endokrinoloji tarafından açıklanabilir. Bulgulanan ilk hormonlar
gonad ve cinsiyet bezleri tarafından salgılanan hormonlardır.
Gonadların erkek ve dişi gametleri, yani cinsiyet hücreleri
ürettiği bilinmesinden bu yana, gona-dal hormonlara yakın zamanda
basit cinsiyet hormonları adı verildi ve bunlar, erkek ve dişi
cinsiyet hormonları olarak ikiye ayıldı. Bununla birlikte,
böylesine uygun bir karşılaştırma yanlış olur.
Erkek cinsiyet hücreleri, yani spermler yalnızca erkekte ürerken, erkek
cinsiyet hormonları olarak adlandırılan androjenler her iki
cinsiyette de üreyebilmektedir. Buna karşın dişi cinsiyet
hücreleri yani yumurtalar yalnızca dişide oluşmakta, dişi
cinsiyet hormonları olarak bilinen östrojenler ise her cinsiyette de
görülmektedir. İşte erkek ve dişi cinsiyet hormonları
arasında böylesi bir ayrım yanlış bir noktaya götürür bizi.
Gerçekten de gonadal hormonların her görüldüğü yerde cinsiyet
ayırt edici hormonlar olarak değerlendirilmesi, cinsel
davranışları da değişik biçimlerde belirleyen
yanlış bir kavrama yol açacağından, büyük önem
taşımaktadır. Örneğin, kimi insanlar cinsiyet
hormonlarının, cinsel arzunun doğrudan belirleyicisi
olduğuna inanırlar ve bu nedenle onların
çoğalmasının cinsel arzuyu artıracağı,
azalmasının da cinsel arzuyu zayıflatacağı biçiminde
bir görüşe ulaşırlar. Gerçekten çok yaygın olan bu
görüşe dayanarak pek çok insan, cinsiyet bezlerinin ve böylece cinsiyet
hormonlarının yoksunluğundan ötürü, artık çarpıcı
ya da başarılı bir cinsel etkinlik gösteremeyeceği
saplantısına kapılır. Kimi ülkelerde de bu varsayıma
dayanılarak cinsel saldırganlara ceza vermek amacıyla
hadımlaştırma yoluna gidilir, sözde bu önlemle onun
saldırgan davranışlarına bir son verilecektir. Bununla
birlikte, bilimsel çalışmalar erbezlerinin yitirilmesi ya da yok
edilmesi durumunda gelişkin bir adamın cinsel etkinliğinin ancak
biraz değişime uğrayabileceğini açık bir biçimde
göstermektedir (Kuşkusuz erkeğin kısır olması bunun
dışındadır. Menopozdan sonra etkinliğini yitiren
yumurtalıktı bir kadın için de aynı gerçek söz konusudur.
Onun cinsel isteği olduğu gibi kalır.) Zorla hadımlaştırma,
kafasında binbir türlü boş inanç bulunan bazı insanlarda
şiddetli psikolojik yıkımlara neden olmaktadır. Böyle bir
yolla onun cinsel yetenekleri oldukça bozulabilir. Yalnız başına
androjenlerin eksikliği de cinsel ilginin azalmasını gerektirmez
ya da cinsel ifadeleri de yasaklayıcı bir rol oynamaz. Bu durum
çoğu kez her nedense cinsel başarının (performansın)
düzeyini düşürür. Ancak şiddetli ve ağır
değişimlerin açık bir biçimde görülmesi uzun yıllar
alır.
Halk arasında insanın üreme yeteneği
ile cinsel tepki yeteneğinin iki ayrı şey olduğu hâlâ
anlaşılamamıştır. Cinsiyet bezleri, genç bir
insanın fiziksel olgunlaşması ve insanın üremesi
bakımından zorunlu bir öğeyken, yetişkinlerin cinsel
etkinlikleri için buna gereksinim duyulmamaktadır. Başka bir deyişle,
cinsiyet hücreleri olmaksızın, yani spermsiz ve yumurtasız üreme
olmaz ama, cinsiyet hormonları olmaksızın (androjen ve östrojen)
cinsel etkinlik çok iyi bir biçimde sürdürülebilir.