İNSAN VÜCUDU

İnsan vücuduna çok değişik açılardan bakma olanağı vardır. Tanrının en soylu yaratığı olarak hayranlık duyabileceğimiz gibi, ruhun tutsağı olarak hor görebilir, bir aşk şatosu olarak tapabilir, günahlarımızın kaynağı olarak korkabilir ya da üzerinde bilimsel çalışmalar yapılan bir nesne olarak gözlemleyebiliriz onu. Ancak tüm bu yaklaşımlarda da görülebileceği gibi, vücudumuza ilişkin her şeyin tutum ve isteklerimizi etkilediği kesin bir gerçektir.

Çoğu toplumlar, insan vücuduna, özellikle de onun cinsel işlevlerine karşı bayağı olumsuz bir tutum gösterirler. Örneğin bu durum kendisini: 'açık saçık uygunsuz giyim', 'kötü film ve kitaplar' suçlamasıyla okullarda cinsel eğitimin yapılmasına karşı çıkma biçiminde gösterebiliyor. Öte yandan, çıplaklık ve cinsellik salgınının uygarlığımızın temelini saran bir tehlike olduğu yaygın inanışı da etkin olmaktadır.

Bununla birlikte, birkaç bin yıldır süregelen Batı uygarlığı, hiç kuşkusuz, her dönemde böyle sorunlarla boğuşmak zorunda kalmamıştır. Eski Yunanlılar ve Romalılar döneminde çıplaklık alışılmış, olağan bir görünüm taşıyordu. Atletler cimnazyumda çalışmalarını çıplak olarak sürdürürken, başta olimpiyatlar olmak üzere tüm spor karşılaşmalarında çıplak sporculara rastlanıyordu. Resmi ve özel kurumlar, çıplak erkek ve kadın yontularıy-la, resimleriyle süslenirdi. Kısacası çıplaklık ve cinsel görünümler büyük bir hoşgörü ve beğeni dünyası içinde ele alınırdı. Hermes ve Priapus gibi Tanrıların yontuları, özellikle sertleşme halindeki penis, bereketin ve gücün simgesi olarak benimsenmişti. Cinsel organları simgeleyen sanatsal biçimler bir şans ve süs eşyası olarak kullanılır, güldürü oyuncuları, kostümlerine bir de büyük penis ekleyerek sahneye çıkarlardı. Öyle ki, o dönemde günümüz ile karşılaştırılamayacak ölçüde az engele rastlanırdı.

Bugün birçok insan bu talihsiz değişimin sorumluluğunu Hıristiyanların doğuşunda bulmaktadır. Hatta kimi Hıristiyan yazarlar, yazılarında bu gerçeği benimsemiş görünüyorlar. Öte yandan kimi görüşler de olayı epeyce basitleştirerek Hıristiyanlığın insan vücuduna karşı tutumunun ancak birkaç yüzyıl öncesine inebileceğini, ondan önceki dönemlerde ise konunun kilisede açık bir biçimde ele alındığını söylemektedir bize. Örneğin, kendi kendine doyuma karşı değişmez ahlak anlayışı ya da çocuğun masum olduğu düşüncesi çerçevesinde, onun cinsel bilgilerden korunması gerektiği düşüncesi, 18. yüzyıldan önce izlenmemişti. 16. yüzyılın başlarında, Hollandalı büyük hümanist Erasmus, çocuklar için cinsel bilgilerden tutun da, evlilik öncesi ve evlilikte cinsel bilgilere, gebelik, doğum, fahişelik, hadımlaştırma, cinsel uyarılar ve zührevi hastalıklara varıncaya değin tüm cinsel konuları işleyen yapıtlar veriyordu. Ancak bu metinler daha sonraki yüzyıllarda çocuklar için fazla kapsamlı ya da uygunsuz yazılar olarak görülmeye başlandı.

Günümüz kültüründe yaygınlaşan çıplak insan görünümüne karşı kızgınlık ya da utanma duygusu, gerçekte yakın zamanlarda ortaya çıkmıştır. Ortaçağ Avrupa'sında çıplaklık, bir ahlak sorunu olarak görülmüyordu. Aileler aynı odada, çoğu kez aynı yatakta çıplak olarak yatıp kalkıyorlardı. Hanlarda ve başka konaklama yerlerinde yabancı konukların, hatta hemcins olanların birlikte uyumaları doğal karşılanırdı. Üstelik yatağını paylaşmak ya da giysilerini çıkarmak istemeyenlerden kuşkulanılır hatta hastalıklı oldukları düşünülürdü. Her yaşta erkek ya da kadın, dönemin gözde buluşma, söyleşme yerlerinde ya da hamamlarda çtplak olarak görülürdü. Özel kutlama günlerinde ise bir tören havası içinde güzel vücutlu kızların geçişleri izlenirdi. Hatta kimi zaman rahipler bile dinsel törenlerde çıplak olarak görülebilirdi.

Frengi salgınının görüldüğü 16 ve 17. yüzyıldan sonra orta sınıfların (Gerçekte bu, orta sınıfların doğuşu, burjuvazinin görülmeye başladığı dönemdir, (çev.) ) doğusuyla birlikte çıplaklık, yani müstehcenlik, açık saçıklık olarak nitelenmeye başladı. İnsanın bedensel işlevlerine karşı tüm tutumlar değişti. Artık yakın dostluklar, iğrençlik ve sağlıksız ilişkiler olarak değerlendiriliyor ve şiddetle karşı çıkılıyordu. Halkın aynı tabaktan yemesi, aynı bardaktan su içmesi uzun sürmedi. Parmaklar yerine çatal ve bıçak kullanılmaya başlanırken, varlıklılar da geceleri yatmadan önce pijama ya da gecelik giyer oldular. Kişi hakları ve dokunulmazlığı gelişti. Önceleri aynı odada oturulup yatılırken, sonraları ayrı yatak odaları düzenlendi. Hamamlar kapatıldı, ırmaklarda ya da denizde erkekler ve kadınlar için ayrı ayrı yüzme yerleri oluşturuldu. Bir başka deyişle, artık eskinin, insan vücudunun işlevlerine olumlu yaklaşımı, yerini anlamsız bir fazilet yarışı ve gösterisine bıraktı. Hatta 19. yüzyılda toplum öylesine duyarlı bir hale geldi ki, kazara cinsellikle ilgili bir sözcük duyulsa hemen ona 'iğrenç!', 'lanet olsun!' damgası vuruluyordu. Öyle ki, kaba et, göğüs, terleme gibi önemsiz sözlerin kibarca kullanılması bile hoş karşılanmazdı. Artık insan vücudu dokunulmazlar listesine alınıyor, giderek bir tabu haline geliyordu. Batı uygarlığı, dünyayı ele geçirme çabası içindeyken de unutmadı fazilet dağıtmayı. Topraklarına el konulan halklara, üstelik onlarda çıplaklık bir yaşam biçimi olarak benimsenmiş olmasına karşın zorla o 'ünlü' anlayışlarını aşılamaya çalıştılar. Gunumuz.de bile, geçmişteki bu olumsuzluğun etkisiyle kimi Afrika ve Asya ülkeleri, 'uygarlaştır-ma' adına, yurttaşlarını hiç de alışkın olmadıkları türden giysiler kullanmaya zorlamaktadır. Bir yandan da bu varsıl ülkeler ve Batılı ülkeler birçok açıdan eskinin hoşgörülü değer yargılarını uygulamaya da başlamışlardır. (Bu gelişmenin tartışmasını daha kapsamlı bir biçimde kitabın «Cinsellik ve Toplum» başlıktık üçüncü bölümünde bulacaksınız.)

Çağdaş toplum, bizi büyük ölçüde cinsel baskı altında tutarken, tüm insanlar için daha insanca bir yaşama doğru da önemli bir yardımda bulunmaktadır; insan vücudu ve işlevlerinin bilimsel keşfi.

Eski ve yakın soylarımız bize biyoloji ve tıp konusunda çok az bir bilgi aktarmışlar, hastalandıkları zaman ise kocakarı ilaçlarına, boş inana ya da tümden büyücülüğe bel bağlamışlardır. Büyü ve gizemli şeylere duyulan inançlar, aynı zamanda onların cinsel ve üretimsel yaşamlarını da yönlendirmiştir. Örneğin 'aşk iksiri' ile çoğu erkek ve kadın, hiç istek duymasa bile eşinin kalbini kazanacağına inandırılmıştır. Bir başka inanışa göre, gebe kadın, düşünde biriyle birleşirse, bu çocuğunun kör doğacağı anlamına geliyordu. Kan dolaşımı, hormonlar, erkek ve dişi üreme hücreleri (sperm ve yumurta) vb. çağdaş buluşlar üzerine herhangi bir bilgisi yoktu halkın. Birçok saygın bilimadamı, yalnız erkeklerde değil, kadınlarda da meni benzeri bir salgının bulunduğunu, vajinada döllenmenin olabilmesi için de bu sıvıların karışımının zorunlu olduğunu savunuyordu. Ayrıca dölütün yaşamaya başlaması, gebeleğin beşinci ayında anne karnında tekmelerin duyulduğu sırada gerçekleşiyordu onlara göre.

Daha sonra bu ve benzeri yanlış anlayışlar çağdaş bilimin gelişmesiyle etkilerini yitirmiştir. Ancak günümüzde görülen olgular da öyle çabucak ve kolayca ortaya çıkmamıştır. Kimi biyolojik yasalar ve hastalıkların kesin nedenleri yüzyıllardan beri sabırla sürdürülen gözlemler sonucunda aydınlanmıştır. Sonunda, bilimsel araştırmalar insanları öylesine beklenmedik sonuçlarla karşı karşıya bırakmıştır ki, bunları benimsemekte oldukça güçlük çekmişler, hatta bir süre yadsımışlardır da. Gerçekte bilimsel gelişmeler salt bu sonuçlarla kalmamış, bizim geleneksel düşün biçimlerimize dahası, yaşama biçimimize de meydan okumuştur. Son zamanlarda bunun çarpıcı bir örneği, laboratuvarda insanın cinsel tepkilerinin gözlemlenmesi sırasında yaşanmıştır. Bu buluşlar, çok yaygın varsayımların çürütülmesiyle sonuçlanmıştır. Bir örnek verelim: Kadının cinsel kapasitesinin en az erkeğinki kadar, hatta bazı görüşlere göre erkeğinkinden de fazla olduğu savı ortaya atılmıştır. Açıktır ki, böyle bir anlayış cinsiyetlerarası ilişkilerin tümden gözden geçirilmesini gerekli kılabilir. Bu ya da başka önemli gözlemler, çok derin toplumsal değişimlerle de sonuçlanabilir.

Böyle değişmeler gereklidir belki, ama ne yazık ki hoşgörüyle karşılanmıyor her zaman. Nitekim bilimsel gözlemler bu türden tepkiler ve karşı durmalarla çok karşılaşmıştır tarihte. Bilimadamları ne zaman basmakalıp düşüncelerden kuşkulansa ya da bunların yanlışlığını göstermeye kalkışsa-lar, kendilerine toptan karşı çıkılmış, dahası, zaman zaman alaya bile alınmışlardır. Zaman zaman da bu buluşları ortadan kaldırılmaya çalışılmış ya da hor görülmüştür. Kimi toplumlar yalnız buluşlara değil, bilimin kendisine de sert tepkiler göstermiştir. Bugün bile pek çok insan, yaşamın gizemlerini ortaya çıkaran bilimadamına karşı içgüdüsel bir tepki ve saygısızlıkla karşı çıkmaktadır.

Gerçekten de, bilimsel yaklaşımın, şimdiye dek yüceltilerek kutsallaştırı-lan nesnelerin büyüleyici şalını sıyırıp attığı için toplum da sarsıntılara yol açtığı yadsınamaz. Gerçekte bilimsel çalışmaları görkemleştiren ve böylesine önemli değişimler sunmasına yol açan, onun incelediği nesneye karşı önyargısız, herhangi doğru olmayan bir bilgiye uzak duran yaklaşımıdır.

Bu kendine özgü nesnel tutum; özel bir duyarlık, bir aydın disiplini, özel bir düşünme yetisi, yani çağdaş bir yaklaşım ister. Ortaçağda, Antik Yunan ve Roma'da insan kendisini dünyanın ayrılmaz bir parçası olarak görür ve kendisini ondan ayırmak istemezdi. Bu haliyle, o ahlaksal ilgi ve duygularını bastırmıyor, ancak tüm kişiliğiyle her şeye tepki duyuyordu. O, güneş, dünya ve tüm yıldızların çevresini sardığı evrenin merkezinde yaşadığına inanmakla kalmaz, bu evrende yaşayan her şeyin, kendisi için kişisel anlamları olduğunu ve bunların her nasılsa kendi yazgısıyla ilgili bulunduğunu da kabul ederdi. Kimi olaylar karşısında bunu Tanrıların ya da Tanrının, kendisini ödüllendirmek ya da cezalandırmak için yaptığını söylerdi. Örneğin, sağlık dürüstlüğün ödülü, hastalık da günahın bedeli olarak değerlendirilirdi. Kuralcı ve nedensel yasalar arasında herhangi bir ayrım sözkonusu değildi. Doğa yasası, Tanrısal irade tarafından oluşturulmuştu. Yorumu da doğruluğu da tekti.

Doğa yasası, Tanrının isteğine göre işliyordu. Çağdaş bilimin başlangıcı, tarihte açıklama ve doğruluğun ilk ayrıldığı zaman olarak kabul edilebilir. Sağlık ve hastalık gibi, güneş ve yağmur, iyi ve kötü ürün, insanın her zaman görülen davranışları ve ahlaksal tutumlarına göre bir ödül ya da ceza olarak dikkate alınıyordu. Bilim, işte insanın üstündeki tüm bu doğaüstü etkileri ve anlamları çürüttüğü zaman olası göründü. Bundan sonra da doğa ve benzeri konular üzerine herhangi bir Tanrısal yorum ve insan ilgisine başvurmaksızın çalışmalarını sürdürdü.

Bilimadamı, insan bedenine nesnel, yansız bir anlayışla yaklaşır. Yani tam anlamıyla gözlemlenebilir, ağırlığı ve uzunluğu belirlenebilir bir nesne olarak görür onu. Bedenin güzelliği, günahkârlığı, hatta sağlığı, onun bilimsel yaklaşımı dışında kalır. Amacı, iyi ya da kötü olmasına kafa yormaksızın, yalnızca incelediği nesnenin işlevlerini anlamaktır. Değerini değil, olgunun kendisini inceler. Başka bir deyişle, bilimadamı bedenin ne olacağını kurallaştırmaya değil, ne olduğunu tanımlamaya çalışır. Bedende bir hastalık görürse, bu hastalığın belirtilerini çıkarır ve nedenlerini araştırmaya koyulur. Böylece üzerine düşeni yapmıştır. Hastalığın iyileştirilmesi başka uzmanların işidir artık. Gerçekte, günümüzde tanı ve* iyileştirme, tek kişi eliyle yürütülmektedir. Bu görevi bir doktor üstlenmektedir genellikle. Ancak iyi bir doktorun iki ayrı işlevi yerine getirdiğini bilmesi ve kimi durumlarda onları birbirinden ayırması gerekir. Bir bilimadamı olarak sürekli yoğun biçimde içilen sigaranın hastayı ölüme sürükleyebileceğini bilmeli,- bir iyileştirici olarak da ona sigarayı bırakmasını öğütlemelidir. Bu öğüt yaşamın, sigaradan alınan hazdan daha değerli olduğu yargısı üzerine kurulacaktır kuşkusuz. Bununla birlikte hasta, sigara içmeyi sürdürüp kendisini ölüme teslim ederse, doktor, ölen bir adam üzerinde yalnızca sigaranın etkisini gözlemleyen bir bilimadamı olarak rolünün kısıtlandığını görecektir. (Bunun en çarpıcı örneği, ünlü psikanalist Sigmund Freud'un durumudur. Freud, bir bilimadamı olarak sigaranın kendisini ölüme götüreceğini biliyordu. Ancak bir iyileştirici olarak onu bırakmadığı sürece, bilgisinin hiçbir yararı olamazdı kendisine. Hasta olarak yadsıdı istenileni ve sonuçta çene kanserinden öldü.)

Olayları bilimsel açıdan değerlendirmek, bilimle uğraşmayan kişilere güç gelmiştir oldum olası. Özellikle çağdaş bilimin henüz geliştiği yıllarda halkın büyük çoğunluğu vurdumduymazlık içinde, bilimadamlarının araştırdıkları konular üzerinde ahlaksal yargıların kısıtlayıcılığını dikkate almasını yanlış anladı. Örneğin, 16. ve 17. yüzyılda, bilimadamları, insanın anatomik yapısını incelemek için cesedi parçalara ayırmak gerektiğini söyleyince herkes dehşete düştü. Hiç kimse bilimsel çalışmalar için bilimadamlarına ölülerini vermeyi düşünmediği gibi, bu tür çalışmaların yasaklanması için de ellerinden geleni yaptılar. Sonuç olarak pek çok anatomist, çalışmalarını büyük gizlilik içinde sürdürmek zorunda kaldı ve mezarlık ya da darağacından ölü alabilmek için büyük paralar ödedi. (Günümüzde de kimi cinsel araştırmalar gizlilik içinde başlamış, üzerinde çalışmalar yapılan sokak kadınlarına da yüksek ödemelerde bulunulmuştur.) Bütün bu engellemelere karşın, yüzyıllarca süren çalışmalar en sonunda meyvesini vermiş, insan vücudunun kap-samH bir biçimde gerçekleştirilen incelemesi, başka çalışmalara da sınırsız olanaklar kazandırmıştır. Bilimin kendisi büyük yansızlık ve nesnellik içinde olmasına karşın, bilimsel bilgilerin ahlaksal amaçlar için kullanıldığı da olmuştur. Bu yüzden, hastalıkların iyileştirilmesi ve önlenmesinin önemi tartışılmaz ama, bu alanda insanın gizil gücünün gerektiği ölçüde kullanılmasını engelleyen dar, boş inançlardan ve anlamsız korkulardan sıyrılıp özgürce davranabilmek de zorunludur.

Bilim, her bir buluşuyla insanın geleceğini yönlendirmekte ve onun yeteneğine katkıda bulunmaktadır; bu yüzden tüm insanlık, derin bir saygı duyuyor bilime. İnsanlığa yaptığı hizmetler için de minnet duygularımızı sunuyoruz ona Cinsel araştırmalar alanında son on, on beş yılda çok çarpıcı gelişmeler görülmüştür. Hemen hemen her gün, üremenin işlevleri ve cinsellik anlayışı üzerine yeni görüşler ileri sürülmektedir. Geçmişte bunlar birbirine sıkı sıkıya bağlıydı ve üstelik pek bir şey bilinmiyordu. Bu yüzden, insanların denetimi de sınırlı kalıyordu. Cinsel ilişki üremeye yol açıyor ve birleşme olmaksızın üreme de gerçekleşmiyordu. Çiftlerin sınırlı sayıda çocuk sahibi olabilmelerinin yolu, cinsel perhizden geçiyordu; ancak bu da pek kolay olmadığından, doğan çocukların sayısı bile unutuluyordu neredeyse. Öte yandan, çok sayıda doğum yapan kadınlar da çoğu kez ölümle burun buruna geliyor, yaşamlarını yitiriyorlardı. Bir türlü çocuk sahibi olamayan çiftler ise kısırlıklarını alınyazıları olarak görüyorlardı. Zamanla, üreme bilinçli bir seçim anlayışıyla birleşti, Yani bilimadamlarının üreme olayını kavramalı, gebeliği önleyici yöntemlerin gelişmesini sağladı. Günümüzde, istenmeyen gebelikler kolayca önlenebiliyor artık. Bundan başka, eskiden umutsuz bir sorun olan kısırlık, şimdi başarıyla iyileştirilebiliyor. Günümüzde, çocuk sahibi olma, herhangi bir birleşme olmaksızın, yapay dönllenme yoluyla da sağlanabilmektedir. Cinsellik ve üremeye ilişkin konuları birbirinden tümüyle ayırmanın zamanı gelmiştir.

Bu çağdaş gelişmeler, tam bir cinsel eşitlik için güçlenen istemi destekleyerek büyük toplumsal sonuçlar doğurmaktadır. Cinsiyetler arasındaki biyolojik ayrımlar, kadın ve erkeği farklı toplumsal rollere zorlayıcı yargılar olarak kullanılmaktadır çoğu kez. Böylece erkekler, 'Kadının görevi yuvasından ayrılmamaktır, onun yeri çocuğunun yanıdır, bu görevi doğa yüklemiştir ona' zihniyetini benimsemektedirler. 'Bu doğal görev dışında herhangi bir göreve yönelmek doğru değildir.' (İşin garip yani, babalık, açıklanmayan aynı doğal nedenlere boyun eğmeyi hiç uygun bulmamıştır.)

Bununla birlikte, kadınlar bu kaderci anlayışın kabuğunu kırarak, bu görevi yapıp yapmamayı gönüllerince, özgürce belirlemeye başlamışlardır artık. Öte yandan, toplumdaki genel değişiklikler de kadınların sözde 'doğal'görevlerinin ne anlama geldiğini daha geniş bir biçimde gösterdiği içindir ki, günümüzde bu düşünce, daha çok kaba, ayrıcalıklı konumlarını haklı çıkarmaya çalışan erkek ideolojisi tarafından yayılıyor.

Bu olguya hangi gözle bakarsak bakalım, sürdürülen bilimsel araştırmalar, şimdiki inançlarımızın çoğunu çürütecektir er geç. Özellikle cinsellik konusu gündeme gelince, ne denli nesnel ve yansız olmaya çalışırsak çalı-şalım, hâlâ kimi önyargıların etkisinden kurtulamadığımız apaçık görülmektedir. Dahası, çoğu kez gözlemlerimizin henüz bilmediğimiz önyargılar ve açıklığa kavuşmamış ahlaksal varsayımlar tarafından nasıl biçimlendiğini göremiyoruz. Özcesi, şu meraklı yanımız, doğuştan geldiğini sandığımız birtakım yanlış alışkanlıklarla kuşatılmıştır. Oysa biz uzun bir deneyimden geçerek gelen çağdaş bilimin, tam bir kesinlik ve nesnellikle kişisel ilgi ve isteklerimize en iyi biçimde hizmet edebileceğini görmeliyiz.

Bilim, insanın üzerinde çalıştığı her şeyin insan açısından, Tanrısal görünüşünü çürütmeye başladığı zaman boy attı. Bu aykırı görünen yaklaşım, sonraları daha derin anlayışlara kapılarını açmıştır. Ama bu dar kişisel isteklerimizi aşmaya yönelirsek, öz gerçeğimizi bulacağımız konusunda umutlanabiliriz. İşte ancak o zaman gerçek anlamda kavuşabiliriz özgürlüğe.

Bilimin yardımlarıyla, insan vücudunun işlevlerinin ne olduğu konusundaki doğruları eskisinden daha fazla insana ulaştırdığı içindir ki, kitle iletişim araçlarına ve çalışanlarına minnet duyuyor, teşekkür ediyoruz.

Artık pek çok insan, eski çağların doktorlarından daha fazla anatomi ve fizyoloji bilgisi edinmiştir. Ama bu insanlar, ne denli kuramsal bilgileri olursa olsun, herhangi bir hastalığa kolayca yakalanabilmededirler. İnsan vücuduna yaklaşımda soylarından ayrılıyorlar; yani kendi bedenlerine karşı bir soğukluk duyuyor, alışılmamış ise, kendi bedenine bilimsel açıdan yaka-şabilmekte, geçmişin tüm verilerinden yararlanmasını becerebilmektedir.

Günümüz sanayi toplumu, hepimizin üzerinde bir disiplin kurmaya çalışmaktadır. Bunun etkisiyle olacak, çoğu kez duygularımızı dile getirmeye, dürtülerimizi izlemeye ya da enerjimizin zevklerimize göre yönlendirilmesine yanaşmayız pek. Tak tersine, işimiz söz konusu oldukta, hemen düzenli ve belirgin bir dinlenme ve zamanı ayarlamak için geliş-gidiş çizelgesi çıkarmaya koyuluruz. Yani içimizde doğan istekleri bir anda çıkarmaya koyuluruz. Yani içimizde doğan istekleri bir anda bastırıverir, duygularımızı tekdüze bir ortamda körletiriz. Özcesi, kendimizi iş yaşamının düzenli işleyen aygıtlarına dönüştürme çabası içinde buluruz. Sonuçta, insan vücudunu bir robot, bir makine gibi kullanıp, bu vücut-makine'nin tüm işlevlerine ilişkin artan bilgi ve anlayışımızı da onun verimlilik hanesine yazmaya başladık.

Ne yazık ki, çoğu insanın bu tutumu cinsel ilişkilerini de yansımaktadır. Bu, gençliklerinde, bedensel bakımdan dinç oldukları yıllarda daha açık bir biçimde gösterir kendini. Bu insanlar çoğu kez yeni bir yemek rejimine, yeni bir ilaç denemesine, ya da yeni bir alet kullanmaya, özcesi, cinsel güçlerini artıracağını umdukları her uygulamaya büyük bir istekle sarılırlar. Dahası, kendilerini herhangi bir okuyucu olmaktan kurtaracağını, usta bir âşık düzeyine yükselteceğini umdukları sayısız seks kılavuzunu, aşk ve cinsel teknik konulu kitapları da ellerinden düşürmezler.

Yadsımayalım, pek çok yararı olabilir bu tür kitapların. Yüzyılların baskısından sonra, insanın cinsel işlevinin açık bir tanımı ve olası cinsel ilişki biçimlerinin gösterilmesi, gereksiz ve anlamsız yasaklarla kuşatılan erkek ve kadının, az da olsa özgür davranmasını sağlayabilir.

Ne yazık ki, bu başvuru kitaplarının pek çoğu, cinsel mutluluğun bir hüner işi olduğunu söyler ve atletik bir yetenek gerektirdiği biçiminde yanlış bilgiler taşıdığından, çitflerin olumsuz bir görüş edinmelerine yol açar. Çiftler, bu yanlış bilgilerden hareketle, cinsel işlevlerini değerlendirmeye kalkışırlar ve «demek ki yetersizmişiz» kanısına kapılarak, cinsel işlevlerinin artık sona erdiğine inandırırlar kendilerini. Gerçekte cinsel hünerlerini ustalıkla uygulayabilen, hatta en önemsiz bir hareketi bile kaçırmayan pek çok insan, doyuma ulaşamama sorunun çözemeyebilir. Nitekim, mekanik yaklaşımların yol açtığı birçok cinsellikten uzaklaşma olayına rastlanmıştır. Son yıllarda, özellikle gençlerin mekanik yaklaşımlar sonucu yıkıma sürüklendikleri ve insan vücuduna karşı isteksiz bir tutum takındıkları saptanmıştır. Ancak gençler de sevgi ya da algılarını çarpıtan disiplin ve yarış (rekabet) toplumunun gerçeklerini anlamaya başlıyor ve dikkatli br çabayla eski dönemlerin tensel ya da duyusal yanlarını yeniden kazanmaya çalışıyorlar. Böylece, vücutlarını herhangi bir sömürü söz konusu olmaksızın, geçmişleriyle kurdukları çok yönlü bağlarla değerlendirecek ve benimseyecek bir olgunluğa ulaşıyorlar.

Bugün çok sayıda genç erkek ve kadın, hiçbir sıkılma duygusuna kapıl-maksızın, çıplak insana bakabilmekte, dahası, çıplaklığı günlük yaşamın kanıksanmış bir olayı olarak görebilmektedir. Her şeye karşın, insan vücuduna, özellikle onun cinsel işlevlerine karşı kötü gözle bakmanın yaygın bir biçimde sürdüğünü de unutmamalıyız. Bu görüşü taşıyan insanlar salt eskinin erdemlilik taslayanlarıyla sınırlı kalmıyor, davranışları psikolojik olarak yanlış yönlendirilmiş ya da bu konuda hiçbir bilgisi olmayanlara dek uzanıyor.

Konuya bakışımızı sınırlandıracak olursak, özgürce bir öneride bulunmak ve içtenliğin yarattığı yeni durumun havasından yararlanmak, doğru ve gerekli görünüyor bize.

Aşağıdaki sayfalarda, insan vücudunun cinsel görümümüne, özellikle erkek ve kadının cinsel organları, çocuk düşürme, cinsel tepkiler, üreme ve gebelikten korunma konularına ilişkin kimi temel bilgiler bulacaksınız. Buna ek olarak, normal cinsel işlevin bozulmasına yol açan kimi bedensel düzensizlikler üzerine bilgiler de yer almakta. İnsanın cinsel davranışlarının ruhbi-limsel açıdan çözümlenişi, «İnsanın Cinsel Davranışı» adlı ikinci bölümde yer alıyor.

1. CİNSEL FARKLILAŞMA SÜRECİ

Bir insanın cinsiyeti, döllenme zamanında belirlenir. Oysa ana karnında geçen ilk haftalarda insanın erkek mi dişi mi olduğu ayırt edilemez. Bir insanın dişi ya da erkek olduğu, ancak belirli bir süre geçtikten sonra anlaşılabilir.

Hepimiz, yeni doğan çocukların kız mı erkek mi olduğunu farklı dış cinsel organlarına bakarak anlarız. Gerçekte bu organlar dışında onların başka yanlarının çoğu birbirine benzer. Simgesel dişi ve erkek, yıllar sonra başlayacak gelişimlerle ortaya çıkar. Kesin cinsel farklılıklar, dişi ve erkeğin cinsel olgunluk dönemine girmesiyle görünür. Yani bu, onların kendi çocuklarını yapabilecekleri zamandır.

Çoğumuz, cinsiyeti, insanları birbirinden farklı kılan en basit ve temel öğe olarak düşünürüz. Gerçekte bu varsayım dilimizde de kendini gösterir. Cinsiyet sözcüğü, bölmek, ayırmak, kesmek gibi anlamlara gelen, kökü 'se-care' fiiline uzanan Latince sexus'tan türemiştir. Sözcüğün dar anlamıyla dendikte, insan ırkını iki ayrı gruba ayırırız. (Aynı zamanda çoğu yüksek hayvan ve kimi bitkileri.) Bu durumda her birey, bu iki gruptan birine aittir, yâni iki cinsiyetten birine. Bir kişi ya erkektir ya dişi.

Görünüşte bunların tümü yeterince açıktır. Oysa son bilimsel araştırmalar, erkeklik ve dişiliğin geleneksel olarak kabaca belirlenmesinin gerçeği tam anlamıyla göstermeyebileceğini, birtakım karmaşık nedenlere bağlayarak açıklamaktadır. Çağdaş bilimadamları, kişinin kesin cinsiyetini belirleyebilmek için şu yedi soruyu aydınlatmaya çalışırlar.

1. Kromozomal Cinsiyet

Erkek vücut hücreleri bir X ile bir Y kromozomu; kadın hücreleri ise iki X kromozomu içermektedir. Ancak yakın zamanlarda herkesin bildiği bu olguların yanı sıra, başka kromozomal yapılar da belirlenmiş bulunmaktadır.

2. Gonadal Cinsiyet

Erkekler, erkek gonadları adı verilen erbezlerine, dişiler de, dişi gonadları denilen yumurtalıklara sahiptir. Oysa seyrek görülmekle birlikte, aynı vücutta erbezi ve yumurtalıkla ilgili dokulara da rastlanmıştır.

3. Hormonal Cinsiyet

Hormonlar, ergenlik çağında ve doğum öncesinde dişi ve erkek vücudun gelişmesinde önemli rol oynayan erbezleri ve yumurtalıklar tarafından salgılanırlar. Bu homonların eksikliği, dengesizliği ya da fazlalığı, kişinin anatomik ve ruhsal yapısı üzerinde belirleyici bir etkiye sahiptir.

4. Yardımcı İç Üreme Yapıları (Organları)

Erkek Sperm kanalları, vesikül seminalis, bir prostat bezi gibi iç yardımcı organlara sahiptir. Kadında ise dölyatağı, fallop borusu, bir de vajina bulunur. Seyrek durumlarda, bu organların tümü ya da bir bölümü gelişmemiş ya da kaybolmuş olabilir.

5. Dış Cinsel Organlar

Erkekte penis ve bir torba, kadında klitoris, dış ve iç dudak vb. organlar bulunur. Seyrek durumlarda bu organların bir bölümü ya da tümü gelişmemiş ya da kaybolmuş olabilir.

6. Cinsiyet Belirlenmesi ve Yetişme

Erkeksi vücudu olan bir çocuk, çoğunlukla erkek gibi yetiştirilir. Bununla birlikte, bir kız çocuğu gibi büyümesi de olasıdır. Aynı biçimde, bir dişi vücuduna sahip kız çocuğu da erkek gibi büyüyebilir.

7. Cinsel Kimliğin Belirlenmesi

Erkek vücuduna sahip bir çocuğa erkeğin rolü öğretilirse çocuk kendisini bir erkek olarak görür ve buna göre öğrenir. Oysa, kimi durumlarda erkek çocuklar, anne ve babalarının öğüt ve düşüncelerine karşın, kendi kimliklerini bir yana iterek, bir kız gibi davranmaya başlarlar. Kız olarak yetiştirilirken bu kimliğini bir yana bırakıp kendisini erkek gibi gösteren durumlar da olmaktadır.

Bilimadamları, bu yedi ayrı olayın birbirinden bağımsız olabileceği üzerinde durmaktadırlar. Örneğin, yeni doğan bir erkek çocuğun dış cinsel organları görünürde normalken, iç organlarının incelenmesiyle onun dişi cinsel organlarına sahip olduğu görülebiliyor. İşte böyle kusurlu cinsel organlara sahip olduğu bilinmeksizin, görünürdeki durumuyla oğlan olduğu kararlaştırılan çocuk, bir oğlan gibi yetiştirilmeye başlanıyor. («Cinsel Bozuk oluşumlar» bölümüne bakınız). Kendisine yakıştırılan cinsel kimliğiyle gerçek kimliğini arama çabası içindeki bir başka kimseye örnek için de («Transseksüalizm»e bakınız.) Bu gibi olası uyumsuzluklar, kuşkusuz birçok ruhsal ve tıbbi sorunlar yaratmaktadır. İşin olumlu yanı, çoğu insanın dişi ya da erkek olup olmadığı, bu yedi ölçütle açıklık kazanır ve bu nedenle onlar cinsel gelişimleri sırasında bir uzmanın yardımına gereksinim duymazlar.

Erkeklik ve dişilik konusu da bir sorun olmamakla birlikte, dişi ve erkeğin özel toplumsal rollerinde bazı kesin olmayan durumlar ortaya çıkabilir. Buna göre, geçmişte erkek ve kadının çoğunlukla ortak noktalarının çok az olduğu varsayılıyordu. Onlardan yalnızca bu ayrımları görmeleri beklenmez, aynı zamanda birbirlerinden farklı davranmaları da istenirdi. İşte bu anlayış üzerine değerlerini oturtan toplumlar, her iki cins için farklı toplumsal roller ve ahlak ölçüleri geliştirdiler.

Çağdaş araştırmalar, bu geleneksel varsayımlar üzerinde kuşkular uyandırarak onların köklerini sarsmaya başladı. Birçok anlayışların yıkılmasına ya da etkisini yitirmesine karşın, bunlardan biri gücünü korudu. Erkek ve dişi arasındaki bu tek farklılık; onların üreme işlevlerine değgin olanıydı. Her iki cinsiyet de yeni bir yaşamın yaratılmasına, yani bir çocuk sahibi olma gereksinimi duyduklarında, bu işin ağırlığı kadının üzerine yıkılır. Gebe kalan, bebeği karnında taşıyan, onu dünyaya getiren ve ona bakan hep annedir. Üreme olayı dışındaki cinsel farklılıklar, görüldüğü gibi temel değildir. Eskiden, değişmez ve doğuştan geldiği kabul edilen birçok erkek ve dişi özelliklerini kültürel oluşumun etkisinden kaynaklandığı gösterilmiştir. Kuşkusuz her zaman biyolojik kalıtla toplumsal koşullar arasına kesin bir sınır çekilemiyor. Üstelik bu konuda yürütülen bilimsel çalışmaların yeni yeni başlamış olması, konuyu biraz daha nazikleştiriyor. Bu arada cinsler arasındaki pek çok benzerliği anımsamanın da yararı var. Erkek ve dişi anatomisi ile fizyolojisinin benzer yanları ortaya konuldukça, birbirlerini anlamaları da çok daha sağlıklı biçimde gerçekleşecektir.

Aşağıdaki sayfalarda, cinsel olgunlaşma sürecinde, cinsler arasında ortaya çıkan bedensel farklılıkların bir özetini bulacaksınız. Davranışta ve toplumsal konumda cinsel farklılıklar için «Cinsel Davranışların Gelişimi» ve «Erkek ve Kadının Toplumsal Rolleri» bölümüne bakabilirsiniz.

KADIN VE ERKEK VÜCÛDUNUM ANATOMİK GELİŞİMİ

Erkek ve kadın arasındaki anatomik farlılıklar pek öyle büyük değildir.

Onların cinsel sistemleri birbirlerine şaşılacak denli benzer. Öyle ki, gelişmenin ilk aşamasında hangi cinsiyete ait olduğunun belirlenmesi oldukça güçtür. Daha sonraki anatomik değişim ve gelişim, farklılaşmayı artırmasına karşın bu haliyle de cinsel organlar arasında benzerlikler bulunabilir. Başka bir deyişle, cinsel farklılıklar her yumurtaya göre düzenlenirken (geleceğin bedensel biçimleri gibi) yavaş bir gelişme süreci içinde gerçekleşir. Kimi farklı örneklerde, gelişmenin durdurulabildiği ve sürecin tamamlanmadan kaldığı da olur. (Bkz. «Cinsel Bozukoluşumlar»)

Yukarıda belirtildiği gibi, bir kimsenin cinsiyetinin belirlenmesi, sanıldığından da güç olabilir. Ancak günlük yaşamımızda bir kişinin cinsiyetini belirlememiz için, onun açık karakteristik bedensel ve ruhsal davranışlarının yeterli olduğunu düşünürüz. Geleneksel olarak bu belirtiler, ilgili cinsiyetin cinsel özellikleri olarak bilinmektedir ve bunun için üç farklı sınıflamaya gidilir.

1.    Temel cinsel özellikleri, dış cinsel organlar oluşturur. Bunlar doğumla birlikte görüldüğünden, yeni doğan çocuğun kız mı oğlan mı olduğu ilkönce bu organlarıyla belirlenir.

2.    İkincil cinsel özellikler, erkek ve dişi arasındaki anatomik farkın kesin çizgilere ulaşması ve ergenlik döneminde bedensel görünümün gelişmesi olarak bilinir.

3.    Üçüncül cinsel özellikler, temelde cinsiyeti güçlendiren ya da onu yıkıma, düş kırıklığına uğratabilen psikolojik olgulardır.

Temel ve ikincil cinsel özellikler, biyolojik olarak belirlenir ve kişinin erkekliği ya da dişiliğini oluşturur. Üçüncül cinsel özellikler ise temel olarak kültürel bağlamda ele alınır ve bunlar, kişideki erkeklik ya da dişiliğin ruhsal bakımdan oluşumunu sağlar.

Aşağıdaki satırlarda bedensel özellikler yer almaktadır. Cinsel farklılaşmanın psikolojik görünümü için «Cinsel Davranışların Gelişimi» ile «Erkek ve Kadının Toplumsal Konumu» bölümlerine bakınız.

TEMEL CİNSEL ÖZELLİKLER

Cinsel organlar, bir insanın kendine özgü cinsel özelliklerinin çok açık bir görünümünü oluştururlar. Bu organlar, aynı zamanda yeni doğan çocuğun cinsiyetinin belirlenmesinin tek dış örnekleridir. Bununla birlikte, dişi ve erkek cinsel organları, görünürde birbirinden çok farklı olmasına karşın, yapı ve köken bakımından benzerlikler gösterirler. Gerçekten de bu organlar, aynı embriyonik hücre kümesinden gelişmişlerdir. Farklılık yalnızca gebelik sırasında, yani doğum öncesinde ortaya çıkar. («Gebelik»e bakınız.) Cinsel organlar, eksiksiz işlevlerini hormonların gelişiminin tamamlandığı ergenlik çağında kazanırlar. (Bkz. «Hormonların Rolü»)

Erkek

Gebeliğin ilk haftalarında, dişi embriyonunda olduğu gibi, erkek embriyonu da henüz herhangi bir biçimde insana benzemeyecek denli küçük, bir organizma halindedir. Bununla birlikte o, ilkel bir baş ve tomurcuk halinde, zamanla gelişerek gerçek kol ve bacaklara dönüşecek olan organlara sahiptir. Bundan başka embriyon, beili belirsiz gelişerek cinsel organlara dönüşecek sırt halinde beliren bir dokuya da sahiptir. Ne var ki, cinsel bezler ya da gonadlar, ilk önceleri farklı bulunmakla birlikte, henüz bu noktada hâlâ cinsel farklılaşmaya uğramamışlardır. Yani bunlar her iki cinsiyette de aynıdır. Dış kısımda bir çıkıntı (erkeklik organını andırır) ve bir kanal (dişilik organını andırır) gözlemlenebilir ki, bunlar gelecek cinsel organların bulun-

duğu yerde belirir. Erkek embriyonu, üçüncü ayının sonlarına doğru biraz daha biçimlenmeye başlar. O ana değin farklılaşmamış erbezleri gelişir; dışarıdaki çıkıntı bir penis biçimine bürünür ve kanal kapanır. (Bu kapanan kanalın belirtisi olarak her erkekte penisin başından anüse doğru uzanan ince, oluk gibi bir iz kalmıştır.) Çıkıntının her iki tarafındaki derinin iki parçasından torbalar oluşmaya başlar. (Dişide bunlar vulvanın dış dudaklarına dönüşür).

Embriyon gelişimini sürdürürken, cinsel organlar da vücutla birlikte gelişedurur. Yedinci ve dokuzuncu aylar arasında erbezleri, torbaya inerler.

Doğumdan ergenlik çağına değin uzanan dönemde, cinsel organlar herhangi önemli bir gelişme göstermezler. Öte yandan, 12 ile 17 yaşları arasında erkek cinsel organlarında ayırt edilebilir bir gelişme olur ve bu, ilk meni boşalmalarıyla sonuçlanır. Gene bu dönemde, penis altında kasık kılları adı verilen kılların gelişmeye başladığı da görülür. Tüm bu belirtiler, kişinin cinsel organlarının olgunlaştığını gösterir. (Daha kapsamlı bilgi için «Erkek Cinsel Organları» bölümüne bakınız.)

Dişi

Dişi ve erkek embriyonlarının her ikisinde de başlarda cinsel bakımdan herhangi bir farklılaşma görülmediğini biliyoruz. Bu embriyonlar başlarda cinsiyet bezleri ve yumurtalara sahip olmakla birlikte, her iki cins de cinsiyet bakımından aynı özellikleri gösterirler. Tıpkı erkekte olduğu gibi, dişide de gelecekte dış cinsel organlara dönüşecek olan bir çıkıntı ve kanal bulunmaktadır. Bununla birlikte, dişide kanal açık kalırken, çıkıntı da klitorise, yani bızıra dönüşür. Bu kanaldan daha sonraları küçük dudak ve vulva girişi oluşacaktır.

Derinin her iki yandaki parçası gelişerek büyük dudakları oluşturacaktır. (Erkekde bu deri parçaları gelişerek torbayı oluşturur.) Özgün gonadal yapı erkeklerde erbezlerine, dişilerde ise yumurtalıklara dönüşür.

Doğumdan ergenlik çağına değin bir kızın cinsel organları, erkeklerde olduğu gibi herhangi bir çarpıcı değişikliğe uğramaz. Bununla birlikte, 11 ile 13 yaşları arasında vulva çevresindeki kasık kılları gelişmeye başlayacak ve normalde ilk âdet görmesi de bu dönemde gerçekleşecektir. Bu belirtiler de onun artık cinsel bakımdan olgunlaşmaya yaklaştığını gösterir. (Kapsamlı bilgi için «Kadın Cinsel Organları» na bakınız.)

İKİNCİL CİNSEL ÖZELLİKLER

İkincil cinsel özellikler, hormonal, uyarımların bir sonucu olarak ergenlik döneminde görünmeye başlar. Bunlar ilkönce dişilerde, kısa bir süre sonra da erkeklerde görülürler. Bedensel bakımdan gelişmeleri tamamlanan kadın ve erkek, birkaç belirgin farklılık gösterirler («Hormonların Rolü» bölümüne bakınız).

Aşağıdaki satırlarda, ergenlikteki bedensel değişimler üzerinde duracağız. Bu değişimler çok yavaş sürebileceği, hatta on yıllık bir dönemi kapsayabileceği gibi, beklenmedik bir anda, bir iki yıl içinde de tamamlanabilir. Kuşkusuz genel toplumsal koşullar, beslenme ve iklim gibi etkenlerin yanı sıra, bu durumu kalıtımsal yapı da belirlemektedir. Örneğin, Asyalı erkekler Avrupalılara göre daha az sakallı ve kıllı, aynı zamanda daha az kaslı bir görünümdedir.

Erkek

Ergenlik çağındaki erkekte ilk vücut değişimi, erbezlerinin, gelişimi, penisin altındaki kasık kıllarının belirmesi ve penisin genişlemesi biçiminde görülür. Bu gelişmeler vücudun artık cinsel olgunluğa ulaştığını gösterir ve bu arada ilk boşalma gerçekleşir. Başlangıçta boşalma sonucu herhangi bir sperm hücresi görülmeyip yalnızca prostat bezinin ürettiği bir sıvı çıkabilir. (İlk boşalma, mastürbasyon sırasında ya da uyurken olabilir. Hafk arasında çocuğa, rüyasında ıslattığı söylenir.)

Ergenlik çağında vücut hızla gelişir. Omuzlar kalçalarından daha geniş olur. Göğüs çok değişik boyutlarda genişler. Ayrıca kol, bacak ve omuzlardaki kaslar güçlenir ve daha bir belirginleşir. Kasık kılları daha yoğun ve baş kısmı göbeğe doğru uzanan bir üçgen biçiminde büyür. Bu arada kol-tukaltlarında da kıllar çıkmaya başlar. Aynı zamanda bazı erkeklerde göğüs kılları belirir. Genel olarak erkekler dişilerden daha kıllıdır ve yüz kılları da düzenli tıraşlarla sakal haline dönüşür. Cinsel organlar büyürken aynı zamanda gırtlak da genişler. Sonuç olarak erkek, kadından daha güçlü ve kalın bir sese sahip olur.

İKİNCİL CİNSEL ÖZELLİKLER Erkek: Ortalama olarak dişiden uzun ve ağırdır.

1. Saçlar: yaşlılıkla birlikte seyrekleşir. 2. Yüz kılları: sakal ve bıyıklar yetişkinlik döneminde gelişir. 3. Çehre: daha belirgin, yüz daha uzun, baş önden arkaya doğru 'daha uzun. 4. Boyun: daha kalın, daha uzun, gırtlak üçte bir genişlikte. 5. Omuzlar: daha geniş ve köşeli. 6. Göğüs: her boyutta daha geniş. 7. Vücut kıllan: daha belirgin, özellikle göğüs ve kollarda. 8. Memeler: büyümemiş. 9. kaslar: daha büyük ve daha belirgin. 10. Kollar: daha uzun, kalın ve köşeli. 11. Kasık kılları: yukarıya doğru uzanan bir üçgen gibi gelişir. 12. Kalçalar: daha dar. 13. Eller ve ayaklar: daha geniş, el ve ayak parmakları daha kuwetli ve körelmiş. 14. Uyluklar: daha silindi-rik ve çıkıntılı, belirgin kaslı. 15. Bacaklar: daha uzun ve çıkıntılı baidırlı. 16. Koldaki köşeler gibi bacak ve uyluk açısı: uyluktan ayakbileğine kadar düz bir çizgi biçiminde uzanır. Dişi: Ortalama olarak erkekten daha kısa ve daha hafiftir.

1. Saçlar: daha dayanıklı. 2. Yüz kıllan: çok az, ancak sonraki yıllarda ayırt edilebilir. 3. Çehre: kısa, daha narin, yüz yuvarlak, baş daha küçük ve tepeden aşağıya daha yuvarlak. 4. Boyun: daha kısa, daha yuvarlak ve gırtlak daha küçük. 5. Omuzlar. Daha yuvarlak ve eğimli. 6. Göğüs: daha küçük ve dar. 7. Vücut kılları: daha açık ve az. 8. Memeler: daha göze çarpıcı ve ileriye doğru uzamış ve çevresindeki halkalarla memebaşlan iyi gelişmiş. 9. .Kaslar: geniş olarak şişman tabakalar arasında gizlenmiş. 10. Kollar: köşeli. 11. Kasık kılları: ters çevrilmiş bir üçgen gibi aşağıya doğur uzanıyor. 12. Kalçalar: daha geniş ve daha yuvarlak. 13. Eller ve ayaklar: daha küçük ve daha dar. 14. Uyluklar: yukarıda daha geniş ve daha az uzunlukta. 15. Bacaklar: daha kısa ve dış hatlar daha düz. 16. Uyluk ve bacak açısı: dizde bir açı oluşturan biçimde ve önemsiz bit ktvrğgpa var.

Dişi

Dişilerin ergenlik çağındaki fiziksel değişimleri aşağıdaki sırayı izler: İlkönce göğüsler genişlemeye başlar. Sonra vulva çevresinde biraz düz ve sonra karışık, kıvrımlı kıllar görünür. Bu kıllar, tepesi aşağıda bir üçgen biçimindedir. Nihayet koltukaltlarında da kıl çıkmaya başlar. Bu dönemde vücut ağırlaşır ve kalçalar omuzlardan daha geniş olur. Göğsün içinde ve çevresindeki yağ dokusu, omuzlar, kalçalar dişinin vücuduna genel bir yuvarlaklaşma görünümü verir. Bu sırada görülen ilk âdet, cinsel olgunluğun yaklaştığını gösterir. Başlangıçta aybaşların görülmesi düzensizdir ve bazılarında yumurta hücreleri görülmez. Başka bir deyişle, kız aybaşı olmasına karşın hâlâ döllenme yeteneğini gösteremeyebilir. Gerçekten de bir kadın, çoğu kez tüm üreme kapasitesini ilk aybaşından bir iki yıl sonra kazanır.

Dişilerde, gırtlakta kesin bir genişleme yoktur. Bu nedenle erkeklerde sesin değişmesi olayıyla karşılaştırma yapılamaz. Öte yandan kadınlar, erkeklerden daha az kaslı, aynı zamanda daha kısa boyludur.

Ergenliğin sonunda göğüsler kendine özgü yuvarlak biçimini kazanmış ve böylece dişinin ikincil cinsel özelliği daha açık bir nitelik kazanmıştır. Ancak dişiler hamilelikten önce süt üretemezler. («Doğum»a bakınız.)

HORMONLARIN ROLÜ

 

Kadın ve erkeklerin anatomik gelişimleri ile üreme yetenekleri, bedenlerinde bulunan birtakım özel bezlerin işlevlerine bağlıdır. Bu bezler ve salgıları üzerinde yapılan bilimsel çalışmalar, günümüzde henüz ilerleme aşamasındadır. Bu yüzden, bu konuda bilmediğimiz daha pek çok şey vardır.

Ağız içinde, deride ya da kadınların memelerinde bulunan bezlerin süt, tükürük, ter vb. maddeler çıkardıkları uzun süredir bilinmektedir. Bunlar karmaşık yapılı bezler olup salgılarını kendilerine ait kanallarla dolaştırırlar. Bu çeşit salgılar gözle görülebilir, izlenebilir ve ölçülebilir. İnsan vücudunda ayrıca kanalsız bezler de vardır. Bunlar salgılarını doğrudan doğruya kan dolaşımına akıtırlar. Bu tür bezlere iç salgı bezleri denir. (Grekçe 'endokrin' içe salgılayan demektir.) Görevleri, başka organların işlevini uyarmak ve düzenlemektir. Bu bezlerin salgılarına ise hormon adı verilir. Hormon da Grekçede 'uyandıran', 'canlandıran', 'tahrik eden" anlamlarına gelir. Her insan vücudunda iç salgı bezleriyle çok farklı amaçlara yönelik çeşitli hormonlar bulunur. Kişinin cinsel ve üreme yeteneklerini etkileyen hormonlar aşağıdaki sayfalarda anlatılacaktır.

Cinsiyet ve üreme açısından en fazla önem taşıyan iç salgı bezleri, hipofiz bezi ile erkek ve dişi organlar içinde gonad diye adlandırılan erbezle-ri ve yumurtalıklardır. Hipofiz bezi, beynin en alt kısmında yer alır. Bazen bu bez 'yönetici, ana bez' diye de adlandırılır. Çünkü ergenlikle birlikte salgıladığı hormonlar, öteki iç salgı bezlerini de uyarır ve bunların birbirlerine göre işleyişlerini düzenler. Hipofiz hormonları arasında en ilginç olanlar FSH, (follicle - stimulating - hormone) yani folikülü uyarıcı hormon ve LH (luteinizing hormone), luteinleştirici hormondur. Bunlar dişi ve erkek gonad bezlerini uyararak bu bezlerin kendi hormonlarını salgılamalarına yol açar. LH hormonundan aynı zamanda erkeklerde erbezlerindeki hormonları harekete geçirici hormon, yani ICHS (İnterstitial - celi - stimulating hormone) olarak da söz edilir.

Gonadlar ya da cinsiyet bezleri erkeklerde erbezi, dişilerde yumurtalık olarak görülür. Bu bezler tarafından üretilen hormonlara cinsiyet hormonu denilir ve bunlar bellibaşlı gruplara ayrılırlar. Özellikle yetişkin erkekte kendini gösteren hormona androjen denilir. Yetişkin dişilerde özellikle beliren bir başka hormon grubuna da östrojen denir. Dişilik gonadları, projesteron adı verilen bir hormon daha üretmektedir. Bu hormonun kadının üreme etkinliği açısından ayrı bir önemi vardır. Bununla birlikte dişide östrojenlerin, erkeklerde androjenlerin ağırlıkta olmasına karşın, her bireyde iki ayrı hormon grubu da bulunur. Cinsiyet hormonları, kişinin cinsel olgunlaşmasında önemli rol oynarlar. İlk belirgin etkileri, insanoğlunun doğumundan bile önce başlar.

İnsan embriyonu yaşamın ilk haftalarında henüz cinsel bir farklılaşmaya uğramamıştır. Gonadlar da başlangıçta her iki cinsiyette de aynı durumdadır. Daha sonra dış cinsiyet organlarının gelişeceği yerde erkek organını andıran bir şişkinlik ile dişi organını andıran bir çukur göze çarpar. Belirgin bir farklılaşma, gebeliğin ikinci ayının sonlarına doğru başlar. Bu sırada erkek embriyonda androjenlerden biri olan testosteron hormonu üretimi görülür. Bu da cinsiyet bölgesi şişkinliğini yavaş yavaş bir penise dönüştürür. Altındaki çukur kapanır ve içte bir kanal oluşur. Bu kanal da idrar yoludur. Cinsiyet organları, eçbezi görünümü kazanır ve doğumdan önceki birkaç hafta içinde torbaya inerler. Erkeklerde doğumdan önce bu testosteron üretimi olmazsa, cinsiyet organlarının tam anatomik gelişimi gerçekleşemez.

Dişi bir embriyon için fazladan yeni bir hormon salgılanması gerekmez. Zaten dişi iç ve dış cinsiyet organları hiçbir özel ya da ek unsura gerek duymaksızın oluşumlarını kendiliğinden sağlarlar. (Bundan dolayı da dişilik cinsiyeti temel, birincil cinsiyet olarak kabul edilir). Androjenlerden gelen herhangi bir özgün uyarı olmadığı için henüz farklılaşmamış durumdaki cinsiyet organları yumurtalıklara dönüşürler. Embriyonun cinsiyet bölgesindeki şişkinliğinden de klitoris gelişir. (Klitoris, gelişme döneminde testosteron gibi bir uyarıcısının olmamasından dolayı penisten daha küçüktür.) Öte yandan, oluşum sürecinde vulva girişi ve iç dudağın meydana geleceği kanal, biraz daha derinleşerek açık kalır.

Doğumla ergenlik dönemi arasındaki çağda, kişinin cinsiyet organlarında belirgin bir gelişme görülmez. Androjen ve östrojenin düzeyleri hemen hemen her iki grupta da aynı kalır. Aşağı yukarı sekiz yaşlarında, hormon düzeyinde yavaş bir gelişme göze çarpar. 10 ile 11 yaşlarında bu artış özellikle dişilerde belirgin bir durum alır. Hipofiz bezleri de dişilerde ICSH diye , bilinen LH (luteinleştirici) ve FSH'yi (golikül uyarıcı hormon) önemli ölçüde salgılamaya başlar. Bu hormonlar, yumurtalıklarda yumartalar ve erbezlerin-de spermlerin üretimi kadar gonad hormonlarının salgılarını da uyarırlar. Erkeklerde androjenler, östrojenlerden biraz daha fazla bir düzeye, dişilerde ise östrojenler androjenlerden çok daha yüksek bir düzeye ulaşırlar. Bu yoğunlaştırılmış hormonal bombardıman, erkek ve dişi vücudunda ikincil cinsel özelliklerin gelişmesiyle sonuçlanır. Bu fiziksel olgunlaşma aynı zamanda sinir sisteminin de her yönüyle gelişmesine yol açar ve böylece erkek ve dişi cinsel sorumluluğunun temeli atılmış olur. Seyrek olarak kız ve oğlanların gonadlarının gelişmesi başarısızlıkla ya da bir kayıpla sonuçlanırsa, bu, onların tüm fiziksel gelişimlerine etkiliyebilir. Cinsel sorumlulukla ilgili yetenekleri en alt dü2eyde kalır ve ikincil cinsel özellikler de kuşkusuz fazla belirginleşmez. Örneğin, erbezleri torbaya inemeyen ya da ergenlik öncesinde hadımlaştırman bir çocuk, genel olarak ergenlik çağında beliren özellikleri göstermez; erkekler de tipik bir gelişme olan gırtlağın genişleme-siyle sesin değişmesi olayını yaşayamaz. 18. yüzyıl Avrupa'sında müzik hayranları opera müziği yaparken bu olgudan yararlanarak değişik bir ses kullanmayı bile denediler. Yani sesleri için kendilerini hadımlaştırdılar. Nitekim sesleriyle ünlenmiş çok sayıda çocuk sanatçı, seslerini koruyabilmek ve net perdelere sahip olabilmek için hadım olmuştur. Ayrıca bu çocuklar önemli ölçüde müzik eğitimi de almıştır, kimileri de ün dolu bir yaşam sürme beklentisi içinde olan birçok virtüöz ya da başka müzisyenlerle karşılaştırılamayacak ölçüde büyük kontralto ve sopranolar haline geldiler, yetişkin bir erkek oldukları zaman. Handel, Cluck, Mozart gibi en büyük kompozitörler, en ünlü parçalarını bu hadımlaştırılmış erkek müzisyenler için hazırladılar. Ancak günümüze dek ulaşan bu tür opera yapıtları eski değerlerini yitirmiştir artık. Bunların modern seslerle icra edilebilmeleri için yeniden düzenlenmeleri gerekmektedir.

Yetişkinlerin hadımlaştırması, çocuklarda görüldüğü gibi, ayrı belirgin sonucu vermez. Bu, birçok Asya ve Ortadoğu ülkelerinde uzun zamandan beri bilinmektedir. Eskiden, yetişkin erkek köle ve hizmetçiler, harem korumacısı olarak görevlendirilirler, padişah eşleri ve cariyelerinin gebe kalmaması için hadım edilirlerdi. (Aslında bu iş için kısırlaştırma yeterli olmaktadır.) Hadımların, dölleme yeteneğinin yitirilmesi dışında herhangi bir fiziksel eksiklik göstermeleri gerekmez. Modern hadım tipini tüysüz, şişkin, cılız ve yüksek perdeli bir sese sahip olarak göstermek yanlıştır. 18. yüzyıl Avrupa'sına dönersek, bu dönemde genel olarak Avrupalıların biyolojik olgula-nn çok gerçekçi ve dikkate değer bir değerlendirmesine sahip oldukları görülür. Örneğin, çok sevilen «Saraydan Kız Kaçırma», operası tam da harem korumacılarına uygun bir sesle, derin, bas bir ses için yazılmıştır. (Burada ayrıca şehvete düşkün bir tip canlandırılır.) Kural olarak kimi yıllarca süren, vaktinden önce bozulan, örnekler olmasına karşın, insan vücudunun eksik bir gonadal hormonu birkaç ay içinde düzeltme yeteneğine sahip olduğu görülmektedir. Günümüzde, hadımlaştırmanın etkileri hormonal tedaviler sonucu tümüyle yok edilmektedir.

Yukarıda belirtildiği gibi, hormonlara ilişkin önemli sorunlar ve henüz yanıtlanamayan etkileri.üzerine bilimsel çalışmalar sürdürülmektedir. Bununla birlikte, halk arasında tüm ayrıntılarıyla bilinmese de, bazı genel sonuçlar şimdiden tartışılmaktadır. Gerçekten de bugün birçok erkek ve kadın beslenmeleri gibi, hormonların etkilerini rastgele ve seve seve tartışıyorlar. Ne yazık ki hormonlar konusundaki pek çok kanı tümüyle yanlıştır, özellikle cinsellikle ilgili kanılar.

Bu karmaşıklığın bir kısmı iç salgı bezleri ve salgılarını konu edinen endokrinoloji tarafından açıklanabilir. Bulgulanan ilk hormonlar gonad ve cinsiyet bezleri tarafından salgılanan hormonlardır. Gonadların erkek ve dişi gametleri, yani cinsiyet hücreleri ürettiği bilinmesinden bu yana, gona-dal hormonlara yakın zamanda basit cinsiyet hormonları adı verildi ve bunlar, erkek ve dişi cinsiyet hormonları olarak ikiye ayıldı. Bununla birlikte, böylesine uygun bir karşılaştırma yanlış olur. Erkek cinsiyet hücreleri, yani spermler yalnızca erkekte ürerken, erkek cinsiyet hormonları olarak adlandırılan androjenler her iki cinsiyette de üreyebilmektedir. Buna karşın dişi cinsiyet hücreleri yani yumurtalar yalnızca dişide oluşmakta, dişi cinsiyet hormonları olarak bilinen östrojenler ise her cinsiyette de görülmektedir. İşte erkek ve dişi cinsiyet hormonları arasında böylesi bir ayrım yanlış bir noktaya götürür bizi. Gerçekten de gonadal hormonların her görüldüğü yerde cinsiyet ayırt edici hormonlar olarak değerlendirilmesi, cinsel davranışları da değişik biçimlerde belirleyen yanlış bir kavrama yol açacağından, büyük önem taşımaktadır. Örneğin, kimi insanlar cinsiyet hormonlarının, cinsel arzunun doğrudan belirleyicisi olduğuna inanırlar ve bu nedenle onların çoğalmasının cinsel arzuyu artıracağı, azalmasının da cinsel arzuyu zayıflatacağı biçiminde bir görüşe ulaşırlar. Gerçekten çok yaygın olan bu görüşe dayanarak pek çok insan, cinsiyet bezlerinin ve böylece cinsiyet hormonlarının yoksunluğundan ötürü, artık çarpıcı ya da başarılı bir cinsel etkinlik gösteremeyeceği saplantısına kapılır. Kimi ülkelerde de bu varsayıma dayanılarak cinsel saldırganlara ceza vermek amacıyla hadımlaştırma yoluna gidilir, sözde bu önlemle onun saldırgan davranışlarına bir son verilecektir. Bununla birlikte, bilimsel çalışmalar erbezlerinin yitirilmesi ya da yok edilmesi durumunda gelişkin bir adamın cinsel etkinliğinin ancak biraz değişime uğrayabileceğini açık bir biçimde göstermektedir (Kuşkusuz erkeğin kısır olması bunun dışındadır. Menopozdan sonra etkinliğini yitiren yumurtalıktı bir kadın için de aynı gerçek söz konusudur. Onun cinsel isteği olduğu gibi kalır.) Zorla hadımlaştırma, kafasında binbir türlü boş inanç bulunan bazı insanlarda şiddetli psikolojik yıkımlara neden olmaktadır. Böyle bir yolla onun cinsel yetenekleri oldukça bozulabilir. Yalnız başına androjenlerin eksikliği de cinsel ilginin azalmasını gerektirmez ya da cinsel ifadeleri de yasaklayıcı bir rol oynamaz. Bu durum çoğu kez her nedense cinsel başarının (performansın) düzeyini düşürür. Ancak şiddetli ve ağır değişimlerin açık bir biçimde görülmesi uzun yıllar alır.

Halk arasında insanın üreme yeteneği ile cinsel tepki yeteneğinin iki ayrı şey olduğu hâlâ anlaşılamamıştır. Cinsiyet bezleri, genç bir insanın fiziksel olgunlaşması ve insanın üremesi bakımından zorunlu bir öğeyken, yetişkinlerin cinsel etkinlikleri için buna gereksinim duyulmamaktadır. Başka bir deyişle, cinsiyet hücreleri olmaksızın, yani spermsiz ve yumurtasız üreme olmaz ama, cinsiyet hormonları olmaksızın (androjen ve östrojen) cinsel etkinlik çok iyi bir biçimde sürdürülebilir.